✶ YILDIZLAR ✶(Mektûbât-ı Rabbânî'de)ASHÂB-I KİRAMDüzenleyen: Dr. Necati Aksu |
|||
|
|||
Ne zaman ki
Muhammed'i gördüler, N. Aksu |
|||
KONULAR
Sadece tek bir sohbetle olan oldu Ashâbı sevmek efendimizden dolayıdır. Onlara düşmanlık da öyle... Bedenen yakın olmak kalb yakınlığına sebeptir Gemiye binen ve yıldızları takip eden kurtulur Kur'an-ı Kerim'de Allah (c.c) Tevrat'ta ve İncil'de ashâbı kirâmı nasıl övdüğünü bildirdi Çalışarak elde edilemeyen peygamberlik kemâlatı, genel mânâda sahâbe-i kirâma aittir Sohbetin dışında daha faziletli olma ölçüsü, Allah’ın dinine ve peygamberine yardım etmektir Onlar ahirette Efendimizle beraber olacaklardır ve sadece hayırla anılmalıdırlar Onlar görerek, sonradan gelenler ise duyarak imân ettiler Nakşibendî yolu, ashâbın kavuştuğu yol gibidir Onların nefsleri resulullahın sohbeti ile hevâdan, hevesten ve taassubdan temizlenmiştir Sahâbe-i kirâmın cezbe ve sülûkun ötesindeki çok yüksek makâmı Ashâbın aralarındaki ihtilaf ictihad hatası idi Zamanın ahirine doğru tek tük de olsa sahâbe kemâlatında evliyâ zatlar zuhur edecektir Ashâb sâbikun idi. Sabikun kimlerdir?
SADECE TEK BİR SOHBETLE OLAN OLDU [1]
Şöyle ki: Onlara, Resulûllah ﷺ efendimizin ilk sohbeti ile hâsıl olan mânâ zenginliğinden bir nebze olsun; bu ümmetin sâir velî kullarına nihâyetin nihâyetinde dahi hâsıl olmaz.
Bu mânâ icabı olarak, Hazret-i Hamza'nın şehadetine sebeb olan ashâbdan Vahşî
(r.a), tabiinin hayırlısı olduğu halde Veys'el-Karanî'den fazilet itibarı ile
daha öndedir.
Hz. Vahşi'nin (r.a) bu önde oluşu, Îslâmiyete girişinin başında, bir defa
Seyyid'ül evvelin vel-âhirin Resulûllah
ﷺ
efendimizle sohbet etmesidir.
Nakşibendî Yolu da ayniyle, ashâb-ı kirâmın yoludur. Bu Tarikat-ı Aliyye'nin sâir tarikatlara nazaran üstün meziyeti,
diğer asırlara nazaran, ashâbın bulunduğu asrın üstün meziyeti gibidir. Bu
durum, kesindir.
ASHÂBI SEVMEK EFENDİMİZDEN DOLAYIDIR. ONLARA DÜŞMANLIK DA ÖYLE... [2]
Sünni olmanın dayanağı, Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbını sevmektir. İnsaf sahibi akıllı kimse odur ki: Ehl-i beyti sevmesine dayandırarak, ashâb-ı kirama buğz etmeye... Resulullah ﷺ Efendimizin sevgisine uyarak, onların tümünü seve... Zira bu mânâda, Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Bir kimse onları severse, beni sevdiği için sever, onlara buğz eden de bana buğz ettiği için buğz eder." *** Onların her birini, hayrın dışında bir mânâ ile anlatmak da yerinde değildir. Resulullah ﷺ Efendimiz bir hadis-i şerifinde bu mânâyı şöyle anlattı: – "Ashâbım anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz." Bunun açık mânâsı şudur: – Ashâbım, aralarındaki ihtilaf dolayısı ile veya başka bir hususta anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz; bir tarafı, diğer taraf üzerine tercih etmeyiniz. *** Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Allah Allah. Ashâbım hakkında, benden sonra garaz tutmayınız." Yani ashâbımı ayıplayıp onlara kin, garaz bağlamaktan sakının; bu mânâda Allah'tan korkun. Zira, bu cümlede geçen, lâfza-i celâl, işin ehemmiyetine göre, kuvvetlendirmek için kullanılmıştır. Resulullah ﷺ Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: – "Ashâbım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız, hidâyete erersiniz." Ashâb-ı kirama tâzim ve onlara karşı saygılı olmak babında çokça hadis-i şerif varid olmuştur. Bu mânâdan ötürü, onların tümüne karşı izzet ikram göstermek yerinde olur. Onların yanılmalarını da, iyiye yormak lâzımdır. Bu meselede, ehl-i sünnetin yolu budur. *** Allahu Teâlâ, ashâb-ı kiram için, Kur'an-ı Mecid'inde şöyle buyurdu: – "...kendi aralarında merhametlidirler." *** Kur'an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde; Resulullah ﷺ Efendimizin sohbetinin fazlı, ashâb-ı kiramın dahi fazileti, bu ümmetin de hayırlı ümmet olduğu mânâları açıktır. *** Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbını ve damatlarını sevmek; Resulullah ﷺ Efendimizin sevgisi ile olmakta ve onlara tazim, saygılı olmak da, Resulullah ﷺ Efendimize tâzim ve tekrim (saygı) dolayısı ile olmaktadır. Bu mânâda, Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Bir kimse onları severse, benim sevgimle sever." Aynı şekilde, bir kimse de, onlara buğz ederse, Resulullah ﷺ Efendimize buğz ettiği için buğz eder; bu mânâda da Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Bir kimse, onlara buğz ederse, benim buğzum için buğz eder." Bu hadis-i şerifin daha açık mânâsı şu demeye gelir: – Ashâbımla alakalı muhabbet, aynen benimle ilgilidir. Onlara olan buğz da, aynen benimle alakalı buğzdur. *** Sahâbe-i kiramın hali, Resûlullah ﷺ Efendimizin emrine uymak idi. Muameleleri, Resûlullah'ın ﷺ râzı olmadığı şeylerden sakınmak idi. Onlar; babalarını, analarını, kadınlarını Resulullah ﷺ uğruna feda ettiler. İhlâs ve itikadlarının tamlığındandır ki, Resulullah ﷺ Efendimizin tükürüğünü dahi, yere düşmeye bırakmazlardı. O kadar ki, onu alır; yüzlerine, bedenlerine sürerlerdi. Tıpkı bir hayat suyu gibi. Resulullah ﷺ Efendimizin kanı alındıktan sonra; onu içme niyetleri dahi, kemal mânâda ihlâstan gelir. Bu da, meşhur olup bilinen bir mânâdır. Yalan ve hile dolu olan bu asır ehlinden; bu büyüklerden (sahâbeden), Resulullah ﷺ Efendimize karşı edep dışı bir şeyin sudur ettiği vehmini veren bir şey işitilirse şâyet, onu da iyiye yormak lâzım gelir. O vehmi veren ibareden ortaya çıkan da giderilmelidir. Hangi kısımdan olursa olsun, o lâfızlar üzerinde durulmamalıdır. İşte selâmet yolu budur. *** İbn-i Adiy ve Deylemi, Hazret-i Ali'den naklen, Resulullah ﷺ Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı: – "Sıratta en sabit olanınız, ehl-i beytim ve ashâbıma muhabbette şiddetli olanınızdır."
BEDENEN YAKIN OLMAK KALB YAKINLIĞINA SEBEPTİR [3] Evet.. Bedeni yakınlıkların, kalb yakınlıklarına büyük tesiri vardır. Bundan dolayı; velîlerden hiç bir velî sahabe mertebesine ulaşamamıştır. Hatta, büyük şânına rağmen, Veys'el-Karanî ednâ derecedeki bir sahâbenin mertebesine ulaşamamıştır. Bunun sebebi; Hayr-ul Beşer Resulûllah'ın sohbetine erememiş olmasıdır. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar. Abdullah b. Mübarek'e soruldu: – Hazret-i Muaviye mi, yoksa Ömer b. Abdülaziz mi daha faziletlidir? Buna şu cevabı verdi: – Resulûllah ile olduğu sırada, Muaviye'nin atının burnundaki toz hayır olarak Ömer Bin Abdülaziz'den ileridir... GEMİYE BİNEN ve YILDIZLARI TAKİP EDEN KURTULUR [4]
Resulûllah
ﷺ efendimizin ehl-i beytinin
durumu:
Bir âyet-i kerimede ise, şöyle işaret vardır:
(Sohbet:
Birlikte bulunma, arkadaşlık) KUR'AN-I KERİM'DE ALLAH (C.C) TEVRAT'TA ve İNCİL'DE ASHÂBI KİRÂMI NASIL ÖVDÜĞÜNÜ BİLDİRDİ [5] Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: – "Muhammed, Allah'ın Resulüdür. Onun maiyetinde bulunanlar, küffara karşı çetindirler. Kendi aralarında da merhametlidirler. Onları rükû edici ve secde edici olarak görürsün. Onlar daima Allah'tan fazl-ü kerem ve rızâ isterler. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir. İşte, onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, sapları üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Tâ ki, bunlarla kâfirler öfkelensin. İçlerinden imân edip iyi amel ve hareketlerde bulunanlara Allah hem mağfiret, hem de büyük mükâfat vaad etmiştir." (48/29) Üstte meâl olarak anlatılan âyet-i kerimede Sübhan Allah, bazısının bazısına olan tam merhametlerinden ötürü Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbını medhetti. Ki onlar, bu merhamet üzere idiler. Ona ve diğerlerine salât ve selâm olsun. Âyet-i kerimenin Arapça aslında geçen; – "Ruhema..." Lâfzı, merhamette mübalağa içeren; – "Rahiym" Lâfzının çoğuludur. Aynı zamanda sıfat-ı müşebbehedir. Sıfat-ı müşebbehe de (kalıcı sıfatlar da) devamlılığa delâlet etmektedir. Bu da, onların merhametlerinin devamlı oluşuna işarettir. Onların bu merhamet durumu, Resulullah ﷺ Efendimizin hayatında iken ne ise, irtihalinden sonra da aynı olmuş, hiçbir değişme olmamıştır. Her ne şey ki, onların, bazısının bazısına karşı merhametine zıttır; o şey kendilerinden atılmıştır. Böyle olması gereklidir, hem de daima... Bazısının bazısına olan buğz, kin, hased, düşmanlık ihtimali onlardan atılmıştır. Hem de her zaman için... Ashâb-ı kiramın bütünü, bu beğenilen sıfatlarla vasıflanmışlardır. Nitekim: – "Ellezine" (Onlar)" (48/29) lâfzı, genel ve istiğrak sığası (kapsama kalıbı) ile gelmektedir. Ashâb-ı kiramın bütünü ki, bu beğenilen sıfatlarla vasıflanmışlardır, bu durumda, ashâbın büyükleri için ne diyelim? Zira, bu sıfatlar, onlarda daha tamam ve daha kâmildir. Hem de fazlası ile... Bu mânâda Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Ümmetime ümmetimin en merhametlisi, Ebu Bekir'dir." Resulullah ﷺ Efendimiz, Hazret-i Faruk şanında ise, şöyle buyurdu: – "Benden sonra, peygamber gelecek olsaydı; Ömer olurdu." Yani nübüvvetin gerekenleri ve kemalâtı, bütünüyle Hazret-i Ömer'de vardır. Lâkin, Hatemü'r-rusül Resulullah ﷺ Efendimizle peygamberlik makamı kapandığı için; bu makam devleti ile müşerref olmamıştır. Peygamberlik için gerekenler arasında, halka tam rahmet ve şefkat vardır. Onlar, ümmetlerin hayırlısı olan bu ümmetin en faziletlileridir. Onlar, bütün dinleri hükümsüz kılan (nesheden) bu dinin ehli olanların en önde gelenleridir. Onların asırları, asırların hayırlısıdır. Onların sahibi de, resûllerin ve nebilerin en faziletlisidir. Onlar, Resulullah ﷺ Efendimizin sohbetinde ömür tüketmişlerdir. Onun dinine destek ve kuvvetlendirme, şeriatına yardım ve kelimesini yüceltmek (ilâ) için mal ve can harcamışlardır. Anlatılan düşük sıfatlar, bu ümmetin en küçüğüne dahi, ardır. Şâyet onlarda, bu düşük sıfatlar olsaydı; bu ümmetin en faziletlileri olma şerefine nasıl nâil olurlardı? Ne sıfatla bu ümmet, ümmetlerin hayırlısı olacak, imanda en ileri olmanın, Allah yolunda malları ve cânları fedâ etmenin ne meziyeti olacaktı? Ne üstünlüğü olacaktı? Sonra, asırlarının en hayırlı asır olmasına ne tesir edecekti? Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbet faziletinin eseri olarak hangi netice ortaya çıkacaktı? Bu ümmetin velilerinin sohbetinde bulunanlar bile bu çirkinliklerden kurtulabilirken, bütün ömürlerini peygamberlerin en hayırlısının sohbetinde geçiren, mallarını ve canlarını onun dinini güçlendirmek, yüceltmek ve Allah'ın ismini yüceltmek için seferber eden bir topluluğun bu çirkinliklere bulaşmış olması vehmine kapılmak nasıl mümkün olur? Ancak, Allah muhafaza, beşeriyetin en hayırlısının büyüklüğü ve yüceliği küçük görülürse ve onun sohbetinin, ümmetin velilerinden birinin sohbetinden noksan olduğu düşünülürse mümkün olabilir. Biz böyle bir durumdan Allah Teâlâ'ya sığınırız. Kesinleşmiş olan durum şu ki: Ümmetin velilerden hiçbiri, o ümmetin sahabelerinden bir sahabenin mertebesine ulaşamaz; peygamberlerinin mertebesi şöyle dursun... Şeyh Şibli (rh. a) şöyle dedi: – Ashâbını tâzim etmeyen, Allah'ın Resulüne iman etmiş olmaz. İnsanlardan bazıları sanır ki: Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbı iki fırkaya ayrılmıştır. Hazret-i Âli'ye muhalif olanlar ve Hazret-i Âli'nin yanında olanlar. Bu iki fırkadan her birinde, diğerine karşı düşmanlık, kin ve nefret vardır. Onlardan bazısı da, iki yüzlü olarak, bazı çıkarlarını düşünerek bu sıfatlarını gizlemiştir. Yine sanmışlardır ki, bu rezil huylar ve onlarda bulunan diğer kötülükler, birinci asra kadar uzamıştır. Anlatılan vehimleri sebebi ile, Hazret-i Ali'nin (r.a) muhaliflerini şerli anlatırlar ve onlara yakışmayan isnadlar yaparlar. İnsaf edilmesi gerek... Anlatılan mânâ takdirine göre her iki fırka da ayıplanmakta, kötülenmektedirler. Düşük sıfatlarla vasıflandırılmaktadırlar. Bu ümmetin en faziletlileri, bu ümmetin en şerlileri durumuna düşürülmektedir; hatta bütün ümmetlerin en şerlileri!.. O ümmetin hayırlı oluşu, şerli olmaya tebdil olunmaktadır!.. Hangi insafla, Hazret-i Ebu Bekir (r.a) ve Hazret-i Ömer (r.a) anlatılan vehimlerle kötü olarak anılmaktadır? Din ulularına uygun düşmeyen işler haksız yere onlara yakıştırılmaktadır!.. Hazret-i Ebu Bekir (r.a) bu ümmetin en müttakisidir. Hem de, Kur'an'ın kâfi hükmü ile... – "Halbuki en muttaki, Allah katında temizlik bulmak için verendir ve ondan (ateşten) uzaklaştırılacaktır." (92/17-18) meâline gelen âyet-i kerimelerin, Hazret-i Ebu Bekir'in şânında nâzil olduğu hususunda, müfessirlerden İbn-i Abbas ve diğerleri birleşmişlerdir. Burada: – "En muttaki..." (92/17-18) Hazret-i Ebu Bekir'dir. Allah ondan râzı olsun. Allahu Teâlâ ki, bir şahıs hakkında: – "En muttaki..." (92/17-18) buyurur. Yani ümmetlerin hayırlısı olan bu ümmetin en müttakisi... Şimdi düşünmek gerek: Onu küfür ve fasıklıkla itham etmek, dalâlette saymak fenâlık ve alçaklığın hangi haddine ulaşır!.. İmâm Fahreddin-i Razi, üstte anlatılan âyet-i kerimeden, Hazret-i Ebu Bekir'in en faziletli olduğunu çıkardı. Allah ondan râzı olsun. Çün ki: – "En keremliniz (cömert, lütufkâr olanınız), en muttaki olanınızdır." (49/13) meâline gelen âyet-i kerime hükmüne göre, yüce Hakk katında bu ümmetin en keremlisi olma şerefi, Kur'an nassıyla sabit olduğuna göre (nass-ı lâhik hükmüne göre), yine Hazret-i Sıddık'ın olur. Allah ondan râzı olsun. [Yukarıda ismi zikredilen ulemânın âyet-i kerimelerden çıkardıkları mânâya göre; Allah katında temizlik bulmak için verenlerin başı, en muttaki kimse olduğuna göre ve en muttaki kimse de en keremli kimse olduğuna göre, bu kişi Hz. Sıddık olmaktadır.] *** Şunun bilinmesi yerinde olur ki, Sahabe-i kiram, Kur'an ve hadisin tebliğcileridir. İcmâ da, onların asrına bağlıdır. Onlardan tümü veya bazısı dalâlet ve sapıklıkla vasıflandırılır ise, dinin bütününden veya bazısından güven kalkar. Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü (Hatemü'l-enbiya ve Afda-lü'r-rusül) Resulullah ﷺ Efendimizin peygamber olarak gönderilmesinden (bi'setinden) gelecek fayda da az olur. Kur'an-ı Kerim'i cem eden Hazret-i Osman'dır; hatta, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer Faruk'tur. Allah onlardan râzı olsun. Şâyet bu zatlar zemmedilir ve onlardan adalet kaldırılmış olur ise, Kur'an'a nasıl güven kalır ve ne şeyle din ayakta kalır? Bu işin fenalığı düşünülmelidir. Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbının tümü adâlet üzeredir. Bize her ne tebliğ etmişlerse haktır ve doğrudur. Hazret-i Ali'nin (r.a) hilâfeti zamanında vâki olan muhalefetler ve tartışmalar; heva, heves, makâm ve siyâset sevgisi ile olmamıştır. Elbette, hüküm ve anlam çıkarma (ictihad ve istinbat) üzere olmuştur. Onlardan birinin çıkardığı hüküm ve mânâ doğruluktan uzak (ictihadı hatalı, istinbatı yanlış) olsa dahi durum budur. Ehl-i sünnet ulemâsı katında kesinleşmiş olan mânâ şudur: – Bu muharebelerde ve kavgalarda haklı olan Hazret-i Ali'dir. Muhalifleri de hata üzere idiler. Bu hatanın kaynağı ictihad idi. Ve böyle olunca da sahipleri kötülenmekten ve ayıplanmaktan uzak tutulur. Çünkü, onlar Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbı olup Efendimiz kendilerinden râzı olmuştur. Bazıları da, cennetle müjdelidir. Bedir Gazâsı mensupları vardır; günahları bağışlanmıştır. Uhrevi azap kendilerinden kalkmıştır. Nitekim, sahih hadislerde şu mânâ gelmiştir: – "Allahu Teâlâ, Ehl-i Bedr'e muttali oldu ve şöyle buyurdu: – Ne isterseniz yapın, sizi bağışladım." Onların bir kısmı da, Biat-ı Rıdvan ile müşerref olmuştur. Resulullah ﷺ Efendimiz de, bu biatta bulunanlara şöyle buyurdu: – "Ağacın altında biat edenlerden hiç kimse, cehenneme girmeyecektir." Hatta ulemâ, Kur'an-ı Mecid'den, ashâb-ı kiramın tümünün cennet ehli olduğu anlaşılmaktadır demişlerdir. Bunu şu meâldeki âyet-i kerimeden almışlardır: – "İçinizde, fetihten evvel Allah yolunda harcayan ve muharebe eden kimseler, diğerleri ile bir olmaz. Onlar derece itibarı ile fetihten sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür. Allah her birine Hüsna'yı vaad etmiştir. Allah her ne yaparsanız hakkıyla haberdardır." (57/10) – "Hüsna..." Mânâsı cennettir. Hangi sahâbe ki, fetihten evvel ve sonra mal harcayıp muharebe etmiştir; onun için cennet vaadi gelmiştir. Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurmuştur: – "Ashâbım hakkında Allah'tan korkunuz. Benden sonra, onlara garaz beslemeyiniz. Onları seven, benim sevgimden dolayı sever onlara buğz eden de, bana buğz ettiği için buğz eder. *** Bütün sahâbe, geçmişte gelen peygamberlerin kitaplarında anlatıldı. Nitekim, Allahu Teâlâ, Tevrat'ta ve İncil'de onların vasıflarını anlattı. ÇALIŞARAK ELDE EDİLEMEYEN PEYGAMBERLİK KEMÂLATI, GENEL MÂNÂDA SAHÂBE-İ KİRÂMA AİTTİR [6] Nübüvvet kemalâtının hâsıl olması, sırf ilâhi ihsâna kalmış ve ilâhi bir ikrama bırakılmıştır. Onda zorlamanın ve çalışmanın bir etkisi yoktur. Acaba hangi çalışma ve hangi ameldir ki, bu büyük devleti elde etme sonucunu sağlar. Hangi riyâzet ve hangi mücahededir ki, bu güzel nimet semeresini getirir. Ama velâyet kemalâtı böyle değildir. Zira bunun başlangıcı ve evveli, kazanmaya dayalıdır. Onun hâsıl olması riyazete ve çalışmaya kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma olmadan ve amele girmeden bu devletle müşerref olmaları câiz ise de; velâyetin ikisinden ibaret olduğu fenâ ve bekâ da bir bağış, bir hediye olup lütuf ve ikram olarak çalışma sonunda müşerref olunur. Yani: Bu nimete ermek kimin için murad edilmiş ise o müşerref olur. Resülullah'ın peygamberlikten evvel ve peygamberlikten sonra yaptığı riyazet ve mücahede bu fenâ ve bekâ devletinin tahsili için değildi. Allah-ü Teâlâ O'na salât ve selâm eylesin. Başka ni'metler içindi. Misâl olarak şunları sayabiliriz: Hesabın azlığı, beşerî olan zellelere (sürçmelere ve küçük hatalara) kefaret, derecelerin yükselmesi, yemekten ve içmekten uzak olan elçi meleklerle sohbet, nübüvvet makamına münasib olan harika hallerin zuhuratı gibi birtakım faydalar. Şunun da bilinmesi yerinde olur. Anlatılan ilâhi bağışlar, peygamberler hakkında vasıtasız gelmektedir. Tebâiyet ve veraset yolu ile anlatılan devletle müşerref olan onların ashâbına ise, peygamberlerin vasıtası ile gelmektedir. Onlara selâm olsun. Her ne kadar bu ni'metle şereflenmeleri mümkün olsa da peygamberler ve onların ashâbı dışında bu devletle müşerref olan azdır. Bir şiir:
Alsaydı
Ruh'ül-Kudüs'ten (Cibril-i Emin'den) yardımını: *** Öyle sanıyorum ki, bu devlet tabiinin büyüklerine ve teba-i tabiinin de en büyüklerine bir gölge bırakmıştır. Ve daha sonra da gizlenmiştir. Taa, Resulûllah'ın gelişinden sonra bin sene geçinceye kadar. Ona salât ve selâm olsun. İşbu devlet, tâbi olma ve vâris olma yoluyla bu vakitte yeniden meydana çıkmış ve böylece evvel, âhire benzemiştir. EFENDİMİZİN VEFÂT HASTALIĞI SIRASINDA BİR ŞEYLER YAZMAK İÇİN KÂĞIT İSTEMESİNİ, HZ. ÖMER ve BİR GURUP SAHÂBENİN ENGELLEMESİ MESELESİ [7] Peygamberlerin ve peygamberliğin sonuncusu Resulullah ﷺ Efendimiz, maraz-ı vefât hastalığında, kâğıt taleb edip şöyle buyurmuştur: – "Bana kâğıt getirin; size bir mektup yazayım ki; benden sonra dalâlete düşmeyesiniz." Hazret-i Faruk Ömer dahi, ashâbdan bir cemaatle beraber, kâğıt getirilmesine, engel olup demiştir ki: – Allah’ın kitabı bize yeter... Daha sonra, bir yanılma olup olmadığı babında o emri yeniden anlamak istemiş ve "sorun bakalım, peygamberimiz bu sözü hastalığının etkisiyle kendinden geçerek mi söylemiştir?" Halbuki Resulullah ﷺ Efendimiz, her ne söylemiş ise, onu vahiy ile söylemiştir. Nitekim bu, şu âyet-i kerime ile sabittir: – "O boşa konuşmaz; söylediği ancak, kendisine gelen vahiyledir." (53/3-4) Vahye engel olup reddetmek ise, küfürdür. Nitekim bu mânâda Allahu Teâlâ, şöyle buyurdu: – "Her kim, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise... onlar kâfirlerdir." (5/44) Bundan başka, Resulullah ﷺ Efendimizin, sayıklama veya hezeyena kapılması gibi bir mânâya cevaz vermek de şer'i hükümlere güveni kaldırmak olur ki, küfürdür, ilhaddır, zındıklıktır. O halde yukarıda anlatılan bu kuvvetli şüphelerin halli nasıl olur? Allahu Teâlâ, seni irşad eylesin. Doğru yola ulaştırsın. Bilesin ki, Bu ve benzeri şüpheler ki, bir cemaat bunları, üç halifeye ve diğer sahabelere vardırmaktadırlar; bu gibi şekli şeylerle gâyeleri, onları reddetmektir. Eğer bu cemaat, insafa gelip de; Hayr'ül-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbet (O'nunla beraberlik) şerefini kabul etselerdi; onların nefislerinin O'nun sohbetinde heva ve hevesten temizlenmiş, gönüllerinin kinden ve hasetten arınmış olduğunu bilselerdi; yine bilselerdi ki onlar, din ve İslâm büyükleridir, İslâm kelimesini yüceltmek için bütün güçlerini harcamışlar, dinin kuvvetlenmesi ve Seyyidü'l-enam Resulullah'a yardım için geceli gündüzlü, gizli aşikâr mallarını sarf etmişler; Resulullah ﷺ Efendimizin muhabbeti için aşiretlerini, kabilelerini, çocuklarını, zevcelerini, vatanlarını, meskenlerini, su kaynaklarını, ziraatlarını, ağaçlarını, ırmaklarını terk etmişler; Resulullah'ın ﷺ nefsini kendi nefislerine tercih etmişler; Resulullah'ın ﷺ muhabbetini dahi nefislerine olan muhabbetten, çocuklarına ve mallarına olan muhabbetten üstün tutmuşlar; yine vahyin ve meleğin gelişine şahit olmuşlar; mucizeleri ve harika işleri görmüşler; böylelikle de gaybleri şahadet, ilimleri de görme (ayn) olmuş; yine onlar bilselerdi ki, Allahu Teâlâ, Kur'an-ı Mecid'inde onları: – "Allah onlardan râzı, onlar da Allah'tan râzı..." (5/119) – "Bu dahi, onların İncil'de ve Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır." (48/29) mânâları ile anlatmıştır; böyle yanlış düşünmezlerdi. Bu kerametlerde ki, bütün ashâb müşterektir; din büyükleri olan Hulefa-i Raşidin hakkında neler zahir olmaz ki?.. Hazret-i Faruk öyle bir zattır ki; onun şânında: – "Ey Nebi, Allah sana ve müminlerden sana tâbi olanlara yeter. (veya; sana Allah ve müminlerden sana tâbi olanlar yeter)" (8/64) buyurdu. İbn-i Abbas (r.a) dedi ki: – Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ömer'in (r.a) İslam’a girmesi üzerine nâzil oldu. Yukarıda anlatılanlar dinlenip insaf nazarı hâsıl olduktan, Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbet (arkadaşlık) şerefi de kabul edildikten sonra onun ashâb-ı kiramının da üstün şânı ve yüksek dereceleri bilindikten sonra, itiraz edenler ve şübhe edenler, bu gibi şüphelerini, yanıltıcı ve safsata süslemelerle düşünüp, ashâbın itibarını düşürmek isterler. Bu şüphelerde yanıltma ve safsataya müracaat etmemiş olsalar dahi; en azından kısa ve öz olarak anlamaları gerekir ki, bu şek ve şüphelerin neticesi hiçbir şeye yaramayacaktır. Hatta bu şüpheler İslâmi zaruretlerle ve açık delillerle çarpışmaktadır. Kur'an ve peygamberimizin sünnet-i ile de reddedilmiştir. Durum yukarıda ayrıntılı olarak anlatılmış olmasına rağmen; bu şüphelerin sebebi ve giderilmesi konusunda, Allah'ın inâyeti ile birkaç mukaddime yazacağız. Dinle... Bu meselenin tam olarak halli, birtakım mukaddimeler üzerine yapılmıştır. Her mukaddime de kendi başına ayrı bir cevap mahiyetindedir. Birinci Mukaddime Resulullah ﷺ Efendimizin bütün konuşmaları, söylemleri vahiy gereği ve âyet değildi. – "O, kendi hevasından söylemez..." (53/3) meâline gelen âyet-i kerime, Kur'an'a mahsus konuşmalarına aittir. Nitekim müfessirlerin de kâil olduğu mânâ budur. Eğer onun bütün konuşmaları bir vahiy gereği olmuş olsaydı; şânı yüce Hak katından Resulullah ﷺ Efendimizin bazı konuşmalarına hiç itiraz varid olmazdı. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Mesela şu âyet-i kerimedeki affetme kelimesinin bir mânâsı olmazdı: – "Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?" (9/43) Allahu Teâlâ, bu hitabı peygamberine yapmıştır. Allahu Teâlâ O'na salât ve selâm eylesin... İkinci Mukaddime Resulullah ﷺ Efendimiz ile akla dayalı işlerde, ictihada kalan hükümlerde; ashâb-ı kiramın söz alış verişi yapmalarının yeri vardır. Bu da, şu âyet-i kerimelerin mucibine göre olmaktadır: – "İbret alınız, ey basiret sahipleri..." (59/2) – "İşi, onlarla müşavere et." (3/159) Böylece, onların bu işlerde red ve değiştirme müsaadesi vardır. Çün ki istişare etme ve ibret alma, red ve değiştirme olmadan düşünülemez. Bedir esirlerinin öldürülmesi hususunda görüş farklılığı olmuştu. Onlardan fidye alınması veya öldürülmeleri üzerine değişik görüşler ileri sürüldü. Hazret-i Ömer'in hükmü onların öldürülmeleri üzerine idi. Gelen vahiy de Hazret-i Ömer'in görüşüne uygun oldu. Fidye alınması karşılığında serbest bırakılmaları konusunda da tehdit nâzil oldu. Bunun üzerine Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Eğer azab nazil olsaydı; Ömer'den ve Saad b.Muâz'dan başkası kurtulamazdı." Zira Saad b.Muâz da, Hz. Ömer gibi esirlerin öldürülmesine işaret etmişti. Üçüncü Mukaddime Resulullah ﷺ Efendimiz için, yanılma ve unutma câizdir; hatta vâki olmuştur da... Allahu Teâlâ, O'na salât ve selâm eylesin... Bu, Zülyedeyn (iki elli) lakaplı bir sahâbe yolu ile gelen hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Şöyle olmuştu: Resulullah ﷺ Efendimiz, dört rekâtlı farzın birinde, ikinci rekâtı kıldıktan sonra selâm verdi. Bunun üzerine, Zülyedeyn Resulullah ﷺ Efendimize şöyle sordu: – Ya Resulallah, namazı kısalttın mı, yoksa unuttun mu? Zülyedeyn'in işaretinin doğru olduğu anlaşılınca, Resulullah ﷺ Efendimiz kalktı; iki rekât daha kıldıktan sonra, sehiv secdesi yaptı. Sıhhat ve rahatlık halinde iken insanlık icâbı yanılma ve unutma mümkün olduğuna göre; Resulullah ﷺ Efendimizden, vefât hastalığı sırasında, kendisini ölüm sıkıntısı kapladığında kasıtsız ve elinde olmayarak birtakım sözler söylemesi, neden câiz olmasın? Şer'i hükümlere olan güven neden kalksın? Allahu Teâlâ O'na salât ve selâm eylesin. Kaldı ki, Sübhan Hak, Resulullah ﷺ Efendimizi, yanılması veya unutması durumunda kesin vahiy ile uyarmış ve doğruyu yanlıştan ayırmıştır. Zira Resulullah ﷺ Efendimizin hata üzerine kesin karar kılması câiz değildir. Çün ki böyle bir şey, şer'i hükümlere olan güveni kaldırır. Böylece sabit oldu ki, güvenin kalkmasına sebep, yanılmanın ve unutmanın kendisi değildir; güvenin kalkmasına sebep, onlarda kesin karar vermiş olmaktır. Yanılma ve unutma üzere kararlı olmak ise câiz değildir. Dördüncü Mukaddime Hazret-i Faruk Ömer, hatta kalan üç halife cennetle müjdelidirler. Bilhassa, Kur'an ve hadislerle onların cennetlik oldukları müjdesi varid olmuştur. Hatta şöyle demek de mümkündür: – Sağlam rivâyetlerin çokluğundan dolayı bu durum, meşhur, hatta manevi tevatür derecesine ulaşmıştır. [Mütevâtir haber, lafzî ve mânevî olmak üzere ikiye ayrılır. "Lafzî mütevâtir" bilginin aynı lafızlarla, "mânevî mütevâtir" ise aynı anlamın farklı lafızlarla nakledilmesini ifade eder.] Bunları inkâr etmek ya cehâletten yahut inattan ileri gelir. Sahih ve hasen derecesindeki hadis ravileri, ehl-i sünnettir, rivâyetlerini tabiine ve sahabeye dayandırmışlardır. Muhalif fırkaların râvilerinin hepsi bir araya gelecek olsa, sayıları ehl-i sünnetin râvilerinin onda birine ulaşır mı, ulaşmaz mı bilinmez? Nitekim bu husus, derinlemesine araştırıp tetkik etmiş olan insaf sahiplerine gizli değildir. Ehl-i sünnet ulemasının kitapları, bu büyüklerin cennetle müjdelenmiş olduklarını anlatan rivâyetlerle doludur. Bazı muhalif fırkalara mahsus kitaplarda bu rivâyetlerin bulunmayışında ne gam olur? Zira müjdeleri beyan eden rivâyetlerin olmayışı, müjdenin olmayışına delâlet etmez. Kur'an-ı Mecid'de hem de pek çok âyet-i kerimelerle bu büyüklerin cennetle müjdeli oldukları sabittir. Bu âyet-i kerimelerden bazıları şöyledir: – "İslâm’da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile güzellikle onlara tâbi olanlar var ya... Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. İçinde ebedi kalmak üzere, Allah bunlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte, bu en büyük nâiliyettir..." (9/100) – "Aranızda, fetihten evvel Allah yolunda mal harcayan ve mukatele eden (savaşan) başkaları ile aynı seviyede olamaz. Bunlar sonradan Allah yolunda mal harcayıp mukatele edenlere (savaşanlara) bakarak, daha büyük dereceye sahiptir. Allah, onların her birine cenneti vaad etti. Allah muhakkak yaptıklarınızdan haberdardır." (57/10) Fetihten evvel ve fetihten sonra, Allah yolunda hicret edip, mal harcayan ve savaşan ashâbın tümü ki, cennetle müjdelenmiştir; mal harcamakta ve Allah yolunda savaşmakta pek ileri olan ashâbın ileri gelenleri için ne diyebiliriz? Ne demeye gücümüz yeter? Onların en büyüklerinin derecelerinin ne olduğunu nasıl idrak edebiliriz? Üstte anlatılan ikinci âyet-i kerime için, tefsir ehli dedi ki: – Bu âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir Sıddık için nâzil olmuştur. Zira o, Allah yolunda mal harcamakta ve savaşmakta, en ileridir. Bir başka âyet-i kerimede ise, Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: – "Allahu Teâlâ, ağacın altında seninle biât eden (bağlılık sözü veren) müminlerden râzı olmuştur. Kalblerindekini bilerek, üzerlerine kuvve-i maneviye indirmiş ve onları yakın bir fetih ve alacakları birçok ganimetlerle mükâfatlandırmıştır. Allah mutlak galiptir; yegâne hüküm ve hikmet sahibidir..." (48/18-19) Muhyi's-sünne (sünneti ihyâ eden) lakaplı İmam-ı Begavi "Meâlimü't-Tenzil" adlı eserinde, Cabir'den (r.a) naklen Resulullah ﷺ Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı: – "Ağacın altında biât edenlerden hiç kimse, cehenneme girmeyecektir." Anlatılan biâta: – Biât-ı Rıdvan adı verilir. Şunun için ki: Sübhan Allah o cemaattan o biâtta râzı olmuştur. [Bey'atürrıdvân: Râzı olunanların bağlılık yemini] Hiç şüphe edilmeye ki, Kur'an ve hadis ile cennetle müjdelenen bir kimseyi tekfir etmek (kâfirdir demek) küfürdür; çirkinliklerin de en büyüğüdür. Beşinci Mukaddime Kâğıt getirilmesini Hazret-i Faruk Ömer'in durdurması, red ve inkâr şeklinde değildir. Böyle bir suçlamadan Allah'a sığınmak gerek. En büyük ahlâka sahip olan Resulullah ﷺ Efendimizin vezirlerinden, O'nun nedimelerinden böyle edep dışı bir hareket nasıl sudur edebilir? Allahu Teâlâ, O'na salât ve selâm eylesin. O kadar ki, böyle bir davranış, Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin bir veya iki defa sohbeti ile müşerref olmuş, ashâbın en alt derecesinde bulunan bir sahâbeden dahi vâki olmaz. Hatta böyle bir reddin, İslâm devleti ile saadete eren avam mü'minlerden gelmesi dahi düşünülemez. Durum böyle olunca, vezirlerin ve nedimlerin en büyüklerinden, muhacir ve ensarın en ulularından böyle bir tavır nasıl beklenebilir? Allahu Teâlâ, onlara insaf versin ki, din büyüklerine karşı kötü zanda bulunmasınlar; anlamadan her bir cümle ve kelime ile onları sorgulamaya, itham etmeye kalkışmasınlar. Nitekim, Hazret-i Ömer'in anlayıp sormak istemesi ve bunun için: – "Hele anlayınız", demesinin anlamı şudur:
Yani Hz. Ömer, (r.a) eğer Peygamberimiz gerçekten bir kâğıt getirilmesini
istiyorsa kâğıt getirilsin; ama bunu gerçekten istemiyorsa böylesine hassas bir
anda kendisini rahatsız etmeyelim, demek istemiştir.
Hüküm çıkarma salahiyetine sahip olan kimseler vahyin indiği sırada
Peygamberimizin huzurunda dahi hüküm çıkarabiliyorlarsa, Resûlullah'ın ahirete
göçmesinden ve vahyin kesilmesinden sonra da ilim ehli bunu yapabilir.
Peygamberimiz bu konuda ısrarlı davranmayıp işin arkasında durmadığına göre bu
kağıt istemesi vahye dayalı değildir. – "Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz, seni hamd ile tesbih takdis ediyoruz." (2/30) Hz. Zekeriya (a.s) da, kendisine Yahya'nın müjdesi verildiği zaman şöyle dedi: – "Rabbim, benim nerden çocuğum olacak? Bana ihtiyarlık geldi; kadınım dahi kısırdır." (3/40) Hz. Meryem de şöyle demiştir: – "Benim nasıl oğlum olur? Bana bir insan eli değmediği gibi iffetsiz biri de değilim." (19/20) Şu halde Hz. Ömer'in de Efendimizin kâğıt istemesi karşısında merakından ötürü bir an için duraksamasında ne gibi bir sıkıntı olabilir, bundan ne çıkar? Altıncı Mukaddime Hayr'ül-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbeti ve onun ashâbına karşı iyi zanda bulunmak lâzımdır. Resulullah ﷺ Efendimizin asrını, asırların hayırlısı; Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbını de peygamberlerden sonra ademoğullarının en faziletlisi bilmek lâzımdır. Böyle bilmek lâzımdır ki; peygamberlerden sonra en faziletli cemaatın, en hayırlı asırda, batıl üzerine toplanmayacağı ve vefâtından sonra, Resulullah ﷺ Efendimizin yerine fâsık ve kâfir kimseleri oturtmamış olduklarına tam bir yakîn hâsıl olsun... Yukarıda şöyle dedim: – Ashâb, ademoğullarının enbiyâdan sonra en faziletlileridir. Çün ki bu ümmet hayırlı ümmettir; böyle olduğu da Kur'an'la sabittir. Sahâbe de bu ümmetin en faziletlileridir. Öyle ki, hiçbir veli, herhangi bir sahâbenin mertebesine yetişemez. Bu hususta biraz insaf yeterlidir. Ve anlamak gerekir ki; eğer kâğıt getirilmesine engel olmak, Hazret-i Faruk'un küfrünü gerektirmiş olsaydı, Kur'an hükmü ile ümmetlerin en hayırlısı olan bu ümmetin en hayırlısı olan Sıddık (r.a), O'nu halife tayin etmezdi. Allahu Teâlâ'nın Kur'an-ı Mecid'de övdüğü, kendilerinden râzı olup cennet vaadinde bulunduğu Ensar ve Muhacir (r.a) O'na biât etmezlerdi; Resulullah ﷺ Efendimizin makamında oturtmazlardı. Resulullah ﷺ Efendimizin arkadaşlığına ve onun ashâbına hüsn-ü zan hâsıl olduktan sonra, bu gibi şüphelerin sıkıntısından kurtulmak kolaylaşır. Bu gibi şüphelerin batıl olduğu anlaşılmış olur. Allah korusun, Resulullah ﷺ Efendimizin sohbetine ve onun ashâbına iyi zan hâsıl olmaz da; iş kötü zanna varır ise, zaruri olarak bu kötü zan, o arkadaşlığın sahibine gider. Hatta bu sahibin dahi Mevlâsına çıkar. Bu işin fenalığını iyice düşünüp tam mânâsı ile anlamak lâzımdır. Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbına saygılı olmayan, O'na imân etmiş sayılmaz. Çün ki Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğz eden de, bana buğz ettiği için buğz eder." Böylelikle, ashâbı sevmek, Resulullah ﷺ Efendimizi sevmeyi gerektirir. Ashâb-ı kirama buğz etmek ise, ona buğz etmeyi getirir. O'na ve âline salât ve selâm olsun. *** Buraya kadar anlatılan mukaddimeleri anlayıp bilince; bu şüphenin ve buna benzer şüphelerin cevabı kendiliğinden meydana çıkar. Hem de hiçbir zorlama olmadan. Hatta birçok cevap hâsıl olur. Zira, bu mukaddimelerden her biri için, şöyle demek mümkündür: – Onlar, kendi sınırlarını dahi aşan cevaplardan birer cevaptır... Nitekim, bu daha önce de anlatıldı. Bu mukaddimeler topluca, bu şüphe maddesini Allah'ın yardımı ile kesip atmıştır. O şüpheleri nazar-ı dikkate almaktan çıkarıp zanna ve tahmine bırakmıştır. Nitekim bu husus, insaflı zeki kimselere gizli değildir. Burada kullandığımız: – Zanna ve tahmine tabiri, söz gelişi söylenmiştir. Yoksa, o gibi tereddütlerin batıl olduğu açıktır. Bu şüphelerin batıl olduğu üzerine yazdığım mukaddimeler ise, ancak bir tembih kabilindendir. Fakir'e göre bu gibi tereddüt ve şüpheler, fen sahibi birinin san'atı gibidir. Ki o kimse, ahmak bir cemaat arasına girer. Onların hisleri ile de sabit olan (yani gözle gördükleri) bir taşı alır; birtakım uydurma delil ve mukaddimelerle onun altın olduğunu isbatlar. Bu ahmaklar da, bu uydurma mukaddimeleri def etmekten aciz, o delillerin de yanıltmacadan ibaret olduğunu tespit etmede noksan olduklarından dolayı şüpheye düşerler. Hatta o taşın altın olduğuna kesin olarak inanırlar. Kendi duyularını unuturlar, hatta duyularını suçlarlar. Bu durumda, akıllı olana düşen; hissettiklerinin (yani gördüklerinin) gerçek olduğuna zorunlu olarak inanmak ve vehme dayanlı mukaddimeleri de suçlamaktır. İşte, üzerinde durduğumuz mesele de üstte anlatılan gibidir. Her üç halifenin de, üstün şânları ve derecelerinin yüksekliği, hatta, Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin tüm ashâbının üstünlüğü, Kur'an ve hadis gereği hissedilmektedir, görülmektedir. Vehme -hayale- dayalı delillerle onlara kötü söz söyleyenlerin sözleri ve ayıplamaları; o taşla ilgili söylenenler ve o hususta yanıltma yapanlar gibidir. [Yani bunların hâli, taşı altın diye yutturmaya çalışanların hâline benzer.] – "Rabbimiz, bize hidâyet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Çünkü, sen hibesi en bol olansın." (3/8) *** Keşke bileydim; onları bu din büyüklerine sövmeye ve İslâm uluları hakkında kötü söylemeye götüren nedir? Halbuki, kâfirlerden ve fasıklardan birine bile sövmek, bir şahsa kötü söylemek şeriatta ibadet, kerâmet, fazilet ve kurtuluş sebebi sayılmamaktadır. O halde, bu dinin hidâyet erlerine ve İslâmın hâmilerine (koruyucularına) sövmek nasıl olur? Düşünülmelidir. Şeriatta varid olmadı ki, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi Resulullah'ın ﷺ düşmanlarına sövmek ibâdet ve kerâmet sayılsın. Elbette yerinde ve münasip olan; onlardan ve hallerinden yüz çevirmek; vakti boşa geçirmemek, malayâni ile meşgul olmamaktır. – "Onlar bir ümmetti; geçtiler. Onların kazandığı kendilerinedir; sizin kazandığınız da size. Onların işlediklerinden sorumlu değilsiniz." (2/141) Allahu Teâlâ, Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbını Kur'an-ı Mecid'de şöyle anlattı: – "Onlar, kendi aralarında merhametlidirler..." (48/29) Bu durumda onlar hakkında düşmanlık ve iki yüzlülük zannına kapılmak Kur'an'ın kesin hükmüne aykırıdır. Yine, bu büyükler hakkında kin ve düşmanlık isbat etmeye kalkışmak, her iki gurubu da kötülemek demektir. Böyle bir kalkışma, her iki gurupdan da emniyeti kaldırır. Ashâbdan her iki zümreye de kötü söz söylenmesine sebebiyet verir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınmak gerek. Böyle bir durumda: Peygamberlerden sonra insanların en faziletlileri, onların en şerlileri görülmüş olur. Asırların hayırlısı ise, asırların şerlisi olmuş olur. Bu anlamda, o asrın tüm ehli, düşmanlık ve kin ile vasıflandırılmış olur ki, böyle bir şeyi söylemeye hiçbir Müslüman cür'et edemez. Böyle bir şeye müsaade de etmez. Hazret-i Ali'nin hangi azâmet ve hangi celâleti var ki bunun için üç halife birden ona düşman olsunlar; ve Hazret-i Ali'de o üç hazrete karşı gizli düşmanlık beslesin. Böyle bir şey, her iki tarafı da kötülemektir. Allah onlardan râzı olsun. Acaba, neden onlar birbirleri ile sütle şeker gibi olmasınlar? Neden kendi varlıklarını birbirlerinde fâni görmesinler? Kaldı ki, hilâfet işi onlar arasında rağbet edilen ve aranan bir şey değildi ki; düşmanlığa ve kine sebep olsun... Nasıl üstte anlatıldığı gibi olmasın ki? Hazret-i Sıddık'tan (r.a) gelen: – "Beni kılıcınızla düzeltiniz" cümlesi meşhurdur. Hazret-i Faruk (r.a) da, şöyle demiştir: – "Hilâfeti alacak birini bulsam, onu bir dinara satarım..." Hazret-i Ali'nin de, Muaviye ile savaşı ve kavgası, hilâfete meyli ve ona rağbeti sebebi ile değildi. Bilakis, âsilerle (devlet başkanına karşı gelenlerle) savaşmanın farz olması ve onları def etmenin zorunlu olmasındandı. Allah onlardan râzı olsun. Bu mânâda, yüce Allah'ın emri şu idi: – "Saldıran tarafla savaşınız; taa, Allah'ın emrine dönünceye kadar." (49/9) Bu konuda söylenecek nihâyi söz şu ki: Hazret-i Ali ile muharebe edenler, azgın ve âsi kimseler değillerdi. Onlar tevil ehli ve görüşleri olan ictihad sahipleri idiler. Bu ictihadlarında, hatalı olsalar dahi, kötülenip ayıplanmaktan beridirler. Fasıklık ve küfürden uzaktırlar. Nitekim onlar hakkında Hazret-i Ali (r.a) şöyle dedi: – Kardeşlerimiz bize asi geldiler; ama ne kâfirdirler, ne de fasık. Zira onların tevil hakları vardır. [Te'vil: Bilinen anlamından başka bir mânâ ile yorumlama. Farklı bir görüşle yorumlama. Ayrı mânâ verme.] İmâm-ı Şafiî de, Ömer b. Abdulaziz'den naklen gelen bir cümleyi şöyle anlatmıştır: – "O, bir kandı, Allah ellerimizi ondan yana temiz tuttu; biz de dillerimizi ondan temiz tutalım." *** Duâ ve yakarış makâmında bir âyet-i kerime meâli: – "Rabbimiz, bizi ve imân ile daha önden bizi geçmiş olan din kardeşlerimizi bağışla. İmân edenler için, kalblerimizde bir kin bırakma. Rabbimiz, sen çok esirgeyen (şefkatli, acıyan) ve çok merhamet edensin." (59/10) Salât ve selâm mahlukatın efendisine, âilesine ve yüksek şeref sahibi arkadaşlarına (seyyidü'l-enama, âline ve ashâb-ı kiramına). Tâ, kıyamet gününe kadar.
SOHBETİN DIŞINDA DAHA FAZİLETLİ OLMA ÖLÇÜSÜ, ALLAH'IN DİNİNE ve PEYGAMBERİNE YARDIM ETMEKTİR [8] Kendileri dışındaki ümmet üzerine, tüm sahabenin üstün fazileti vardır. Zira hiç bir fazilet yoktur ki: Hayr'ül-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbetine denk olsun. Ona salât ve selâm olsun, İslâm’ın zaâfı, Müslümanların azlığı zamanında Din-i Metin'in teyidi, Seyyid'ül-mürselin Resulullah ﷺ efendimize yardım için ashâb tarafından sarf edilen az bir fiil var ya... onlardan başkaları, bütün ömürlerini taat ve ibâdete harcayıp dursalar, o az fiil mertebesine ulaşamazlar. Bu mânânın ifâdesi olarak, Resulullah ﷺ efendimiz şöyle buyurdu: – «Biriniz Uhud Dağı kadar altın sadakası verse, onların bir müd (yirmi kile - sekiz yüz litre), hatta yarı miktarı (on kile - dört yüz litre) arpa sadakasına yetişemez..» *** Fakir'in kanaatine göre asıl fazilet şudur: Dinin kuvvetlendirilmesinde en ileride bulunmak; Rabb'ül-âleminin dininin hükümlerine yardım amacıyla can ve mal harcama konusunda daha kıdemli olmaktır. Nitekim bu konuda da peygamber hepsinden ileri olduğu için; anlatılan mânâda da hepsinden faziletlidir. Aynı şekilde, her kim bu iş üzerinde daha ileri ise.. fazilet itibarı ile diğerlerinden daha ileridir. Bu işte önde bulunan; diğerlerinin üstadı, din emrinde onların öğretmeni gibidir. Onlara sonradan katılanlar ise o önde gidenlerin nurlarından alarak, bereketlerinden istifade ederler.
MÜCTEHİDLERİN KUR'AN'DAN ÇIKARMALARI İMKÂNSIZ OLAN HÜKÜMLER, ALLAH'IN
BİLDİRMESİ İLE EFENDİMİZDEN
SÜNNET
OLARAK MEYDANA ÇIKMIŞTIR
[9] Azametli, şerefli, yüce Kur'an, şer'i hükümlerin tümünü içerisinde toplamıştır. Hatta geçmişteki şeriatların da tümü onda vardır. Bu şeriatın bazı hükümleri, âyet ve hadislerin (nassın) metni, âyet ve hadislerin işareti, âyet ve hadislerin delâleti, âyet ve hadislerin gerektirmesi ile bilinmektedir. Bu hükümleri anlamada, avam halk ve lügat ehlinden seçkin zümre (havas) aynı seviyededir. Bu hükümlerden bir başka kısım ise, hüküm çıkarma ve anlam çıkarma (ictihad ve istinbat) yolu ile anlaşılan türdendir. Bu çıkarımlar ile anlama da, müctehid imâmlara mahsustur. Ulemânın çoğunluğuna göre, müctehidler olarak; Resulullah ﷺ Efendimiz baştadır. Ashâb-ı kiram dahi, müctehiddir. Resûlullah ﷺ Efendimizin ümmetinden olan diğer müctehidleri de sayabiliriz. Ne var ki, Resûlullah ﷺ Efendimizin zamanındaki ictihad gerektiren hükümlerde, bilhassa yanlış-doğru arasında bir tereddüt yoktu. Çün ki o zaman vahiy zamanı idi. Gelen vahiy ile kesin olarak yanlış doğrudan ayrılırdı. Hak, bâtıl ile karışık durmazdı. Çün ki Resulullah ﷺ Efendimizin kararlaştırması ve batılı tesbiti, artık aşılacak bir şey değildir. Ama, vahiy zamanının bitiminden sonra, müctehidlerin anlam çıkarma (istinbat) yolu ile ortaya koydukları hükümler öyle değildir. Zira bu hükümler, hatalı ile doğru arasında tereddütlüdür. Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde; vahiy zamanında karar altına alınan ictihada dayalı hükümler yakîni icap ettirir. Yani kesin ve sağlam hükümlerdir ve amele de itikâda da faydalıdır. Vahiy zamanından sonraki, ictihada dayalı hükümler ise, zan gerektirdiğinden, yalnız amel için yararlıdır; itikâd için yararlı değildir. Kur'an hükümlerinden bir üçüncü kısım daha var ki; insanoğlunun gücü onu anlamaktan yana acizdir. Bu hükümlerde, onları indiren Zat'tan (c.c.) gelecek bir bildirme (ilâm) olmayınca; o hükümlerin anlaşılması tasavvur edilemez. Bu bildirilme de sadece Resulullah'a mahsustur. O'ndan başkasına hâsıl olmaz. Ona ve âline salât ve selâm. Bu kısım hükümler, her ne kadar Kur'an-ı Kerim'den alınmış olsa da, onların açıklayanı veya açığa çıkarıp göstereni Resulullah ﷺ Efendimiz olduğundan, zaruri olarak sünnete nisbet edilmiştir. Tıpkı ictihada dayalı hükümler kıyasa nisbet edildiği gibi. Çün ki o hükümlerin açıklayanı da kıyastır. Dolayısıyla, gerek sünnet, gerekse kıyas, hükümleri meydana çıkaran iki esastır. İsterse bu iki açıklayan esas arasında çok fark bulunsun. Evet... o ikisi arasında çok fark vardır. Çün ki: Kıyas, görüşe dayanır ki, onda hata yeri vardır. Sünnet ise, yüce Hakkın bildirmesi (ilâmı) ile teyid edilmiş olduğundan, onda hata ihtimali yoktur. Sünnetin, asıla (Kur'an'a) kemâl benzerliği vardır ve sünnet, hükümleri kesin olarak ortaya koyar gibidir. Her ne kadar hakikatte, hükümlerin kesinliğinde Kitab-ı Aziz yeterli ise de, üstteki mânâ da ondan uzak değildir. Yani sünnetin hükümleri kesin olarak ortaya koyması konusunda...
[Bu mübârek mektuptan anladığımız kadarıyla;
ONLAR AHİRETTE EFENDİMİZLE BERABER OLACAKLARDIR VE SADECE HAYIRLA ANILMALIDIRLAR [10]
Âhirette Hazret-i Sıddık Resulûllah
ﷺ
efendimizle aynı yerde olacaktır. Aralarındaki fark ise, yüksekte ve alçakta
bulunma (ulviyet
ve süfliyet) durumuna göredir. Hazret-i Ömer dahi, bu devlete, Hazret-i Sıddık'ın
teklifsiz misâfiri olarak erecektir. (Bir başka mânâda uydusu olarak)... ***
Bilesin ki, ***
Ey Kardeş, ONLAR GÖREREK, SONRADAN GELENLER İSE DUYARAK İMÂN ETTİLER [11]
Bu tarikatta, nihâyetin bidâyete derc'edilmiş (girdirilmiş,
giydirilmiş)olması vardır.
Şöyle ki: Bu tarikat ehli, ilk adımda, başkalarının taa işin sonunda
bulacaklarını bulur.
NAKŞİBENDÎ YOLU, ASHÂBIN YOLUDUR [12] Ey necât yolunu arayan, Bu büyüklerin yolu, ashâb-ı kiram yoludur. Allah onlardan râzı olsun. Bu indirâc, yani nihâyetin bidâyete indirâcı (sonun başlangıca yerleştirilmesi), Hayrü'l-beşer Resulullah Efendimizin sohbetinde ashâbına müyesser olan o indiracın eseridir. Ona ve âline salât ve selâm. Resulullah ﷺ Efendimizin ilk sohbetinde bunlara müyesser olan, onların dışında kalan pek az kimselere nihâyette hasıl olmuştur. Bugün bu feyizler ve bereketler, orta devirde yaşayanlara nisbetle birinci asırda zuhur eden feyizlerin ve bereketlerin aynıdır. İsterse ahir, ortaya, evvelden uzak olsun. Ne var ki iş, hakikatta bunun aksinedir. Yâni âhir evvele, ortadan daha yakındır, onun boyasına girmiştir; ortadakiler ister tasdik etsin, isterse etmesin. Hatta bu hakikati son gelenlerin de pek çoğu idrak edememiştir. ONLARIN NEFSLERİ RESULULLAHIN SOHBETİ İLE HEVÂDAN, HEVESTEN ve TAASSUBDAN TEMİZLENMİŞTİR [13] Cemel ve Sıffiyn muharebesi gibi, ashâb-ı kiram arasında vukû bulan kavga ve muharebelere gelince, yerinde olur ki, bunlar, doğru yoldan iyiye yorula... Bu hususta, ashâb-ı kiram, nefsanî hevesten ve taassubdan (batıl saplantılardan) uzak görüle... Zira o büyüklerin nefisleri, Resulullah'ın ﷺ sohbeti ile hevâ ve hevesten tezkiye edilmiştir; kinden ve hasetten de temizlenmiştir. Eğer onlardan bir barış vâki olmuş ise, Hak içindir. Şâyet onlardan bir kavga ve çekişme zuhur etmiş ise, bu da yine Sübhan Hak içindir. Onlardan her fırka, kendi ictihadının gerektirdiğine göre amel etmiştir. Nefsi arzu ve bir tarafgirlik (hevâ ve taassub) şâibesi olmadan muhalif işleri nefislerinden atmışlardır. Onlardan her kim, ictihadında isabetli ise, onun için sevap olarak iki derece vardır. Hatalı olan için de sevap olarak bir derece vardır. Bu ictihad işinde, yanılan da yanılmayan gibi ayıplanmaktan uzak görülmektedir; hatta onun için, sevap derecelerinden bir derece vardır. Ulemâ, bu mânâda şöyle dedi: – Bu muharebelerde, hak Hazret-i Ali tarafında idi. Muhalifler dahi, doğrudan bir tarafta idiler (hataları ictihâd hatası idi). Durum böyle olunca, onlara küfür ve fısk nisbeti bir yana, kusur isnad edilemeyeceği gibi ayıplamanın da yeri yoktur. Nitekim bu mânâda, Hazret-i Ali (r.a) şöyle dedi: – Kardeşlerimiz bize karşı geldiler; ama onlar ne kâfir idi ne de fasık. Çünkü onlardan küfrü ve fıskı atacak tevil yolları vardı. Bu mânâda, Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Bilhassa, ashâbım arasında geçenlere karşı kendinize sahip olunuz." Yerinde olur ki, Resulullah ﷺ Efendimizin tüm ashâbına tâzim edile. Onların hepsi de hayırla anıla... Onlardan hiçbirine kötü zan beslenmeye. Onların kavgası, başkalarının barışından daha faziletli görüle... İşte necât ve felâh yolu budur. Zira Resulullah’ın ﷺ ashâbına karşı beslenen sevgi, Resulullah ﷺ Efendimize olan sevgi sebebi iledir. Onlara beslenen buğz ise, Resulullah ﷺ Efendimize buğza çeker. Bu mânâda, büyüklerden biri şöyle dedi: – Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbına tazim etmeyen, Allah'ın Resulüne imân etmemiştir. *** Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "İsrailoğulları, yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan biri müstesna, hepsi de cehennemdedir. Ümmetim dahi, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların da hepsi cehennemdedir; ancak biri müstesna..." Dediler ki: – Bu fırka-i naciye (yâni kurtulan tâife) kimdir, ya Resulallah? Bunun üzerine, Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Onlar, benim ve ashâbımın üzerinde bulunduğu hâl üzere olanlardır." Burada anlatılan fırka-i naciye, ehl-i sünnet ve'l-cemaattır. Onlar, Resulullah ﷺ Efendimize tâbi olmayı ve onun ashâbına tâbi olmayı bırakmayanlardır. SAHABE-İ KİRÂMIN CEZBE ve SÜLÛKUN ÖTESİNDEKİ ÇOK YÜKSEK MAKÂMI [14]
Her makamın, kendi başına, ilimleri ve elde edilecek marifetleri
vardır. Hattâ, birbirinden ayrı, halleri ve aşk ile kendinden geçmeleri (vecdleri) vardır. Bu makam sahipleri arasındaki birbirine benzerlik; diğer makâmların sahipleri arasındaki benzerliğe nazaran pek azdır. [Yani birbirlerine pek benzemezler] Ama, diğer makamların sahipleri, bir yönden olmasa bile, başka bir yönden birbirlerine benzerler.
Bu makama bağlılık, ashâb-ı kiramdan sonra, inşaallah tam bir
şekilde Mehdî Aleyhisselâm'da zuhur edecektir. Bu makâmdan haber veren tabâkat
şeyhleri azaldı.. O makâmın ilimlerinden ve maarifinden kelâm etmek şöyle dursun.
Bu mânâyı anlatan bir
şiir şöyledir: ASHÂBIN ARALARINDAKİ İHTİLAF İCTİHAD HATASI İDİ [15] Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbı arasında vâki olan muharebe ve kavga, iyiye yorulmalıdır. Onlar, heva ve heves zannından uzak tutulmalıdır. Hatta, makam ve baş olma sevdasından da, hatta yükseklik ve rütbe talebinden de. Zira, bütün bu rezillikler, nefs-i emmareden gelir. Halbuki, bu büyüklerin nefisleri, Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbeti ile saf ve temiz olmuştur. Ne var ki, hilâfeti hakkında vâki olan muharebe ve çekişmelerde hak Hazret-i Ali tarafında idi. Muhalifleri ise, ictihadi sayılan hata ile hatalı idiler. Böyle bir hatadan da, ayıplanmaya ve kötülemeye yer yoktur. Günahkârlığa vardırmak şöyle dursun. Zira, bütün sahâbe adâlet üzere olup rivâyetleri de makbuldür. Hazret-i Ali'nin (r.a) muvafıkları ve muhalifleri rivâyetlerde doğru olmakta tamamen eşittir; güvene lâyıktır. Anlatılan mânâdan ötürü, hepsini sevmek gerek. Zira, onları sevmek, Resulullah Efendimizi sevmektir. Resulullah Efendimize ve onlara salâtlar ve selâmlar. Çünkü Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Bir kimse, onları severse, beni sevdiği için sever." Yine gereklidir ki, onlara buğz edilmeye... Zira, onlara buğz etmek, Resulullah ﷺ Efendimize buğz etmektir. Nitekim bu mânâda Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Onlara buğz eden bana buğz ettiği için buğz eder." Bu büyüklere tâzim ve hürmet etmek, insanoğlunun en hayırlısı (Hayrü'l-beşer) Resulullah ﷺ Efendimize tâzim ve hürmettir. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Onlara tazimin olmayışı da, Resulullah ﷺ Efendimize tâzimin olmayışındandır. Anlatılan mânâdan ötürü yerinde olur ki, Resulullah ﷺ Efendimize tâzim olacağından dolayı, onların tümüne tazim edilmelidir... Şeyh Şibli şöyle dedi: – Ashâbına tazim etmeyen, Allah'ın Resulüne imân etmemiştir. ZAMANIN AHİRİNE DOĞRU TEK TÜK DE OLSA SAHÂBE KEMÂLATINDA EVLİYÂ ZATLAR ZUHUR EDECEKTİR [16]
Bilesin ki,
Yine,
şöyle buyurdu: ASHÂB SÂBİKUN İDİ. SABİKUN KİMLERDİR? [17] Ashâb-ı Şimal, karanlık (zulmanî) perdelerin ehlidir. Ashâb-ı Yemin, nuraniyet perdelerinin (hicaplarının) ehlidir. Sabikun ise, tüm bu perdelerden kurtulmuşlardır. Akranlarına nazaran, yarış okunu kazanmışlardır. Asıl olan meydana da ulaşmışlardır. İki ayaklarından birine sola diğerini de sağa basmak sureti ile imkân gölgesinden de, vücub gölgesinden de yükselmişlerdir (mümkün olma ve zorunlu olma gölgesinden kurtulmuşlardır). Yüce Mukaddes Zat dışında; ne isim, ne sıfat, ne de itibar görmüşlerdir. Ashâb-ı şimal, küfür ve şekâvet erbabıdır. Sabikun ise, asâleten peygamberlerdir; onlara salât ve selâm olsun. Tâbi olma devleti ile de bu devletle müşerref olan herkestir. Bu devletin tebâiyet yolu ile elde edilmesi, peygamberlerin ashâbında daha çoktur. Onlara salât ve selâm. Ashâbın gayrında da, bu devlet nadirdir ve çok azdır. Sabikun devletini bulma konusunda bu şahıs (İmam Rabbani Hz.leri kendisini kastediyor), hakikatta ashâb zümresine dâhildir. Enbiyânın kemalâtına da katılmış bulunmaktadır. Onlara salâtlar ve selâmlar. Resulullah ﷺ Efendimiz onlar hakkında söyle buyurmuştur: – "Bilinmez, onların evveli mi, yoksa ahiri mi hayırlıdır?" Her ne kadar Resulullah ﷺ Efendimiz: – "Asırların hayırlısı, benim asrımdır" Buyurmuş ise de bu hayır, asırlar itibarı ile olup sabikun devleti şahıslar itibarı iledir. En iyi bilen Sübhan Allah'tır. Ne var ki, ehlisünnetin icmâına göre: Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer daha faziletlidir. Allah onlardan râzı olsun. Peygamberlerden sonra, Hazret-i Ebu Bekir'i (r.a) geçen yoktur. Onlara salât ve selâm. Bu ümmetin sabikun olanlarının en ilerisinde, Hazret-i Ebu Bekir (r.a) vardır. Bu milletin kıdemli olanlarının en kıdemlisi odur. Hazret-i Faruk (r.a) dahi, onun aracılığı ile en faziletli olma devletine ermiştir; onun vasıtası ile sonrakilerin üstünde bir dereceye yükselmiştir. Bundan dolayı Hazret-i Faruk için: – Hazret-i Sıddık'ın halifesi, demişler ve hutbede adını: – Resulullah’ın ﷺ halifesinin halifesi... diyerek okumuşlardır. Bu muamele meydanının süvarisi, Hazret-i Sıddık'tır. Hazret-i Faruk dahi, onun redifidir (takip edenidir). O ne güzel bir rediftir ki, süvarinin yoldaşı, arkadaşıdır. En has vasıflarında onun ortağıdır. Allah onlardan râzı olsun. Biz yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki: – Sabikun, yeminin ve şimalin hükümlerinden hariçtirler. Nuraniyet ve zulmaniyet muamelelerinin de üstündedirler. Bunların kitabı, yeminin ve şimalin kitaplarının ötesindedir. Bunların hesapları dahi, ashab-ı yeminin ve asnab-ı şimalin hesaplarının ötesindedir. Bunların meşguliyetleri ve halleri, kendi başına ayrı bir mânâ taşır. Bunların işvesi, sevgisi bir başka mânâda ayrıdır. Ashâb-ı yemin ve ashab-ı şimal misli olan, bunların kemalâtını nasıl idrak edebilir? Avam mü'minler gibi velayet erbabı dahi, onların sırlarına nasıl nâil olsun? Kur'an-ı Kerim'deki mukattaat harfleri, bunların sırlarının işaretidir. Furkan-ı Kerim'deki müteşabih âyetler, bunların vusul (ulaşma) basamaklarının hazinesidir. Bunların asla vâsıl olmaları, gölgeden ayrılmıştır; gölge erbabı da onların has hariminden (yabancılara yasak olan mukaddes sahalarından) uzaklaştırılmıştır. Bunlar, yakınlığı bulanlardır. Revh ü reyhan (rahat ve rızık, bolluk ve hoşluk) bunların nasibidir. Büyük kıyamet bunları mahzun etmez. Başkaları gibi, mahşerde kıyâmet dehşetleri, bunları yerlerinden bile oynatamaz. ASHÂB-I KİRAM ARASINDAKİ İHTİLAFLARDA HZ. ALİ TARAFI HAKLI İDİ, DİĞER TARAF DA HAKSIZ DEĞİLDİ FAKAT HATA ÜZERE İDİ [18] Resulûllah ﷺ efendimiz şöyle buyurdu: – «Allah Allah.. Benden sonra, ashâbıma garaz bağlamayınız. Onları seven beni sevdiği için sever; onlara buğz eden de, bana buğz ettiği için buğz eder. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur; bana eziyet eden de Allah'a eziyet etmiş olur. Allah'a ve Resulüne eziyet edenin de muâheze olunma (azarlanma) korkusu vardır.» Allah-ü Teâlâ, bir âyet-i kerimede şöyle buyurdu: – «O kimseler ki, Allah'a ve Resulüne eziyet ederler; dünyada ve âhirette, Allah onlara lânet etmiştir.» (33/57) *** Ashâb-ı kiram arasında geçen, kavgayı ve ihtilafı, iyiye, yormak lâzım gelir. Onları, nefsin arzularından ve aşırı tarafgirlikten (yani hevâdan ve taassubdan) uzak görmek gerek. Hazret-i Ali'nin muhabbetinde ifrata varmasına rağmen, Taftazani şöyle diyor: – Vukûa gelen muharebeler ve muhalefetler, hilâfet meselesinden doğan bir anlaşmazlık, bir kavga değildi. Elbet, ictihaddan ötürü bir hata idi. Hayali, ona yazdığı haşiyede ise; şöyle dedi: – Muaviye ve güruhu; Hazret-i Ali'yi (r.a) zamanının en faziletlisi olduğunu, imâmete en haklı olduğunu bildiklerini itiraf ettikleri halde, bir şübhe ile ona itaat etmekten ayrıldılar. Sandılar ki, Hazret-i Osman'ın (r.a) katillerinden kısası kaldıracak. Allah ondan râzı olsun. Kara Kemal dahi, haşiyesinde Hazret-i Ali'den (r.a) naklen şöyle dedi: – Bize karşı çıkan kardeşlerimiz kâfir değillerdi. Fâsık dahi değillerdi. Zira, onlar için tevil yolu vardır. Hiç şüphe edilmeye ki, ictihada dayalı hata, kötülenmekten pek uzaktır. Bu hataya düşen, ayıplanıp kötülük isnad edilmekten uzaktır. Bu duruma göre, uygun düşer ki: Ashâb-ı kiramın hepsi hayırla yâd edile. Bu dahi, Hayr-ul Beşer Resulûllah ﷺ efendimizle olan sohbet (arkadaşlık) hakkına riâyettir. Onlar, Resulûllah ﷺ Efendimizin sevgisi sebebi ile sevilmelidir. Bu mânâda, Resulûllah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – «Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğz eden de bana buğz ettiği için buğz eder.» Demek olur ki: – Ashâbımla alakalı sevgi, bana taalluk eder. Aynı şekilde, onlarla alakalı buğz dahi, bana taalluk eden buğzdur. Hazret-i Ali ile muharebe edenlere olan muhabbetimizden dolayı, bize asla garaz tutulmamalıdır. Elbette bize düşen, onlardan dolayı üzüntü duymaktır. Lâkin, Resulûllah'ın ﷺ ashâbı oldukları için de, onları sevmekle memuruz; onlara buğz etmek, onlara sıkıntı vermek, incitmek bize yasak edilmiştir. Hiç şüphe yok ki onları, Resulûllah ﷺ Efendimizin sevgisi ile severiz. Onlara buğz edip ezâ etmekten de sakınırız. Çün ki böyle bir şeyin sonu Resulûllah'a ﷺ çıkmaktadır. Durum böyle olmasına rağmen, haklıya haklı, batıla da batıl, diyebiliriz. Hazret-i Ali (r.a) haklı idi; ona muhalif olanlar da hata üzere idiler. Bu konuda, anlatılandan fazlasını söylemek fuzulîdir. (1) – Mektûbât - [66. Mektup] (2) – Mektûbât - [349. Mektup] (3) – Mektûbât - [207. Mektup] (4) – Mektûbât - [59. Mektup] (5) – Mektûbât - [436. Mektup] (6) – Mektûbât - [301. Mektup] (7) – Mektûbât - [409. Mektup] (8) – Mektûbât - [412. Mektup] (9) – Mektûbât - [368. Mektup] (10) – Mektûbât - [251. Mektup] (11) – Mektûbât - [210. Mektup] (12) – Mektûbât - [336. Mektup] (13) – Mektûbât - [380. Mektup] (14) – Mektûbât - [32. Mektup] (15) – Mektûbât - [429. Mektup] (16) – Mektûbât - [209. Mektup] (17) – Mektûbât - [352. Mektup] (18) – Mektûbât - [266. Mektup]
|