42. FIKRA: Allah Teala'yı Görmek; Akıl, Firaset ve Keşf Allahû Teâlâ’yı görmek, âhirette mü’minlere haktır [olacaktır]. Bu öyle bir mes’eledir ki, Ehl-i Sünnet ve cemâ’atden başka, hiç bir İslâm fırkası ve felsefecilerden hiçbiri, bunu câiz görmemiştir. Onların inkârlarına sebep, gâibin şâhide kıyâs edilmesi ve bunun ise, fâsid olmasıdır. Görülen bîçûn ve bîçigûne olunca, onunla alâkalı olan görme de, bîçûn [nasıl olduğu bilinmiyen bir görme] olacaktır. Ona inanmalı, nasıl olacağı ile meşgul olmamalıdır. Bu sırrı bugün evliyânın en seçkinlerine izhâr ettiler. Her ne kadar görme yoksa da, görmemezlik de yoktur. Ya’nî, O’nu görür gibidir. Kıyâmette [Cennet’te] bütün mü’minler Hak Teâlâ’yı baş gözüyle göreceklerdir. Ammâ anlayamayacaklardır. (Onu gözler idrâk edemez) âyet-i kerîmedir. İki şey idrâk edecekler: Biri, gördüklerine ilim-i yakîn, diğeri rü’yete bağlı olan lezzeti duyma. Rü’yetin levâzımından bu iki şeyden başkası yoktur. Bu konu, kelâm ilminin en derin ve zor bahislerindendir. Akıl bunu bulmağa ve anlatmağa yeterli değildir. Âlimler ve mutasavvıflardan Peygamberlere tâbi’ olanlar, nübüvvet nûrlarından alınmış ferâset nûru ile bunu anlamışlardır. Bunun gibi, aklın, isbâtından âciz kaldığı ve hayrân olduğu ilim-i kelâmın diğer bahislerini, sâdece Ehl-i Sünnet âlimleri ferâset nûru ile bilmişlerdir. Mutasavvıflarda ise, ferâset nûru ile birlikte keşif ve şühûd da vardır. Keşifle ferâset arasındaki fark, hadsiyyâtla hissiyyât arasındaki fark gibidir. Ferâset, nazarî olanları hadsiyyât yapar, keşif ise, hissiyyât yapar. Ehl-i Sünnetin söyledikleri ile, muhâliflerinin akla uyup, inkâr ettiklerinin hepsi, bu kabîlden olup, ferâset nûru ile bilmişler ve sahîh keşife müşâhede etmişlerdir. Eğer bu mes’elelerin beyânında bir îzâh yaparlarsa, maksat nazar ve delîlle isbât değil, anlatma ve uyarmadır. Zîrâ onların tasvîrinde aklın nazarı [bakışı] kördür. Şaşılır o âlimlere ki, bu mes’elelerde kendilerini istidlâl [delîl getirme] makâmında görürler ve delîlle isbât etmek isterler ve muhâliflerine tam bir hüccet gösterirler. Ammâ bunu da yapamazlar ve tamâmına erdiremezler. Muhâlifleri de düşünürler ki, onların mes’eleleri de, kendi istidlâlleri gibi za’îf ve eksiktir.Meselâ, Ehl-i Sünnet âlimleri, istita’atin [gücü yetmenin] fi’lle berâber olduğunu isbât etmişler [bildirmişlerdir.] Bu mes’ele doğru mes’elelerden olup, ferâset nûru ve sahîh keşifle bilinmiştir. Ammâ bunun için getirdikleri delîller, za’îf ve eksiktir. Bu mes’elenin isbâtında onların delîllerinin en kuvvetlisi iki zamânda a’razın devâm etmemesidir. Çünki a’raz [sıfat] devâm ederse, a’razın kıyâmının [varlıkta durmasının] a’razla olması lâzım gelir ki, bu muhâldir. Muhâlifler bu delîli za’îf ve eksik bulunca, bilemediler ki, onların bu husûsta ve benzeri husûslarda tâbi’ oldukları şey, nübüvvet nûrundan alınmış ferâset nûrudur. Ammâ bu bizim kusûrumuz olup, hadsî ve bedihî olanları muhâliflerin nazarında, nazarî yapıyoruz ve isbâtı için çok zorluklara girişiyoruz. Ya’nî bize hadsî ve bedihî olanlar, muhâliflerimize hüccet değildir. Varsın olmasın; bize bildirmek ve duyurmaktan başka vazîfe verilmemiştir. İslâm’ın güzelliğini benimseyenler, ister istemez kabûl edeceklerdir. İslâm’ın güzelliğinden nasîbi olmayanların ise, inkârları artmayacaktır. Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, şeyh-ül islâm şeyh Ebû Mansûr Mâtüridî Hazretleri’nin ashâbının yolu ne kadar güzeldir ki, maksatla yetindiler ve felsefî incelemelerden yüz çevirdiler. Nazar ve istidlâl yolu, felsefecilerin yaptığı gibi, Ehl-i Sünnet ve cemâ’at âlimleri arasında şeyh Ebül Hasen Eş’arî’den neş’et etmiş [ortaya çıkmış]tır. Ehl-i Sünnetin i’ti-kâd bilgilerini felsefî istidlâllerle [aklî delîller getirerek] tamâmlamak istedi. Ammâ bu çok zor bir iştir ve muhâlifleri din büyüklerine karşı cesâretlendirmek ve selef-i sâlihînin yolunu terk etmektir. Allahû Teâlâ bizi, nübüvvet nûrlarından alınmış olan Ehl-i Sünnet âlimlerinin sağlam rey ve görüşleri üzere bulundursun!
|