Mükellef olmamalarına rağmen Hızır ve İlyas (a.s.) namaz kılmaktadırlar. Dostlarımız çok zamandan beri Hz. Hızır'ın (a.s) halleriyle ilgili sorular sormaktalar. Fakir, Hz. Hızır'ın hallerine tam olarak vâkıf olmadığı için cevap vermeyi ertelemişti. Bir gün, sabah halkasında Hz. Hızır ve Hz. İlyas'ı ruhâniler sûretinde hazır gördüm. Onlara selâm olsun. Rûhanî şekilde, Hızır (a.s) şöyle dedi: – Biz, ruhlar âlemindeniz. Sübhan Hak, bizim ruhlarımıza mükemmel bir güç verdi. Öyle ki: İstediğimiz şekle girebilir; cisimlerin sûretlerini alabiliriz. O sûret ve şekillerin kendilerinden ne meydana geliyorsa, girdiğimiz sûret ve şekillerden de meydana gelir. Cismanî hareket ve hareketsizlik gibi. Bedenî ibâdet ve taat gibi... Bu esnada şöyle dedim: – Siz, İmâm-ı Şâfiî mezhebine göre namaz kılıyorsunuz? Bunun üzerine şöyle dedi: – Biz, şeriatlarla yükümlü değiliz. Kutb-i medârın önemli işleri bize bırakılmıştır. Kutb-i medâr dahi İmam-ı Şâfiî mezhebine tâbidir. Bunun için, onun arkasında Şâfiî mezhebine göre namaz kılarız. Allah ondan razı olsun. İşte o zaman, anlaşıldı ki: Onların ibâdetlerine mükâfat verilmez. Onların ibadetleri, ibâdet ehline uygunluk ve ibâdetin sûretine uymak için olmaktadır. Yine bundan anlaşıldı ki: Velâyet (evliyâlık) kemalâtı, Şâfiî fıkhına uygundur; nübüvvet (peygamberlik) kemalâtı ise Hanefî fıkhına uygundur. O zaman, Hâce Muhammed Parisa'nın kelâmının hakikati de anlaşılmış oldu. Fusul-ü Sitte adlı kitabında kendisinden naklen şöyle anlatıldı: – İsa (a.s.) semâdan indikten sonra, Ebu Hanife'nin mezhebine göre amel edecektir. (Mümkündür ki bu cümle, 'İctihad meselesinde; Hazret-i İsa, Hazret-i İmam-ı Âzam Kûfî gibidir' cümlesinde anlatıldığı gibi, Hazret-i İsa (a.s) ile İmâm-ı Âzam Hazretlerinin benzerliği dolayısı ile söylenmiştir. Yani Hazret-i İsâ’nın (a.s) ictihadı, İmâm-ı Âzam Hazretlerinin ictihadına uygun olacaktır; ama İmâm-ı Âzam Hazretlerini taklid etmeyecektir. Zira onun Şânı, ümmet ulemâsını taklid etmekten yana yücedir./Mektubât) Yine bu sırada hatırıma geldi ki: Onlardan yardım isteyip duâ taleb edeyim. Hemen ardından şöyle dedi: – Bir şahsın halini Hakkın inâyeti şâmil olursa, ona bizim dahlimiz olmaz (Yani hâli, Hakkın özel yardımı kapsamında olan kimseye biz karışmayız). Kendilerini aradan çıkarmış gibi idiler. Bu arada İlyas (a.s) hiç konuşmadı.
[Kutb-i medâr (Kutb-i abdâl) (Kutb-i aktab - yani 'Kutuplar kutbu'): Büdelâ mertebesindeki velîlerin kutbu. Büdelâ, Ricâlü'l-Gayb yani Gayb Erleri denilen Allahu Teâlâ'nın insanlardan gizlediği evliyâ zâtlardır. Büdelâ kelimesi, Bedîl'in çoğul şeklidir. Abdâl da denir. Kutb-i medâr da işte bu mübarek topluluğun kutbudur. Âlemin var olması ve bekâsı (devâmı) ile irtibatlı olan feyzin (Allah'tan âleme) gelmesi için vâsıtadır, aracıdır. O hâlde yaratma, rızık verme, belâ ve hastalıkları giderme ile sıhhat ve âfiyetin elde edilmesi kutb-i medâra mahsus olan ilâhî feyze bağlıdır. Kutb-i medâr her zaman lâzımdır. Âlemin ondan mahrûm kalması düşünülemez (yani her devirde mutlaka bulunur). Çün ki âlemin düzeni ve intizâmı ona bağlıdır. Eğer bu kutb-i medârın fertlerinden (büdelâ mertebesindeki velîlerden) biri giderse bir diğeri onun yerine tâyin edilir. Kutb-i irşâd: Kutb-i irşâd ise âlemin irşâd ve hidâyetiyle alâkalı olan feyzin ulaşması için vâsıtadır. Îmân, hidâyet, iyilikleri yapmak ve kötülüklerden sakınmak ise kutb-i irşâdın feyizlerinin netîcesidir. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması şart değildir. Zaman olur ki âlem îmân ve hidâyetten tümüyle uzak kalır. (Ma'ârif-i Ledüniyye)
Kutb-u irşad, ferdîyet mâkamının kemalâtına
da sahip olduğu için, pek değerli bir varlıktır. Nice uzun asırlardan
sonra bir cevher misâli zuhur eder. Zuhurunun nûruyla kapkaranlık âlemi aydınlatır. Onun hidayet ve irşad nûru, bütün
âlemi kapsayıcı, kuşatıcıdır. İmam-ı Ali (r.a.) velâyet ağırlığını taşıdığı için, uzlette (yalnızlığa çekilmiş) velilerden olan ve kendilerinde velâyet tarafı ağır basan; aktab, evtad ve abdalın terbiyesi Hz. Ali'nin imdadına ve yardımına bırakılmıştır. Kutb-i medâr olan Kutb-i aktab, onun kademi altında olup (Kutb-i aktabın başı, İmâm Ali'nin ayağı altındadır) onun emrini icra eder. Onun himayesinde, önemli işlerini yerine getirir. Yapılacak idarî işleri, onun yardımı ile yapar ve sorumluluğunun üstesinden gelir. Seyyidet-ü Fatıma ve iki oğlu dahi, bu makamda, Hazret-i Ali'ye yardımcı ortaktırlar. Allah onlardan razı olsun. (Şâh-ı Geylânî Hz. dünyaya teşrif edinceye kadar bu sorumluluk bu şekilde devam etmiş, onun gelişiyle bu vazife kendisine bırakılmıştır. İmâm-ı Râbbanî Müceddid-i Elf-i Sânî Hz. kendi döneminde bu vazifeyi, Şâh-ı Geylânî Hz. adına vekâleten yürütmüştür.) Resulûllah (S.A.) efendimize tâbi olmakla tam kemâl bulan zatlar, bu tâbi olma yoluyla nübüvvet makamını tamam ettikleri zaman: a) Bazıları imâmet makamı ile müşerref olurlar. b) Bazıları da, o kemâl durumunun hâsıl olması ile yetinirler. Anlatılan her iki büyük zat da, bu kemâli elde etme açısından eşittirler. Aralarındaki fark, anlatılan makamın verilip verilmemesiyle ve bu memuriyetle alakalı işlerdedir. Resulûllah (S.A.) efendimize tabi olan kâmil zatlar, velâyet kemalâtını tamamladıkları zaman: a) Bazıları, hilâfet makamı ile müşerref olur. b) Bazıları da, bu kemalâtın yalnız husulü ile yetinir. Anlatılan her iki mansıp, yani imamet ve hilâfet, asli olan kemâlatla ilişkilidir. Zıllî yani gölge kemalâta gelince: a) İmâmet payesinin hizasına ve gölgesine irşad kutbu rütbesi uygun düşer. b) Hilâfet payesine ise; kutb-i medâr rütbesi uygun düşer. Âdeta bu iki alt makam o iki üst makamın gölgeleri gibidir. Gavse gelince; Muhyiddin bin Arabi'ye göre bu zat, daha önce anlatılan kutb-i medârdır. Allah sırrını takdis eylesin. Ona göre: Gavsiyet, kutupluktan ayrı tek başına bir rütbe değildir. Ama bu Fakir'e göre, gavs başka, kutb-i medâr başkadır. Hatta gavs; kutb-i medâra yapacağı işlerde yardım ve muavenet eder. Kutb-i medâr bazı işlerinde ondan imdad ister. Abdal payelerinin tayininde ve bu payelerin verilmesinde gavsın dahli vardır. Yardımcıları ve muavinleri de nazara alınarak, kutub için: – Kutb'ül-aktab. Da denir. Zira, kutb'ül-aktabın muavinleri onun vekilleridir, hakimleridir. Bu mânâ icabı olarak. Fütuhat-ı Mekkiye sahibi (Muhiddin bin Arabi k.s.) şöyle demiştir: – İster kâfir olsun, isterse mü'min olsun, her karyenin (köyün, beldenin) bir kutbu vardır. Bilesin ki, Rütbe sahibi olan, o rütbeye sahip olduğunu bilir. Ama, bu rütbenin kemaline sahip olup da rütbenin kendisine sahip olmayan zâtın bu kemâle sahip olduğunu bilmesi gerekmez. Hatta hizmetlerinden haberdar olması da gerekmez Bu zâta gayb âleminden gelen müjdeye gelince; o, bu makamın kemalâtını elde ettiğinin müjdesidir. O makamı elde ettiğinin müjdesi değildir. Eğer o makamı elde etmiş olsaydı bundan haberdar olması gerekirdi. (Mektubât)]
|