(Mânevîyat Yolunun Adâbı) Hazret-i Pîr Azîz Mahmûd Hüdâî Kaddesallahu Sırrahul Alî Sâdeleştiren:
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُلِلهِ الَّذِ تَجَلَّى بِذَاتِهِ لِذَاتِهِ فَا اَظْهَرَ مَا اَظْهَرْ وَالصَلَوةُ وَالسَّلَامُ عَلَى مَنْ بَلَغَ الرِّسَالَةَ وَاَنْذَرَ عَشِيرَتَهُ اْلَاقْرَبِينَ وَبَشَّرَ مَنْ بَشَّرَ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَحْبَابِهِ اْلمُتَأدِّبِينَ بِاَدَابِ مَنْ تَأدَّبَ بِمَازَاغَ اْلبَصَرْ
“Elhamdulillahillezi tecellâ bizatihi
lizâtihi fe azhara mâ azhar. Ve’s salâtü ve’s selâmü alâ men bellega’r risâlete
ve enzera aşiretehu’l akrabine ve beşşera men beşşera ve alâ âlihî ve ashâbihî
ve ahbabihi’l müteeddibine bi âdâbi men teeddebe bima zaga’l basar” Ma’nası: “Allaha hamdolsun ki kendi zatı ile zâtına tecelli etti ve izhar ettiğini izhar etti. Salât ve selâm; risâleti tebliğ eden ve yakın akrabalarını inzâr eden (uyaran) ve müjdelediğini müjdeleyen o zâta ve âline, arkadaşlarına, sevenlerine ki onlar “bima zâga’l basar“ da edeblenmiş olan o zâtın edebi ile edeblenmişlerdir” مَا زَاغَ الْبَصَرُ : Ma zâga’l basar: Gözü kaymadı – Necm 17 Hak yoluna yolcu olmak isteyenler bile ki; bu yolun, yolların şereflisi ve en azizi olmasını kısa akıl anlayamamaktadır. İsteyenleri istediğine ulaştıran bir kâmil mürşid ve mahir bir terbiyeciye gerek vardır. Hattâ Resûlullâh ﷺ : اِنَّ الَلهَ اَدَّبَنِى فَاَحْسَنَ تَأدِيبِي buyurmuşlar.
“İnnallâhe
eddebeni fe ahsene te‘dibi”
Bu Hadis-i Şerifin ma’nâsı; “Muhakkak Allah beni en
güzel sûretde edeblendirdi” Öyleyse irşad olmak isteyen müride lâzım olan; önce kalbinin yattığı, gönlünü dolduran şeyhlerden bir şeyhe tâbi ola. Verdiği sözü bir şekilde sağlam tuta ki; rahatta ve sıkıntıda, zorlukta ve kolaylıkta sözünü bozmayıp, tâbi olma konusunda ayağı sabit ola. مَنْ ثَبَتَ نَبَتَ
buyrulmuşdur.
Seçilmiş ashabdan (Allah cümlesinden râzı olsun) Avf bin Mâlik (Allah ondan râzı olsun) der ki, "Birkaç kişi peygamberimizin ﷺ huzurunda idik. Allah ve Resûlüne bi’at etmez misiniz? Dedi. Biz de dedik, yâ resûlallâh, biz sana zaten bi’at etmedik mi? Yine şerefli sözlerini tekrarladılar. Biz de elimizi uzatıp, neyin üzerine bî’at edelim ya resûlallâh? Dedik. Buyurdular ki, “Allâha ibâdet edesiniz, şirkden hazer edesiniz (sakınasınız), beş vakit namaz kılasınız, hak sözü dinleyesiniz, itâ‘at edesiniz ve kimseden bir şey istemeyesiniz” Bu hadis-i rivâyet eden der ki; "Orada bulunanlar bu sözlerini o kadar korudular ki; hatta bazıları, elinden düşürdüğü değneği dahi birisinin alıvermesini istemedi" Ve yine mürid sırrını şeyhten gizlemeyip, şeyhinin emir buyurduklarından ve öğrettiği zikirden başkasıyla meşgul olmaya. Ve yürüdüğü yolun hayırlı bir yol olduğuna inanıp, âdâbına uymaya özen göstere. Açlığa, uykusuzluğa, sükûta ve halktan uzak durmaya devam ede. Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruh, sağlam bir kopuş ve yolculuktan fayda elde edilebilmesi için sekiz şart buyurmuşlar: – Birincisi: Muhabbetin devamı, – İkincisi: Yalnız kalmaya devam, – Üçüncüsü: Oruca devam, – Dördüncüsü: Sükûta devam, – Beşincisi: Zikre devam, – Altıncısı: Hayır olsun şer olsun, gelen düşünceleri kovmaya devam, – Yedincisi: Pâk bir inançla ve tam bir teslimiyetle kalbini şeyhe bağlamak. Şu şekilde ki; âlem dolu şeyh olsa bu fakîre feyz ancak bu şeyhten gelir, başkasından gelmez inancıyla. Çün ki eğer mürîdin kalbinde şeyhinden başkasına meyil olursa bâtını birlik hazretine (hazret-i vâhidiyyeye) açılmaz. Şeyhler sırları mübârek olsun (kuddise esrarahum) bu şarta uymayı çok önemsemişlerdir. Hattâ Şeyh Necmeddîn Kübrâ der ki; ayna yapmak için âletler ve sebepler hâzır ve âmâde olsa, ama üstâd olmasa o ayna yapılamaz. Aynı şekilde, Cüneyd'in buyurduğu yedi şart bulunsa da yedinci şart bulunmasa, yani kalb şeyhe bağlanmamış olsa (rabt-ı kalb bulunmasa), mürîdin kalb aynası berraklaşmaz. – Sekizincisi: Allâha ve şeyhe i’tirâzı terk edip, sıkıntı ve ferahlığı (kabz ve bastı) yaratandan bilip, teslimiyet göstermektir ve Allâh sübhânehu ve teâlânın; عَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ buyurduğunu düşünüp, mevlâ kuluna çok merhametlidir, hâlini bilendir, demek ki hayır bundadır demektir. “Asâ en tekrehû şey’en ve hüve hayrün leküm” Sûre-i Bakara, Ayet 216 Ma’nâsı: “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür” Ve yine mürid, buluşma (halvet) ve ayrılma vaktinde kimseye kapı açmaktan, sohbet ve ziyâretten sakına ki, Hazreti Peygamber ﷺ ilk hallerinde Hakk'la yakınlık için halktan kesilip, Hirâ Mağarası'nda yalnız olurlar imiş. Dış ve iç temizliğine devam ede. Özellikle, şeyhin huzurunda abdestsiz olmaya. Şeyh-i Ekber, kendi pîri Şeyh Ebû Medyen'den (sırları mukaddes olsun) anlatarak buyurmuşlardır ki; “Başlangıçtaki hâlimde mutlaka dışımı pâk edip, kalbimi de kendi bildiklerimden temizlemeden şeyhe varmazdım. Eğer şeyhim kabûl ederse mutluluğuma, etmezse de kendi kötülüğüme, bedbahtlığıma yorardım.” Ve şeyhin yanına varınca, buyurulan edebe göre dizini öpüp otura. Ama şeyh teveccühte iken konuşup rahatsız etmeye. Sonra hâlini arz edip, gördüğü vâkı'adan* asla bir şey eksiltmeyip ya da artırmayıp, emâneti sahibine ulaştıra. Yani olduğu gibi anlata. Eğer şeyh yorumlarsa kulak vere, yorumlamazsa ısrar etmeye Çün ki bazan fayda onda olur. Yani yorumlamamasında. Ve yine şeyhin huzurunda kaftanının kolunu çıkarıp oturmaya ve söylediği kelâmı kalpten dinleyip, o esnada başka şeyle ilgilenmeye ve etrafına bakınmaya. Ve oradan ayrılmak istediği zaman yine dizini öpüp bir-iki adım kadar geri gitmeden, hemen arkasını dönmeye. Ve şeyh ayakta iken derviş oturmaya ve şeyh gelip-gittiği vakit ayağa kalka. Ve şeyh selâm verdiği vakit iki elini bağlayıp tevâzu ile selâmını ala. Derviş, kendisi selâm verdiği zaman da öyle yapa. Seyahat halinden ve zikir halkasından başka yerde şeyhe arkasını dönmeye. Seyahat halinde iken de şeyh binek üzerinde olursa böyledir, yani dönebilir. Eğer yaya ise yine arkasını dönmeyip, gece önünde gide fakat gündüz önünde gitmeye. Ve şeyh yaya iken derviş bineğe binmeye, binekle gideceği zaman da şeyh huzurunda binmeye. Ve eğer şeyhin emri değilse onunla birlikte yürümeye. Eğer şeyh saf düzeni için işaret etmemişse namazda beraber durmaya. Şeyhin işaretine binaen beraber dururlarsa namazdan sonra yine yerine döne. Şeyhin seccadesine basmaya, yerine oturmaya, şeyhin ibriğini kullanıp abdest almaya. Ve asâsını getiren derviş, asâyı alıp verdiği zaman elini öpe ve aldığı asayı temiz bir yere koya. *[Vâkı'a: Vukû bulan. Olmuş olan. Sâlikin halvette zikir ve ibâdetle meşgul iken uyku ile uyanıklık arasında bâzı gerçeklere vâkıf olması durumu.] Ve şeyh dervişe bir şey vermiş olsa, eğer bu ayakkabı ve seccade gibi bir şey değilse saygılı olup o şeye basmaya. Ve şeyh bir mecliste bir şey sunmuş olsa, derviş uzakta olup da eli yetişmiyorsa, en azından ayağa kalkıp saygı göstere. Uzak veya yakın bir yere gidecek olsa, şeyhinden izinsiz gitmeye. Eğer şeyhi mekânında bulamazsa ve işin ertelenmesi de mümkün değilse, en azından kapısına gelip hâlini içinden arz ede. Eğer derviş yabanda, yani şeyhinden uzak bir yerde bulunup da bir müşkülü olsa, şeyhin bulunduğu tarafa yönelerek onun mânevi gücünden (ruhâniyetinden) yardım isteye. Eğer kalb bağlantısında (rabt-ı kalbde) bir eğrilik yok ise o müşkül çözülüp gönül ferahlığı meydana gelir. Sözün özü, her hâlde edebe uyup şeyhten izinsiz bir iş yapmaktan, bir yere gitmekten sakına. Ve yine derviş, çalışıp çabalama ve daha faziletli olanı tercih (mücâhede ve azîmet) tarafını bırakıp, izin verilmiş ve kolaylık (müsâ’ade ve ruhsat)tarafını tutmaya. Eğer tutarsa; yükselmeden, ilerlemeden (terakkîden) geri kalır. Ve şeyhi bir hizmet teklif ederse, ertelemeye ve o işe başka bir iş katmaya. O işin sebebini ve nasıl yapılacağını sormayıp, o hizmeti yerine getirmeye niyetlene. Rivâyet olunur ki, şeyhlerden biri bir mürîde; "Eğer şeyhin seni bir hizmete gönderse, yolda giderken bir mescide uğrasan ve orada insanlar namazda olsalar ne yapardın?" diye sordu. Mürîd, "o hizmeti yerine getirip, ondan sonra namazımı kılardım" şeklinde cevap verdi. Şeyh bu cevabı beğendi. Bundan maksat hizmete verilen özendir, yoksa hâşâ ki namaz emrini önemsememe değildir. Çün ki şeriat-ı şerif, tümünün aslıdır ve yolların hayırlısının en kıymetlisidir. Ve derviş, görünüşte doğrunun kendi tarafında olduğunu anlasa bile şeyhin sözünü reddetmeye. Mürîdin şeyhe itirâzı, yolunda tam bir engeldir. Hatta ehl-i tarîkat katında haramdır. Çün ki bu zâtlar katında mürîd, irâdesini yok etmiş olan kimsedir. Eğer kendi irâdesi olursa, o kimse nefs ehli ve nefsine tâbi mürîddir, nefsinin mürîdidir. Yoksa hak ehli ve Hüda yolunun mürîdi değildir. Sözün özü; derviş, şeyhi hakkında kötü zanda bulunmaktan sakınıp, aslında ona, Hakk'a giden yolu bilen ve Allah'ın kullarına nâsihat eden, öğüt veren biri olarak inanmalıdır. Ve anlamadığı yeri inkâr etmemelidir. Rivâyet olunur ki; bir derviş şeyhini bir günah işlerken gördü. Buna rağmen onu inkâr etmeyip, öğüdünü terk etmedi ve hizmetinde kusur etmedi. Şeyh onun samimiyetini görüp sebebini sordu. Derviş şöyle cevap verdi: "Ya şeyh; fakir (ben) sizin günah işlemediğiniz inancı ile hizmetinize başlamadım. Ancak, hak yolu bilen ve yolun durumuna vakıf olan biri olarak inandım ki isteğim de öyle olmanızdır. Yoksa günah işleyip işlemediğiniz kendinizle ilgili, rabbiniz ile kendi aranızdaki bir husustur". Şeyh bunları işitince ona hayır duâda bulundu. Kısa bir süre içerisinde o derviş güzel bir hâle kavuştu ve yüksek bir makama ulaştı. Bu neticeleri isteyen dervişe her hâlde lâzım olan, şeyhi hakkında kötü zandan ve inkârdan sakınmaktır. Ama şeyh için de lâyık olan şudur ki; câiz olmayan şeylerden ve töhmet yerlerinden, * اِتَّقُوا مَوَاضِعَ التُّهَمِ "töhmetli olan yerden kaçınınız" emri gereği sakınıp, hem kendi mertebesini kemâle ulaştırıp tamamlaya ve hem de Allah'ın kullarını kötü zandan kurtara ki, şerefli şeriâtın hükümleri, esasların aslı, Allah katı ve insanlar nezdinde kabul gören budur. Hatta bazı büyükler, "şeriat hükümlerine hâinlik edene ilâhi sırlar emânet edilmez" buyurmuşlardır. Allah subhanehu ve teâlâ, kendi sırlarını hiç kimseye vermez. Ancak emin olan, güvenilir kullarına verir. * “İttekû mevâziat tühemi”Ma’nası; “Töhmetli olan yerlerden kaçınınız” Ve Ebû Hamza Horasânî kuddise sırruh, "Hazret-i Peygambere ﷺ tâbi olmaktan, yani O'na uymaktan başka hak yolunun delili (rehberi) yoktur" buyurmuşlardır.Ve İmâm-ı Ali Allah yüzünü ak etsin (kerramallâhu vecheh) buyururlar ki; الطُّرُقُ كُلُّهَا مَسْدُودَةٌ عَلَى اْلخَلْقِ اِلَّا عَلَى مَنْ اِقْتَفَى اِثْرَ رَسُولُ اللهِ ﷺ “Etturuku küllühá mesdûdetün alel halki illa alâ men iktefa isra Resûlillahi ﷺ” Ma’nası; “Halk için bütün yollar kapanmıştır, sadece Resûlullah'ın ﷺ yolunu takib edenlere kapalı değildir” Bazı şeyhlerden görünüşte kötülenen, iç yüzüyle ise övülen bazı şeyler anlatılır. Meselâ, şarap kadehini ellerine alıp ağızlarına götürdüklerinde bala dönüşmesi gibi. Evliyânın kâmilleri bunun zayıfların hâli olduğunu buyurmuşlardır. Kâmil odur ki, tüm mertebeleri yerli yerinde muhafaza eder. Dervişe vacibdir ki, hâlini başkalarının yanında açığa vurmaktan sakına ve şeyhinin sırlarını korumaya gayet özen göstere ki, yaratılanın sırrı emânet edilemeyen kimseye yaratanın sırrı emânet edilmez. Hikâye olunur ki, bir mürîd, eminlik dâvâsı güdüp, kendisine bazı ilâhi sırların verilmesini isterdi. Şeyh de onun halini bilirdi. Bir gün hâlini kendisine de bildirmek için bir koyunu boğazlayıp bir çuvala koydu ve ellerine de kan bulaştırdı. Mürîd gelip görünce, sordu. Şeyh cevap verdi, dervişlerden filancayı katlettim, sakın bu sırrı açık etme, dedi. Ama "katlettim" demekten muradı; onu, nefsinin arzularına muhalefet ettirmekle nefsini öldürdüm mânâsına idi ki yalan meydana gelmeye. Sonra, o çuvalı mürîd ile birlikte bir yere gömdüler. O katlettim dediği dervişi de saklayıp, babası istemeye geldiğinde, burdadır deyip göstermedi. Zaman sonra, eminlik davâsı güden mürîde tarikat ile şiddet ve baskı yapınca mürîd tahammül edemeyip, dervişin babasına vardı ve oğlunu şeyh katletmiştir, onu birlikte gömdük, dedi. Bu konu o asrın padişâhına anlatıldığında, padişâh şeyhin derecesinin büyüklüğünü anladı. Durup, hele kadı ve âdil kimseler bir görsünler, dedi. Ve mürîd, o heyetle birlikte şeyhe sövüp sayarak olay yerine geldi. İddianın yerini gösterdi. Açtılar, gömülenin boğazlanmış bir koyun olduğunu ve o kimsenin oğlunun da hayatta olduğunu gördüler. Bu vaziyette iddia sahibi mürîd çok utanıp, yaptığından pişman oldu. Dervişin, kolay olsun zor olsun, şeyhin koyduğu şartları kabul etmesi lâzımdır. Ki hak yolu, mücadele ve sıkıntı yoludur, yoksa izin ve rahat yolu değildir. Çün ki seferdir. Sefer, bizzat cehennem ateşi azâbının cüzüdür. Seferde olan, yolda rahata tamah ederse, varması gereken hedefe (menzile) varamaz. Ve derviş, halkın kendisine iyi gözle bakması ve kendisinden duâ ve yardım istemeleri ile gururlanmaya. Eğer böyle olursa kurtulmak güç olur. Çün ki bu, şeytanın nefsi aldatma yollarından biridir. Bu yolda bir kimseye beduâ etseler, اَذَاقَكَ اللَه طَعَمَ نَفْسِكَ derler. Öyle ise bundan sakınmak lâzımdır. “Ezâkakelláhu ta‘ame nefsik” Ma’nâsı; “Allah sana nefsinin arzusunu tattırsın” Ve derviş, elbise cinsinden bir şey giydiğinde, mescide yahut eve girdiğinde sağ ile başlaya. Çıkardığı veya çıktığı vakit sol ile başlaya. Ama helâda durum bunun tersinedir. Şeyh Ebû Said kuddise sırruh, birisi mescide ziyarete gelip, mescide sol ayağı ile girdiğinde, onu azarlayıp, rabbimin evinde edebe uymayanın bizimle sohbeti (arkadaşlığı) yoktur buyurmuşlardır. Ve derviş, kıble tarafına tükürmeye veya şeyhi yanında iken tükürmeye. Ve eğer balgam gelirse, nazikçe mendiline ala. Ama yutulmasının daha iyi olduğu buyurulmuştur. Ve yine, kıbleye karşı yahut aya ve güneşe karşı idrarını yapmaya. Abdestini kıbleye dönük ala. Abdestten sonra, iki rekât şükr-i vudû namazı kıla. [Şükr-i vudû: Osman bin Affân (r.a) bir gün bir kab su isteyip abdest aldı. Önce ellerinin üzerine üç kere su döküp yıkadı. Sonra avucuyla kaptan su alıp (üç defâ) ağzını çalkaladı, (üç defâ) burnuna su verip güzelce temizledi. Sonra yüzünü üç kere yıkadı, kollarını dirseklerine kadar üç kere yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra iki ayağını üç kere aşık kemiklerine (bileklerine) kadar yıkadı. Sonunda şöyle buyurdu: “Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’i, aynen benim şu abdestim gibi abdest alırken gördüm. Abdestini bitirdikten sonra da şöyle buyurdular: «Her kim şu abdestim gibi abdest alıp iki rekât namaz kılar ve bu iki rekât içinde hatırına (namaz ile münâsebeti olmayan) bir şeyi getirmezse ne kadar geçmiş günâhı varsa affedilir».” (Buhârî, Vudû, 24, 28; Müslim, Tahâret, 3-4) Bu iki rekât namaz, “Şükr-i Vudû’” nâmı verilen nâfile bir namazdır.] Ve şeyhin bulunmadığı ortamda topluluk ile zikir yapmaya. Ve zikir halkasında ve başka yerde kendi iradesiyle yani bile isteye başını açmayıp, dâima edebe uya. Hâlin gâlip gelmesiyle, irâdesi gitmemişken nâra atmaya, haykırmaya. Eğer şeyhi ile aynı zikir meclisinde iken, bazı varidat ortaya çıkarsa, eğer kendinden geçmemişse, hareket etmeye. Ki edeb budur. [Vâridat: Kulun kastı ve dahli olmaksızın kalbe gelen mânâlar, feyizler, ilhamlar.] Kendinden geçmenin alâmeti budur ki, o kimse ne kendini, ne meclisi bile, ne söylenen sözü işite. Ama kendinden geçince, bu hüküm geçersiz olur. Çün ki hareket ve hâller kendisinden olmaz, yani irade ve istek dışı olur. O zaman ne yapsa şaşılmaz. Eğer kendine gelirse yine edebe riâyete devâm eder. Etmeyene münâfık demişlerdir. Eğer aşk hâli ile kendinden geçtiğinde (vecd hâlinde) dervişten bir nesne düşmüş olsa, şeyhi onu alıp ilâhi söyleyene (kavvale) vere. Yoksa bereket umarak (alâ vechi't teberrük) bölüştürmeyeler. Eğer dervişten değil de şeyhten düşmüş olursa bereket umarak bölüştüreler. Ve derviş dilini gıybet ve lâf taşımaktan (nemîmeden), kötü sözlerden, hatta gelişigüzel faydasız sözlerden sakına. Tâ ki, zikrullah karargâhı olan dili uygun olmayan sözlerle kirletmeye. Ve lüzumsuz kelâma alışarak dilin ibâdeti olan zikrullahtan mahrum olmaya. Hazret-i Peygamber buyurmuşlardır ki; طُوبَى لِمَنْ اَمْسَكَ اْلفَضْلَ عَنْ لِسَانِهِ وَاَنفَقَ اْلفَضْلَ مَنْ مَالِهِ “Tubâ limen emsekel fadle‘an lisânihi ve enfekal fadle min mâlihî” Ma’nası; “Cennet, dilini fazla konuşmaktan sakınan ve malının fazlasını infâk edenler içindir” İmâm-ı Gazâlî, şimdi halk, bu hadis-i şerîfi tersine çevirip, mallarının fazlasını saklarlar, lisânlarının fazlasını saklamazlar, der. Ebubekir radıyallahu anh dilinin üzerine bir taş koyub هَذَا أوْرَدَ ني اْلمَوَارِدْ buyurmuşlardır. “Hâzâ evredeni‘l mevarid” Ma’nâsı; "Lisan beni tehlikeli yerlere soktu "Ve derviş, yürürken ayağının üzerine bakmalı, dervişin, bırak harama bakmayı, gelişigüzel mubaha bile bakmaktan sakınması hoştur. Hatta yanında kimin oturduğunu sorsalar, yüzünü bilmeye. Nerde kaldı ki şeyhin yüzünden haber vere. Sözün kısası; dervişin, edebe uymaya tam bir özen göstermesi gerekir. BÖLÜM: YOL EHLİNİN EDEBLERİ ve YÜCE VASIFLARI HAKKINDA Ehl-i tarîkat olan sâdıkların, bazı yüce vasıflarını anlatalım. Ki bu yola girmiş olan dervişler, ondan pay alalar. Tarikat sahiplerinin beğenilen, güzel vasıflarındandır ki onlar sözlerinde doğruluk üzere olup, yalandan sakınırlar. Hatta her işittiklerini söylemezler, çün ki hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: حَسِبَ اْلمرءُ كَذِباً اَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “Hasibel mer’ü kezibân en yuhaddise bi külli mâ semi’a“ Ma’nası; “Kişiye yalan bakımından her işittiğini söylemesi yeter” Ve riyâzetler yaparlar ve ahlaklarını güzelleştirirler. Yani yerilen ahlaktan temizleyip, güzel ahlak ile süslerler. Ve nefisle mücadele ederler, yani ona, tâbi olduklarını vermeyip, onu açlık, susuzluk, çıplaklık ve sâir bedenin sevmediği şeylere sürerler ve her durumda nefs muhasebesi yaparlar.
[Riyâzet: Nefsi terbiye etmek için
yapılan tâlimler. Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini
heveslerden yasaklayarak, faydalı fikir ve işle meşgul olmak. Manevî ilerleme
için gerçekleştirilen eğitim. Ve başkalarına da kendi nefislerine sandıklarını sanırlar ve kimse hakkında kötü zan etmeyip, küçük görmezler. "Bir kimse kendi mertebesini ve başkasının mertebesini bilmeden, kendisini ondan yüksek görürse, o kimse câhil ve gururludur" buyurulmuştur. Ve haramlardan, şübhelilerden ve nefsinin bozuk niyeti olan yerlerden sakınırlar. Ve muhtaçlar ihtiyaçlarını söylemeden onlara verirler, cömerttirler ve esirgemeden ihsan edenlerden olup, iki cihânı da kalplerinden çıkarırlar. Bir ihtiyaç sahibi onlardan borç istese, geri almamak niyetiyle verirler. Borç alan getirdiğinde almazlar. Eğer alırlarsa, bir fakire verip, artık kendi mallarına katmazlar. Ve yolda para veya giysi gibi bir şey düşürseler, dönüp aramazlar. Ama Resûlullah'ın ﷺ bir keresinde bir şey düşürüp de onu istemesinin sebebi şudur ki, o şey mü'minlerin annesi Âişe radıyallahu anhâ'nın imiş. Bizim sözümüz ise kendisiyle ilgilidir. Ehl-i tarîkat olan sâdıkın, eğer almadığı düşürdüğünü, emâneten alınan mal olarak kabul etmek aklından geçerse, düşürdüğü o yerde durup, bir muhtaç uğradığında, ona "al" diye emrede, kendi malına katmaya. Ancak o muhtaç kimse, kendisine "al" demeden almışsa, o zaman serbesttirler. İsterse kendileri alırlar, isterse bir kimseye verirler. Ve arkalarına bakmazlar. Eğer dönmeleri gerekirse, tüm azâları ile yek vücud olarak dönerler. Şeyh Şibli'yi birisi ardından çağırdı. Ona cevâb vermeyip, "Bunlar ardına bakmazlar, geriden çağırana cevâp vermezler" dedi. Ve fakr, zillet, meskenet, huşû', hudû ve tevâzu üzere olup, tâ ki bunların zıddı olan ilâhi isimler meydana çıkıp, kulluğun hakikatına kavuşalar. Ve halk ile olsun, azâ ve organları için olsun her durumda adaleti gözetirler. Rivâyet olunur ki, Hazret-i Peygamber'in ﷺ mübârek ayaklarındaki pabuçlardan (nalinlerden) birinin kayışı koptuğunda, öbür ayağındaki pabucu da çıkarmışlar. Tâ ki birisi zahmette ve diğeri rahatta olmasın. [Fakr: Fakirlik, muhtaçlık. Zillet: Hakirlik, horluk. Meskenet: Miskinlik, âcizlik. Huşû’: Korku ile sevgi arası durum, saygı. Hudû: Allah’ın ululuğu karşısında boyun eğme hali. Tevâzu: Alçak gönüllülük, kibirli olmama.] Ve er kişi olgunluğuna ve kemâl ehlinin makamına kavuşamayan kalb sahipleri ve hâl sahipleri için edeb; zikir meclislerinde inkârcılarla oturmayıp ve onların giysi ve eşyalarından bir şey almaya ki bu durum, hâlinin değişmesine, bozulmasına sebep olur.
Büyük Bayezid kuddise sırruh hâl
vakitlerinde, kendilerinde bir yabancılaşma ve bozulma gördüklerinde, bulundukları
mekânın aranmasını emretmişler. Yapılan aramada bir münkirin ayakkabısı bulunmuş.
İçinde bulunulan vaktin gerektirdiğine riâyet edip, başka vakitlerin
gerektirdiklerini o vakitte yapmak suretiyle yanlışı doğruya karıştırmamak, vakit ehlinin
edeplerindendir. Tâ ki, bundan dolayı keder oluşmasın. Rivâyet olunur ki
ululardan biri, tam bir yalnızlıkta iken, her şeyden uzaklaştığı bir vakitte kendisinde bir yabancılaşma meydana gelmiş. Bulundukları yeri aramışlar ve bir
torba üzüm bulunmuş. Bunu gördükleri zaman; "Bizim evimiz de bakkal evi olmuş"
buyurmuşlar. Ve bir başkası da vera'’nın hakikatını araştırırken, önünde yanan lambadan
bir keder meydana gelmiş ve arkadaşlarına lambayla ilgili sormuşlar. [Verâ': Takvânın ileri derecesi. Bilmediğini ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip, bütün günahlardan çekinme hâleti. Allah’tan korkup, haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak. Dînîn emirlerini titizlikle yerine getirme, takvâ.] Ve Allâh sübhânehu ve teâlâ'nın kullarının rızıklarına kefil olması vaadine güvenip, her durumda tevekkül eder ve sıkıca tutunurlar. Hâtem-i Esam'a kuddise sırruh, nereden yersin? diye sorduklarında; وَلِلَّهِ حَزَائِنُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ الْمُنَافِقِينَ لا يَفْقَهُونَ buyurmuşlardır. “Ve lillâhi hazâinüs semâvâti vel ardi velâkinnel münâfikîne la yefkahûn” Sure-i Münafikûn, Ayet 7 Ma’nası; “Göklerin ve yerin hazineleri Allahındır fakat münâfiklar bunu anlamazlar” [Tevekkül: Kendi üzerine düşeni yaptıktan sonra, işlerini Allah'a bırakma. Allah'ı vekil etme.] Ve Ma’ruf Kerhî kuddise sırruh, namaz için imâma uydu. Namaz bittikten sonra imâm, "Nerden yersin?" diye sorduğunda, ona; "Senin ardında kıldığım namâzı tekrar kılayım, çün ki rızkında şüphe eden, yaratıcısında da şüphe eder” buyurmuşlardır. Artık, kula lâzım olan; mevlânın emirlerine güzelce uymak ve görevini yapmada mükemmel bir şekilde itaat etmek ve doğruluktur. Yoksa kulun geçimi ve tedâriki efendi üzerinedir. İtimadında samîmi olanı, Allâh sübhânehu ve teâlâ her durumda başkasına muhtaç olmaktan koruyup, sıkıntılı yerlerde yetişip, sağlık ve hastalıkta yardım eder. Ahmed ibn ebî Cevârî der ki, "Muhammed ibn Semmâk hasta oldu. Dışkısını alıp, hristiyan bir hekime iletmek istedim. Yolda giderken elbisesi temiz, güzel kokulu birisiyle karşılaştım. Nereye gidersin? diye sordu. Meseleyi anlattım. Öyleyse sübhânallah! Hakkın velisine (dostuna) düşmanından yardım mı istersin? dedi ve elindekini yere vurarak, İbn Semmâke de ki, elini ağrıyan yerine koysun ve وَبِالْحَقِّ أَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ desin dedi ve kayboldu. Dönüp geldim ve İbn Semmâke olanları anlattım. O da denildiği gibi yapıp, o anda o hastalıktan kurtuldu. Ve, o gördüğün kişi Hızır nebî idi, buyurdu." Sözün özü; Hakkın cemâline âşık ve yolunda doğru olanlar; çeşitli çaba ve mücâdele (mücâhede), riyâzetler ve yolun edeplerine riâyette tam dikkat gösterip, nice yüksek hâller, zevkler ve yüce makâmlara kavuşmuşlardır. * “Ve bil hakkı enzelnâhu ve bil hakkı nezel” Sûre-i İsra, Âyet 105 Ma’nası; “Biz Kur’ân'ı Hak olarak indirdik, o da hakkı getirdi” ÖĞÜT VE NASÎHAT
Râh-ı Hak gâyetle ince imiş (Hak yolu son derece ince (hassas) imiş Lâkin güçlük Hakka ulaşınca imiş)
İstediğine Hak kolay getirir (Hak, istediği kimse için kolaylaştırır Kısa zamanda isteğine ulaştırır)
Nefs beriyyesinde kalma beğim (Nefs çölünde kalma beyim Türlü türlü arzulara dalma beyim)
Böyle kalmaz geçer bu köhne bahâr (Böyle kalmaz geçer bu köhne bahâr Seni beklemez, gece ve gündüzün habercisi)
Nakd-i ömr-i azîzi verme yele (Kıymetli ömür semâyeni rüzgâra savurma Her zaman fırsat ele geçmez)
Mâsivâ yolların ubûr idegör (Allahtan gayrinin yollarından geç Kavuşma kâbesine ulaşarak huzuruna var)
Hâlî ko olagör makâma karîn (Hâli bırak makama yakın ol Çün ki onun içine giren emniyette olur) كَمَا قَالَ اللهُ تَعَالَى مَقَامُ اِبْرَهِيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ أمِنَّا *
Ulular yolda dikkat etmişler (Büyükler yolda dikkat ederek; Sonunda çeşitli zevklere ulaşmışlar)
Bizi gör kim buçuğumuz yokdur (Bizi gör ki bizim buçuğumuz yoktur, tamız Gerçi Hakkın rahmeti de çoktur)
Onmadık nefsi âh neyleyelim (Şifâ bulmamış nefsi ah neyleyeyim Hak hâlimizi biliyor ne söyleyelim)
Hâsılın yok Hüdâî zerre kadar (Kazancın yok Hüdâî zerre kadar Eğer Hakkın fazlından bir fazl erişmezse)
Pâk ide cümle pâsını isini (Tüm isini pasını temizleye Çürük bakırını Hâlis altına çevire )
Zerreyi gün gibi edüb rahşân (Zerreyi güneş gibi parlak eden, Damlayı nihayetsiz deniz eder)
Âlem-i kurb-ı vuslata eresin (Yakınlık âlemine kavuşup, Zevk ve birlik şarabına ulaşasın)
Ola envâ’-ı lutf-ı rabbâni (Çeşitli Rabbâni lütuflar ola Hakka ait bir varlık verile)
Ey bizi râyegân edüb îcâd (Ey bizi bedelsiz icat edip, Doğru yolu gösteren)
Kereminden mevâni’i def et (Kerem ederek engelleri kov Ve tüm perdeleri kaldır)
Sana yâ rab yine sen ol kılavuz (Sana yine sen rehber ol ya Rabbi Tâ ki seni seninle bileyim)
Cem’ u farkı ola ki farkidevüz (Belki cem ve fark mertebelerini anlarız, ayırabilir, Son peygamberin yoluna gideriz)
Nice lutfun görüldü ey mevlâ (Nice lutfun görüldü ey mevlâ Yine çokça ihsan et, ver) * Kemâ kâlallâhu teâlâ “Makâmu İbrâhîme ve men dahalehû kâne âmina” Sûre-i Âl-i İmran, Âyet 97 Ma’nası: “İbrâhim’in makâmına giren emniyette olur”
| |||
[Sâdeleştirilmemiş şekliyle]
TARÎKATNÂME Hazret-i Pîr Azîz Mahmûd Hüdâî Kaddesallahu Sırrahul Alî Düzenleyen: Dr. Necati Aksu
|