|
|||||
İlk beyitten murad olunan,
her amelin ağacının belli bir meyvesi olduğudur. Zahirde her meyvenin belli bir
ağacı olduğu gibi, aynı şekilde, her amelin kendine özgü bir aleti vardır,
onunla ortaya çıkar. Örneğin, zahir ilminin ortaya çıkma aleti dilbilgisi,
mantık, adab, kelam, maâni, usul, hadis, tefsir, felsefe, matematik ve
astronomidir. Ve batın ilminin ortaya çıkmasının aleti, öncelikle, sürekli ihlas
içre olmaklık [hulus-i daim] ve mürşid-i kamilin nefesi ile sürekli zikir ve az
yeme ve az konuşma ve az uyuma ve halktan uzak durmadır [uzlet-i ani’l enam]. Ve
hakikat ilminin ortaya çıkmasının aleti, dünyayı terketme ve ahireti terketme ve
terki terketmedir.
Yunus Emre Hazretlerinin, kuddise sırruhu’l aziz, bu beyitten muradı kendiliğinden riyazet edenlerin riyazetinin sonucunu benzetme yoluyla beyan etmektir. Yani, bu, poyraz ile çamuru kaynatıp yemeye ve yedirmeye benzer. Çünkü bir kimse kendi ne yerse, isteyene de ondan verip yedirir. İmdi, poyraz yemeği pişirmeyip dondurur. Çamur da, diyelim ki caiz olsa, yemeğe yaramaz. Bunun gibi riyazetlerden ruhun gıdası ortaya çıkmadığı gibi, ruh gıdası olmayınca marifetullah ve Rabbanî ilhamlar ve ilahi varidatlar da ortaya çıkmaz. Gıda olmak bir yana, çamur yiyenlerde bedensel hastalık ortaya çıktığı gibi, mürşidsiz kendiliği ile riyazet eden kimselerde de o riyazetinden kalp hastalığı ortaya çıkar. Örneğin, kötü huy, şeytanî vesvese ve kötü fikirler ve benzerleri ortaya çıkar. Hatta bunlar kalbi ve ruhu öldürücü ve engel olabilirler. Poyraz ile kaynattım dediği maye-i Muhammedî’den gelen mürşidin telkininin onlarda olmadığına işarettir. Ve bunun misali, kış günlerinde meyvenin ortaya çıkmamasıdır. İmdi, kendince mücahede etmesiyle bir şey ortaya çıkmaz. İmdi, mürşidin nefesinin ateşinden, telkin çakmağı ile talibin kalbinin kulağına bir kıvılcım erişmezse veya kâmilin billur nazarına talip kendini tam teslimiyet ile mukabil kılmazsa, emeği boşadır. Ve her ne kadar çabalarsa çabalasın boşunadır. O ateşi bulup çiğlerini pişiremez. Nitekim ocağa yüzünü tutmayan, her ne kadar üflese ocağı yakamaz ve yemeği pişiremez. Çamur yemesi lazım gelir. Ve bunların benzeri kimseler daima çamur yerler ve sonunda sapkınlığa düşerler ve –Allah saklasın– kendilerine muhtaç olanlara da çamur yedirirler. Çoğunlukla sapkınlığa düşenler bunlardan zuhur eder. Bir ehl-i süluk bunlardan birine rastlarsa o kişiyi kar gibi savurur ve buz gibi dondurur. Süluk ehlinin bunun gibi olan her soğuk nefesliden sakınması lazımdır. Aziz’in bu beyitten muradı, talib’i kendince mücahededen korumak ve alıkoymaktır. Ve kolay aldatılabilen saf talipleri, bu gibi kimselere yaklaşmaktan alıkoymaktır. Aziz’in bu beyitten
muradı, nâkıs [yani, eksikli] mürşidin ahvalini beyandır. Talib kemâl bulmadan,
ona hilafet teklif eder. İmdi, kişi mürşidin Hakk’a vasıl olduğunu bildikten
sonra, mürşide kendini teslim etmelidir. Yoksa, her mürşide gönül vermemelidir.
Kâmil ve akıllı bir üstad ve kâmil bir mürşid bulmaya çalışmak gerekir. Ve
talibin kalb-i perişan mürşide kendisini teslim etmemesi gerektiğini beyan
buyururlar. Çünkü, talib, kalbinin selamet bulması için bir kalb-i perişan
mürşide kendini teslim ederse, o derdli talib henüz birine derman bulmadan ve
dahi kalbine ilaç etmeden kendisine hilafet teklif eder ve “sen hilafet makamına
erdin, işin tamam oldu, gel halife ol” der. Bundan bilindi ki, kendisi nâkıstır.
Çünkü iplik ilk ayrım’a [tefrika-yı ula] işaret eder, yumak cem haline işaret
eder ve bez olmak da cemden sonraki fark’a [fark-ı bade’l-cem] işaret eder ki,
kemâl bundadır.
Bu beyit tarikat ilminin şerefini ve gereğini ve süluk ehlinin süluka istekli olmasını [terğib] beyan eder. Ve aynı zamanda da zahirin düzeltilmesinden sonra batın tarafına ihtimamın fazla olması gerektiğini beyan eder. Çünkü ilmin zahirinin kolay, batınının ziyade olması gerektiğini beyan eder. Çünkü, ilmin zahirinin kolay, batınının ziyade güç olduğunu bildirir. İmdi kağnı ile yürümek zahir ilmine misaldir. Kanat ile uçmak batın ilmine misaldir. İmdi, batın ehlinin ilmi, zahirîn olan ehl-i riya’ya fazlasıyla ağır gelir. Çünkü riyalı amel kolaydır ve her ne kadar çok olsa da değeri azdır. Ve ihlas ile olan amel güçtür ve ağırdır ve her ne kadar az olursa da değeri fazladır — altın gibi. “Bir saatlik tefekkür bin saatlik ibadetten hayırlıdır ve rahmanî bir cezbe insanların ve cinlerin bütün amellerine denktir.” Ve dahi bunlarda terk vardır. Ameli, kağnı ile ile gitmek gibi değildir. Çünkü tarikat ehlinin ilk ameli dünyayı terktir. Terk ise melekut alemine doğru uçmaya kanattır. Murad, yakîn ile tayin olunan ibadettir. Beyit:
Lehüm ecnihatün yetatîrûn bihâ ve bigayrı Yani, tarikat ehlinin kanatları vardır, tüyü yoktur. Çünkü nurdandır. Melekut alemine doğru uçarlar. O kanatlar bunlarda terkleri sebebiyledir. Ve şeyhlerin telkini ile ve maye-i Muhammedî ile usul-i esma’ya devam ile ve şer’i riyazet ile oluşurlar. Sonuçta, tarikat ehlinin en aşağısının ihlasını ve sıdkını ve nefsini ve hüsn-ü itikadını kırk âbid’in gönlü çekemez. Çünkü bunlarda [yani, tarikat ehli olanlarda] terk vardır. “Dünya sevgisi her kötülüğün başı ve dünyayı terk ise her ibadetin başıdır.” Bir kimse, “nohut kadar cevheri kırk kağnıya yüklettim, çekemedi” dese, bundan kastettiği o cevherin kıymetidir. Yoksa yüz bin altınlık cevheri kırk-elli kağnıya yükletmek olasıdır. Bu benzetme hal ehlinin en aşağı mertebesinde olanlar içindir. Çünkü serçe kuşların en zayıfıdır, uzak seferlere varamaz. Yüce mertebede olanlar ise doğanlar ve şahinler gibidir. Onların birinin ilmi ve yakîni ve zevki yüz bin âbid’in yakînlerinden ve amellerinden fazladır. Ve onların kanadını değil kağnı, belki yer ve gök ve Arş ve Kürsî çekemez. Bu beyit bazı riyaset ve makam sahipleri ve ilimde kâmil geçinen dünya leşi kuzgunlarının ve tarikat ehlini inkâr edenlerin hallerini ve görünüşte hor ve hakir ve fakir, miskîn gezen arif ve zarif kişiler topluluğunun kemâllerini beyan eder. Yani, bunların fakr u fenasını ve alçalma [tezellül] ve meskenetini görüp istihza yoluyla onlara bazı sorular sorup, onlardan birisi bunların gözüne sinek kadar görünmeyip, arifler ile söze ve irfana geldiği zaman, sinek misali olan fakir ve hakir dervişin, şahin misali olan zahir ulemasını kartal gibi kaldırıp yere vurduğunu beyan eder. Yani, “görünüşte hor olan derviş azamet ve şöhret sahibi olan ve zahir ilminde fâzıl ve kâmil olan falanca efendiyi yenip susturdu,” diye beyan eder. “Ben de gördüm tozunu” demekle, Aziz, kuddise sırruhu, kendinde olan ahvali beyan eder. Çünkü kendileri de ümmi olup, zahirde hal fakiri olan nice zahidler ve âbidler ve alimler onu susturmak için bazı sorular sorduklarında, Aziz, kuddise sırruhu, sorularına cevap verdikten sonra kendileri de zahir ulemasına bazı sorular sorduklarında zahir ulemasının kendine cevap vermede aciz kaldıklarını beyan eder. Yani bu, “o hal bana da vaki oldu; onlar gibi kartallara ben de rastgeldim” demektir. Çünkü, hadis-i şeriflerde buyurulmuştur ki, bir kimse kırk gün halis ve muhlis olarak sabahlarsa, ilim pınarları onun kalbinden diline akar. İmdi, bunların bazısı kırk hafta ve bazısı kırk gün ve bazısı kırk ay ve bazısı da kırk yıl ihlas ile sabahlamışlardır. Ya ömründe kırk gün ihlas üzre olmayan boş gönüllere galip olmaları şaşılacak bir şey midir? İmdi, kartalın ve kuzgunun bal arısı ile ne münasebeti vardır? Kartal her ne kadar büyük ise de yediği leştir ve kendinden çıkan da leştir. Ama bal arısı ne kadar görünüşte küçük ise de yediği güzel kokulu çiçektir ve kendisinden çıkan da güzel, lezzetli ballardır. İmdi, doğan ve şahin ve kuzgun gibi olanlarla hiçbir münasebeti olmadığı ortadadır. Bu beyitten muradı, yukarıdaki beyitten bir miktar anlaşılır. Ama Aziz, kuddise sırruhu, yine taliblere nefsin kırılması yolunu öğretip şöyle buyururlar: “Bir küt ile güreştim” sözüyle demek istenen nefs-i emmaredir ki, gözüne şehvet sevgisi süslü görünmüştür. Sürekli bir şeyleri arzu eder. Ve “elsiz” ile demek istenen şeytandır ki, ateşten yaratılmıştır. İnsandaki öfke [gazab] sıfatı o ateşin alevindendir. Nefs ise çocuk gibidir. Gıdasını vermezsen kesilir ama açlıktan bir hararet ve kuruluk ortaya çıkar. Ve bu hararetin galip olmasıyla, nefsin muradı olan soğukluk ve nemi çaresiz vermeye zorlanıp, bunun tersini murad ettim. Ömrün sonuna kadar nefsin istediği şey yeme, içme ve cima’dır. Yine nefsin istediğini verdim. Yani, muradım üzre nefsime galip olup da nefsimi yenemedim. Bu beyit, yukarıdaki beyitin zıddıdır, yani şöyle der: “Görünüşte her ne kadar zayıfsam da düşmanımı Hakk’ın izniyle yendim, ama nefs-i emmare ile şeytanı tümüyle yenip de ellerinden kurtulamadım, özümü göğündürdü.” Ve bu beyitte, nefs-i şeytan’a galip olsa da olmasa da, salik-i arif’in dava ehli olmaması, fena ehli ve züll ve iftikar ehli olması, kendini daima âciz ve zelil göstermesi ve kendini beğenmişlikten [ucb] çok sakınması tenbihi vardır. Çünkü, her kim nefsini beğenir ve onunla dost olursa, herkese düşman olur ve her düşmana mağlup olur. Aziz ise de zelil olur. Ve her kim ki nefsiyle düşmanlık üzere olur ve nefsine muhalefetten geri durmaz, herkese dost olur ve her düşmana galip olur. İmdi “küt,” yani kötürüm ile kastedilen şehvet sıfatıdır ki cazibedir, yani eli var ayağı yoktur. Zahire alet şehvet ola ki kastedilen nefsdir. Ve “elsiz” ile kastedilen öfke [gazab] sıfatıdır. Yani eli ve ayağı yoktur. Öfkeye alet olmak için zahirde görünür. Bununla kastedilen şeytandır. Yani, “Allah’ın muradına uygun amel murad ettiğimde, nefs ve şeytanın muradlarına muhalefet üzre oldum ve nefsi susturmayı başardığımda, şehvet ve öfke şeytana yardım edip ve nefsime yardımcı olup, ikisi elbirliği ederek beni yendiler. Ve aynı zamanda da, ibadetlere ve taatlere yöneldikçe şeytan beni alıkoyar ve uzaklaştırırdı, ben vazgeçmezdim. Nefs, şeytana yardım edip ve üzerime gevşeklik verip ibadetlerin terkini sevdirirdi ve tatlı gösterirdi. Daima bu savaşla onlara kimileyin galip ve kimileyin mağlup olurdum. Bütünüyle ellerinden kurtulup kötülüklerinden emin olamazdım” diye süluk ehlini bu ikisi ile sürekli muhalefet üzre olmaya kandırır gider. İmdi, dervişin ne acaib bir “sinek” olduğunu gör ki, devler ve periler ile Kahraman ve Süleyman gibi savaşır. Nefs ve şeytan ne yaramaz düşmanlardır ki, bu ikisinin elinden enbiya ve evliya –kendiliğinden tümüyle fani olmadıkça– ağlayıp inlemekten kurtulamamışlardır. Kaf dağıyla kastedilen şer-i şerif’dir ki, bütün mahlukatı kuşatmıştır ve büyük alimler [ulema-i izam] –Allah onların sayılarını çoğaltsın ve şanlarını yüceltsin– o dağ üzerinden her tarafın ahvaline bakarlar ki, her ne taraftan bir hal zahir olursa, etraftan ona taş atıp katl mi gerekir veya hadd mi gerekir veya azarlama mı veya cezalandırma mı gerekir, hemen gerekeni yerine getirip o tarafın yıkılan yerini tamir ederler. Çünkü alemin düzeni onların varlıkları sayesinde durur ve her ne taraftan İslam dinine ve şer-i şerif’e muhalif bir kimse görseler ve işitseler, kendilerine din uğrunda çaba harcamak düşer ve onu alıkoymaya çalışırlar. Büyük şeyhlerin sözleri ise çoğunlukla mutlak olmakla anlaşılması da muğlak olup, zahir uleması bunların mutlak kelamlarını şer-i şerif’e muhalif zannederek çoğu kez yergi [ta’n] taşını onların üzerine bırakırlar ama o sözlerden şeyhlerin kastettiği zahir ulemasının anlayışına doğan manalara uygun düşmediğinden, onların yergi taşları şeyhlere dokunmaz. Çünkü zahir uleması batın ulemasının üzerine saldırırsa, batın uleması söyledikleri sözlerin şeriata uygunluğunu beyan eder ve o yergiden kurtulur. O yergi taşı onlara erişmiş olmaz. Yunus Emre Hazretleri buyururlar ki, “Zahir uleması benim sözümü mutlak anlamamakla, hakikatına erişmemeleri sebebiyle bana yergi taşlarını atarlar. Benim muradım, onların anladıkları gibi olmadığı için taş yol ortasında kaldı.” Öğlelik yola düştü demekle Aziz’in muradı şudur ki: öğle günün ortasıdır, zahir ilmi de yarım ilimdir [ilm-i nısf]. Çünkü ilmin akaide ve amellere ilişkin olanı kelam ilmi ve fıkıh ilmidir ki, bunlara zahir ilmi derler. Ve ahlâka ve batın’ın tasfiyesine ilişkin olan ilim de yarım ilimdir. Ona batın ilmi derler ki, ahlak ilmi ve hakikat ilmidir. Batın ilmi ve hakikat ilmini zahir uleması anlayamaz ve en fazla anlayanın ilmi yol ortasındadır. Öğlelik yol dediği buna işaret eder. “Üzeyazdı yüzümü” sözü, “Neredeyse muradımı anlayacaklar ve üzerime örtülmesi [setr] farz olan ilmi onlara açıp beyan etmiş olmaktan korktum” demektir. Çünkü rububiyet sırrını açmak küfürdür. Tefsir-i Kâdı’da “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et,” [Maide Suresi, 5/67] ayetinin tefsirinde, “ilahi sırlardan bazı sırlar vardır ki, ifşası haramdır” der. İhya-yı Ulûm’da, Zeyne’l Abidin radıyallahu anh’den naklen Gazzali şöyle buyurur: “Nice ilim cevherleri vardır ki eğer onlardaki ilahi sırları açıklasaydım, benim için puta tapıyor denirdi.” Bunun anlamını açıklamak gerekmez, ki ehline malumdur. Batın alimleri balık için, ilham yoluyla gönlüne varid olan marifetullah’dır, derler. Tevhid denizinde olur. O deniz de arifin gönlünün fezasındadır. Deniz dalgalandığında elbette balık dışarı gelip sahilde olan ariflere saçar ve lezzetinden can ve gönül ruhani gıdalar elde eder. Kavak meyvesiz, boylu, güzel bir ağaçtır. Bununla kastedilen, marifet davası güden kaba zahiddir, ki baş olma [riyaset] esiridir. Büyük ehlullahın ibadetleri ve ıstılahlarından bazı kelimeler ezberleyip, yanına gelen gözü bağlılara bu marifeti kendi hali olmak üzere satar ve maksadı dünyayı yemektir. “Zift turşusu” dediği odur ki, ne kendisi hazzeder ne de dinleyenler hazzeder. Kendisi hazzetmez, bilir ki kendi hali değildir. Zira candan gelmeyen marifet lezzetsizdir. Bunun benzerini kamillerden birisi şöyle beyan etmiştir. Arabî’nin beyti:
Çadırları onların çadırları gibidir Yani cahil, marifet sözünü dünyayı yemek için ağzına alır, arif onu görür bilmezmiş gibi yapar [tecahül]. Marifet sözlerini öyle sözlerle dile getirir ki, örttüğünü kâmiller bilirler ve onun bu durumu “leyleğin sıpa doğurması” gibi olur. Ve “leylek” ile kastedilen ehlullah’ın büyükleridir. Çünkü leylek, zahirde yeme-içme ve teamül yüzünü gösterir. Ve zahirde ahvalini halka gösterir ve halk bilir. Ama batın ahvalinin ne olduğunu ve arifin gönlünün hangi düşüncede ve hangi halde olduğunu kimse bilmez. Yedi kat yerleri ve Arş ve Kürsî’yi ararlarsa da arif-i billah’ın nerede olduğunu bilmezler. “Leyleğin sıpa doğurması” büyük ehlullahın genellikle halin örtülmesi [tesettür-i hal] ile kayıtlı olmalarıdır. Özellikle, “balığın kavağa çıktığını” görünce daha fazla örtünür, gayb kubbelerinin altında gizlenirler. Hallerini örtmek için cahilâne sözler söylerler. Nitekim kavağa benzeyen cahiller arifâne sözler söylerler, ki onlara bakıp seyrederler. Daima yüksekte olan “leylek” cahilâne hareket edip kendini öyle gösterir — halk bana iltifat etmesin, yolculuğumdan geri kalmayayım diye. Halk ise “kavağın” sözüne inanıp “leyleğin” sözünü kınarlar. “Şunun söylediğine bak!” diye ayıplarlar. Ama ehl olanlar ikisinin de sözüne itimad etmeyip “Şunun sözüne bak!” diye şaşkınlık içerisinde kalırlar. Aslına bakılırsa, Yunus Emre’nin bu sözü gibi bir söz önceki şeyhler tarafından söylenmemiştir. Gerçi görünüşte eğlence, şaka ve çocuk oyununa benzer ama batınen Allah’ın süslediği ilahi sırların ve sanatlı bir şekilde söylenmiş Hakkanî manaların yüzlerine na-mahremden örtmek için çekilmiş duvak ve yüz örtüsü [nikab] gibidir. Öyle ki, na-mahrem gözü görmesin ve eli ermesin. Yunus Emre için şu beyit doğrudur: Her
bir âşık bu yolda bir türlü nişân demiş Bu meselenin bir misali şuna benzer ki, buzağının burnuna kirpi derisinden burunsalık bağlarlar, anası tepsin de emzirmesin diye. İmdi, na-mahrem olanlar her bir beytin manasının sütünü emmek istedikçe, bu beyitlerin hakikat manası sütünü vermez, onları geri çevirir. |