Bütün hamdler, o Allah’a olsun ki, zatının, sıfatlarının
fiillerinin marifetinde ariflerin akılları hayrette kaldı. Sıddıkların en
büyük zatları da bunların idrakinden aciz olduklarını itiraf ve ikrar
etmişlerdir. Salat ü selam, ilk ve son insanların efendisine, güzel ve temiz
ruhlu aline ve ashabına olsun!
Bundan sonra, bu mektub alem kutbu kaymakamının (Radıyallahü
anh) perverdesinden, şerefli efendi, en muhterem dost, Üstadı azamın
halifesi ve kâtibi, sıdk ve vefa kaynağı olan Molla Mustafa’yadır. Allah
onu, dünya ve ahiretteki afetlerden korusun!
Mektubunuz perverdeye geldi. Ona bakınca, sıhhat ve
selametinizden haber verdiği için, yüzünde gülümseme belirdi. Sonra mektubda
kulun ihtiyari fiillerinden bahs eden sualiniz çıktı. Hatta onda delil,
Kur’an-ı Kerimin;
"Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." Ayeti celilesini de yazmışsınız.
Ey efendim! Bu konu kelam ilminin en derin ve ince
meselelerindendir. Hatta El-Şeyh Abdülvahab; El-Şarani, El-Levakit ve
El-Cevahir adlı kitabında, Şeyh-i Ekber (El-Muyiddin B. Arabi’den) (Kuddise
sirruh) (560-637) naklen demişki: Halku’l-ef’al (fiillerin yaratılışı)
meselesinin şekli, arapça alfabesindeki! lam, elif" harfine benzer. Zira bu
harf hem la hem elif harflerinin şeklini gösterir. Bu çaprazlı harf şekli
kimse, çaprazın hangi lam olduğunu bilmez ki, diğer tarafı elif olduğunu
bilsin. İşte kuldan zahir olan fiili de buna benzer. Zira yukarıda geçtiği
üzere, Allahü teala Kur’an-ı Kerimde, "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da
Allah yaratmıştır." Diye buyurmuş ve onlara ibadet yapmalarının teklifiyle hitab eylemiştir. Demek ki kuldan sâdır olan fiilde hem Allah’ın hem de
kulun müdahalesi olması gerekir. Burada El-Şeyh Abdülvahab, El-Şarani’nin
kavli hülasa olarak sona erdi.
İşte, perverde, bunun için bu konuda konuşma istemedi. Lakin
beyanı için ısrarda bulunduğundan dolayı, emrinize imtisalen konuştu. Bu
konuda hak olan kavlin beyanından maksat anlaşıldığı için, geniş izaha ve bu
konu hakkında muhtelif kavillerin nakline ihtiyaç yoktur. Çünkü hak tek bir
kavlin beyanı ile mesele hal olup açıklanır. Bu konuda zahire göre, üç kavil
olsa da ancak hakikatta doğru olanı birdir. Onlardan birisi, selef
alimlerinin kavlidir ki, müteşabih ayet ve hadisler gibi bu konunun
hakikatın Allah’ın (Celle ve ala) ilmine havale edip ondan bahs
edilmemesidir. Hatta selef alimleri bu hususta ne cebr, ne de tefvid (havale
etmek) vardır demişlerdir. Nitekim selefin bu kavlini, Mevlâna Halid Zül
Cenaheyn hazretleri El-İkdul cevheri filfarkı beyna kesbeyil Maturidi ve El-Eş’ari
adlı kitabında, açıkça bildirerek demiş ki, İmam-ı Maturidi (Rahmetullahi
aleyh) verâ için selefin görüşüne mütabeati ve biatçı taifeden uzak
olduğundan dolayı kulun ihtiyari fiilleri hakkındaki mezhebini kaleme
almamıştır. Bunun içindir ki, ashabı da (talebeleri) bu konuda muhtelif
görüşlerde bulunmuşlardır. Mevlâna Halid, daha sonra demiş ki, İmam-ı Eş’ari
(Rahmetullahi aleyh) ise, mutezile ve bidatçı taifeleri arasında olup,
meşhur olduğu ve kitablarda yazıldığı üzere, ilk olarak kendisi mezkûr
taifelerle, akaid meseleleri hakkında münazara etmek belasına düştüğü için,
mezhebini hakkıyla beyan etmeye muhtaç olmuş ve ashabı arasında müşterek
olarak tevatür yoluyla rivayet edilmiştir. Sora İmam-ı Eş’ari son kaleme
aldığı ve mezhebinde ona itimat edildiği El-İbane fi usulüd diyanet adlı
eserinde, bidatçı taifelerin bana karşı, devamlı direnişleri olmasaydı,
efali ihtiyari hususunda hiçbir şeyden konuşmayacaktım. Diye özür dilemiş ve
müteşabihat hakkındaki mezhebi ise, selef alimlerin mezhebi gibi, tefvid
olup tevil olmadığını açıkça bildirmiştir. Burada hülasa olarak ve
kitabından alınmış ayrı ayrı Mevlâna Halid’in naklen ibaresi sona erdi.
Taftazani eserleri olan Makasıt kitabı ile şerhinde demiş ki,
yukarıda beyan edilip anladığın üzere, deriz ki, bu konudaki doğru görüş,
bazı selef alimlerinin dedikleri gibi kulun ihtiyari fiilinde hiçbir cebr,
ne de büsbütün kendisin terk etme olmayıp lakin bu iki haletin ortasındadır.
Burada Taftazani’nin dedikleri sona erdi.
Taftazani’nin bundan maksadı, kul yaptığı fiillerinde mecbur
değildir büsbütün kendisine işin yapılması da terk edilmemiştir. Nitekim
rivayet edildiğine göre, İmam-ı azam Ebu Hanife, Allah ondan razı olsun!
Cafer El-Sadık’dan, (Radıyallahü anh) Allahü Teâlâ, işin yapılmasını kullara
terk etmiş mi? Diye sorduğunda, Cafer, (Radıyallahü anh) Allah, (Celle ve
ala) kulun fiillerini, herhangi birisine terk ve havale etmekten çok
uzaktır. Sonra Ebu Hanife, peki Allah, kulları ihtiyari fiillerin yapmasında
zorlamamış mı? Cafer, şübhesiz Allah (Celle ve ala), kullarına fiilleri
yaptırmaya zorlayıp da sonra onlara azab vermekten münezzehtir, diye
buyurdu.
Bu nakillerden Hakk ehlinin mezhebi bir olup o da selefin
mezhebi olduğu zahir oldu.
Mevlâna Halid, (Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın!)
yukarıda adı geçen kitabında demiş ki: Bu miskin kulun bu konudaki mezhebi,
aynı selefin mezhebi ve Hazret-i Ebu Bekir’e mensub olan tarikatı, sahabiler
ve yüce tabiinlerin tarikatı olduğu için, onların yasak eyledikleri konuya
dalması, kendisine zor gelmektedir. Lakin anlaşılan lüzum ve ihtiyaç beni bu
hususta konuşturmaya sevk etti. Burada Mevlâna Halid’in dedikleri sona erdi.
Biz de onun tabilerinden olduğumuz için, bu meselenin
hakkındaki tartışmadan vaz geçip ondan bahs etmemek layıktır. Lakin halkın
suali, bizi ondan bahs etmeye mecbur etmiştir. Yukarıda geçen nakillerden
kulun ihtiyari fiilleri büsbütün kendisine terk veya cebr yoluyla olduğu
hakkındaki fikir tartışmalarını anladığına göre, biz de bir çok ayet ve
hadislerle emir ve nehiylerin çoğu ile mükellef olduğumuz düşünülürse, o
tartışmaları bırakıp, emir ve nehiylerle amel etmeye önem verip onlar
çalışmamız lazımdır.
Mektubunuzda demişsiniz ki, kul için hiçbir fiil ve kesb
yoktur. Halbuki bu görüşün, kelamcıların fiilin kesbi, kuldan icadı,
Allah’tan olduğu diye açıkça söylediklerine muhaliftir. Kelamcıların bu
kavli bütün ehl-i sünnet vel cemaat taifesinden olan Eş’ari ile
Maturidilerce sabittir. Ancak kasbin manası hakkında her iki taife arasında
görüş itibariyla az bir fark vardır.
Mevlâna Halid, Allah bizi onun sırlarıyla kutlasın. Mezkûr
risalesinde, demiş ki: bilmesin ki Matüridilerce, kulun irade i cüziyesi,
kesb demektir. Kulun ihtiyari ve arzusuyla kendisinden sadır olup kendi
kudretinin esiridir. Çünkü onların tahkik edici alimlerinin ittifakı ile
kul, herhangi bir şeyin mucidi olduğunu men etmişlerse de, lakin kuldan
hakiki bir şey kendisinden mevcut olması lazım gelmeyecek şekilde, ona ispat
edilen izafe ve nisbetlerin ihtilafına sebeb olacak kadar bir kudret sahibi
olduğuna cevaz vermişlerdir. Burada Mevlana’nın dedikleri sona erdi.
Nisbet ve izafe olan vasıflar, hariçte hakiki bir varlık
olmadıklarından dolayı, kula ispat edilip, bundan hariçte bir varlık
olduklarına sebeb olamaz. Zira nisbetler, izafeler kelam alimlerinin
cemaatine göre hariçte mevcut olan şeyler değillerdir. Öyle ise, kuldaki
kudret ve güçten hiçbir şeyin varlığında tesiri olması da lazım gelmez.
Sözün hülasası, Allahü teala kulda külli ihtiyari ve külli
iradeyi yaratmıştır. Her ikisi de durumları da cüzi ihtiyarlar ve cüzi irade
gibi bir şeye taallük etmektir. Bu taallük itibari bir şey olup, hariçten
bir varlık değildir. Binaenaleyh bundan, kulun ne bir şey yaratması ve ne de
müdahale etmemesi lazım gelmez.
Daha sonra mezkûr imam, yine aynı risalede demiş ki, kulun
iradei cüziyesi, Allahü Teâlâ ondan hemen sonra yarattığı fiile bir şart ve
âdi bir sebebdir. Fiilin, taat veya masiyet vasfıyla muttasıf olmasına
taalluk eder. Bu tıpkı bir yetim çocuğa şamar vurmak gibidir. Şayet ondan
maksat, onu terbiye etmek ise, taattır. Hakaretse, masiyettir. İşte bu
taalluk itibari bir şey olup, bir varlık değildir.
Mevakıf ve diğer kitabların yazdıklarına göre, Eşarinin bu
husustaki görüşü ise, kesgilcatta tesir etmemek şartıyla kulun kudreti,
iradesi makdurla (yaratılan şeyle) beraberliklerinden ibarettir. Bu
mukaranet (beraberlik) Allahü Teâlâ tarafından makdurun kendisindeki
iradenin sarfına tabidir. İradenin sarfı, kul bir fiilin yapması veya
yapmamasından birini kendisine tercih etmek demektir. Bilindiği üzere, irade
ise ilme ve bilgiye tabidir. İradenin sarfı, kul bir fiilin yapması veya
yapmamasından birini kendisine tercih etmek demektir. Bilindiği üzere, irade
ise ilme ve bilgiye tabidir. Dolayısıyla iradenin muktezası da ilme tabidir.
Mesela; kul taat yapmakla ve günahlardan sakınmakla mükellef olduğunu ve
bunlara riayet etmesi karşılığında Allahü Teâlâ kıyamet gününde mükafat
olarak, şerefli zatına baktırmayı, ebedi nimet olan cenneti on vereceğini
va’d ettiğini bildiğinde, bu bilgi onu taat etmeye sevk eder. Nitekim
lanetlenmiş şeytanın vesveseleri, nefsi emmarenin yardımıyla günah
işlenmesine sebep olur. Kuldaki iradenin taalluku bir tarafa yani masiyet
cihetine yönelir. Kul, iradesinde mecbur oluşu, kendisinden sadır olan
fiillerinde cebr olması lazım gelmez. Yani Allahü Teâlâ onda, fiil için
cebirsiz irade yaratmış, lakin yukarıda geçtiği üzere, kuldaki kudret,
hiçbir şeyin icadında tesiri olmayıp, fiilin yapmasına vaya yapmamasına dair
kalbinin kattı azminden ibaret olduğunu anladın.
Matüridi ile Eşari mezheblerinin arasındaki fark şöyle
özetlenebilir ki, Matüridilerce, kuldaki kudretin eseri, nisbet ve
izafelerdir. Eş’arilerde ise, kuldaki kudretin hiçbir tesiri yoktur. Her iki
taife dahi, fiilin icadında kuldaki kudretin hiçbir tesiri yoktur. Her iki
taife dahi, fiilin icadında kuldaki kudretin hiçbir tesiri olmayıp belki,
tesir Allah’ın (Celle ve ala). Ancak, mecburi değil, adeti üzere, kulun
kesbinden sonra, fiilin icadında Allah’ın tesiri olur.
Allah’ın salat ü selamı, efendimiz Muhammed’in, (Sallallahu
aleyhi ve sellem) alinin ve ashabının üzerine olsun!