Tarikatname

(Mânevîyat Yolunun Adâbı)


Hazret-i Pîr

Azîz Mahmûd Hüdâî

Kaddesallahu Sırrahul Alî


Sâdeleştiren:

 


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُلِلهِ الَّذِ تَجَلَّى بِذَاتِهِ لِذَاتِهِ فَا اَظْهَرَ مَا اَظْهَرْ وَالصَلَوةُ وَالسَّلَامُ عَلَى مَنْ بَلَغَ الرِّسَالَةَ وَاَنْذَرَ عَشِيرَتَهُ اْلَاقْرَبِينَ وَبَشَّرَ مَنْ بَشَّرَ وَعَلَى اَلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاَحْبَابِهِ اْلمُتَأدِّبِينَ بِاَدَابِ مَنْ تَأدَّبَ بِمَازَاغَ اْلبَصَرْ

“Elhamdulillahillezi tecellâ bizatihi lizâtihi fe azhara mâ azhar. Ve’s salâtü ve’s selâmü alâ men bellega’r risâlete ve enzera aşiretehu’l akrabine ve beşşera men beşşera ve alâ âlihî ve ashâbihî ve ahbabihi’l müteeddibine bi âdâbi men teeddebe bima zaga’l basar”

Ma’nası:Allaha hamdolsun ki kendi zatı ile zâtına tecelli etti ve izhar ettiğini izhar etti. Salât ve selâm; risâleti tebliğ eden ve yakın akrabalarını inzâr eden (uyaran) ve müjdelediğini müjdeleyen o zâta ve âline, arkadaşlarına, sevenlerine ki onlar “bima zâga’l basar“ da edeblenmiş olan o zâtın edebi ile edeblenmişlerdir

مَا زَاغَ الْبَصَرُ : Ma zâga’l basar: Gözü kaymadı – Necm 17

Hak yoluna yolcu olmak isteyenler bile ki; bu yolun, yolların şereflisi ve en azizi olmasını kısa akıl anlayamamaktadır. İsteyenleri istediğine ulaştıran bir kâmil mürşid ve mahir bir terbiyeciye gerek vardır.

Hattâ Resûlullâh :

اِنَّ الَلهَ اَدَّبَنِى فَاَحْسَنَ تَأدِيبِي

buyurmuşlar.

“İnnallâhe eddebeni fe ahsene te‘dibi”

Bu Hadis-i Şerifin ma’nâsı;Muhakkak Allah beni en güzel sûretde edeblendirdi

Öyleyse irşad olmak isteyen müride lâzım olan; önce kalbinin yattığı, gönlünü dolduran şeyhlerden bir şeyhe tâbi ola.

Verdiği sözü bir şekilde sağlam tuta ki;  rahatta ve sıkıntıda, zorlukta ve kolaylıkta sözünü bozmayıp, tâbi olma konusunda ayağı sabit ola.

 مَنْ ثَبَتَ نَبَتَ

buyrulmuşdur.

“Men sebete nebete”

Bu Hadis-i Şerifin ma’nası:Kim sebât ederse muvaffak olur (başarır)

Seçilmiş ashabdan (Allah cümlesinden râzı olsun) Avf bin Mâlik (Allah ondan râzı olsun) der ki, "Birkaç kişi peygamberimizin huzurunda idik. Allah ve Resûlüne bi’at etmez misiniz? Dedi. Biz de dedik, yâ resûlallâh, biz sana zaten bi’at etmedik mi? Yine şerefli sözlerini tekrarladılar. Biz de elimizi uzatıp, neyin üzerine bî’at edelim ya resûlallâh? Dedik. Buyurdular ki, “Allâha ibâdet edesiniz, şirkden hazer edesiniz (sakınasınız), beş vakit namaz kılasınız, hak sözü dinleyesiniz, itâ‘at edesiniz ve kimseden bir şey istemeyesiniz” Bu hadis-i rivâyet eden der ki; "Orada bulunanlar bu sözlerini o kadar korudular ki; hatta bazıları, elinden düşürdüğü değneği dahi birisinin alıvermesini istemedi"

Ve yine mürid sırrını şeyhten gizlemeyip, şeyhinin emir buyurduklarından ve öğrettiği zikirden başkasıyla meşgul olmaya. Ve yürüdüğü yolun hayırlı bir yol olduğuna inanıp, âdâbına uymaya özen göstere. Açlığa, uykusuzluğa, sükûta ve halktan uzak durmaya devam ede.

Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruh, sağlam bir kopuş ve yolculuktan fayda elde edilebilmesi için sekiz şart buyurmuşlar:

– Birincisi: Muhabbetin devamı,

– İkincisi: Yalnız kalmaya devam,

– Üçüncüsü: Oruca devam,

– Dördüncüsü: Sükûta devam,

– Beşincisi: Zikre devam,

– Altıncısı: Hayır olsun şer olsun, gelen düşünceleri kovmaya devam,

– Yedincisi: Pâk bir inançla ve tam bir teslimiyetle kalbini şeyhe bağlamak. Şu şekilde ki; âlem dolu şeyh olsa bu fakîre feyz ancak bu şeyhten gelir, başkasından gelmez inancıyla.

Çün ki eğer mürîdin kalbinde şeyhinden başkasına meyil olursa bâtını birlik hazretine (hazret-i vâhidiyyeye) açılmaz. Şeyhler sırları mübârek olsun (kuddise esrarahum) bu şarta uymayı çok önemsemişlerdir. Hattâ Şeyh Necmeddîn Kübrâ der ki; ayna yapmak için âletler ve sebepler hâzır ve âmâde olsa, ama üstâd olmasa o ayna yapılamaz. Aynı şekilde, Cüneyd'in buyurduğu yedi şart bulunsa da yedinci şart bulunmasa, yani kalb şeyhe bağlanmamış olsa (rabt-ı kalb bulunmasa), mürîdin kalb aynası berraklaşmaz.

– Sekizincisi: Allâha ve şeyhe i’tirâzı terk edip, sıkıntı ve ferahlığı (kabz ve bastı) yaratandan bilip, teslimiyet göstermektir ve Allâh sübhânehu ve teâlânın;

عَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ

buyurduğunu düşünüp, mevlâ kuluna çok merhametlidir, hâlini bilendir, demek ki hayır bundadır demektir.

“Asâ en tekrehû şey’en ve hüve hayrün leküm” Sûre-i Bakara, Ayet 216

Ma’nâsı: Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür

Ve yine mürid, buluşma (halvet) ve ayrılma vaktinde kimseye kapı açmaktan, sohbet ve ziyâretten sakına ki, Hazreti Peygamber ilk hallerinde Hakk'la yakınlık için halktan kesilip, Hirâ Mağarası'nda yalnız olurlar imiş.

Dış ve iç temizliğine devam ede. Özellikle, şeyhin huzurunda abdestsiz olmaya. Şeyh-i Ekber, kendi pîri Şeyh Ebû Medyen'den (sırları mukaddes olsun) anlatarak buyurmuşlardır ki; “Başlangıçtaki hâlimde mutlaka dışımı pâk edip, kalbimi de kendi bildiklerimden temizlemeden şeyhe varmazdım. Eğer şeyhim kabûl ederse mutluluğuma, etmezse de kendi kötülüğüme, bedbahtlığıma yorardım.”

Ve şeyhin yanına varınca, buyurulan edebe göre dizini öpüp otura. Ama şeyh teveccühte iken konuşup rahatsız etmeye. Sonra hâlini arz edip, gördüğü vâkı'adan* asla bir şey eksiltmeyip ya da artırmayıp, emâneti sahibine ulaştıra. Yani olduğu gibi anlata. Eğer şeyh yorumlarsa kulak vere, yorumlamazsa ısrar etmeye Çün ki bazan fayda onda olur. Yani yorumlamamasında. Ve yine şeyhin huzurunda kaftanının kolunu çıkarıp oturmaya ve söylediği kelâmı kalpten dinleyip, o esnada başka şeyle ilgilenmeye ve etrafına bakınmaya. Ve oradan ayrılmak istediği zaman yine dizini öpüp bir-iki adım kadar geri gitmeden, hemen arkasını dönmeye. Ve şeyh ayakta iken derviş oturmaya ve şeyh gelip-gittiği vakit ayağa kalka. Ve şeyh selâm verdiği vakit iki elini bağlayıp tevâzu ile selâmını ala. Derviş, kendisi selâm verdiği zaman da öyle yapa. Seyahat halinden ve zikir halkasından başka yerde şeyhe arkasını dönmeye. Seyahat halinde iken de şeyh binek üzerinde olursa böyledir, yani dönebilir. Eğer yaya ise yine arkasını dönmeyip, gece önünde gide fakat gündüz önünde gitmeye. Ve şeyh yaya iken derviş bineğe binmeye, binekle gideceği zaman da şeyh huzurunda binmeye. Ve eğer şeyhin emri değilse onunla birlikte yürümeye. Eğer şeyh saf düzeni için işaret etmemişse namazda beraber durmaya. Şeyhin işaretine binaen beraber dururlarsa namazdan sonra yine yerine döne. Şeyhin seccadesine basmaya, yerine oturmaya, şeyhin ibriğini kullanıp abdest almaya. Ve asâsını getiren derviş, asâyı alıp verdiği zaman elini öpe ve aldığı asayı temiz bir yere koya.

*[Vâkı'a: Vukû bulan. Olmuş olan. Sâlikin halvette zikir ve ibâdetle meşgul iken uyku ile uyanıklık arasında bâzı gerçeklere vâkıf olması durumu.]

Ve şeyh dervişe bir şey vermiş olsa, eğer bu ayakkabı ve seccade gibi bir şey değilse saygılı olup o şeye basmaya. Ve şeyh bir mecliste bir şey sunmuş olsa, derviş uzakta olup da eli yetişmiyorsa, en azından ayağa kalkıp saygı göstere. Uzak veya yakın bir yere gidecek olsa, şeyhinden izinsiz gitmeye. Eğer şeyhi mekânında bulamazsa ve işin ertelenmesi de mümkün değilse, en azından kapısına gelip hâlini içinden arz ede. Eğer derviş yabanda, yani şeyhinden uzak bir yerde bulunup da bir müşkülü olsa, şeyhin bulunduğu tarafa yönelerek onun mânevi gücünden (ruhâniyetinden) yardım isteye. Eğer kalb bağlantısında (rabt-ı kalbde) bir eğrilik yok ise o müşkül çözülüp gönül ferahlığı meydana gelir. Sözün özü, her hâlde edebe uyup şeyhten izinsiz bir iş yapmaktan, bir yere gitmekten sakına.

Ve yine derviş, çalışıp çabalama ve daha faziletli olanı tercih (mücâhede ve azîmet) tarafını bırakıp, izin verilmiş ve kolaylık (müsâ’ade ve ruhsat)tarafını tutmaya. Eğer tutarsa; yükselmeden, ilerlemeden (terakkîden) geri kalır. Ve şeyhi bir hizmet teklif ederse, ertelemeye ve o işe başka bir iş katmaya. O işin sebebini ve nasıl yapılacağını sormayıp, o hizmeti yerine getirmeye niyetlene. Rivâyet olunur ki, şeyhlerden biri bir mürîde; "Eğer şeyhin seni bir hizmete gönderse, yolda giderken bir mescide uğrasan ve orada insanlar namazda olsalar ne yapardın?" diye sordu. Mürîd, "o hizmeti yerine getirip, ondan sonra namazımı kılardım" şeklinde cevap verdi. Şeyh bu cevabı beğendi. Bundan maksat hizmete verilen özendir, yoksa hâşâ ki namaz emrini önemsememe değildir. Çün ki şeriat-ı şerif, tümünün aslıdır ve yolların hayırlısının en kıymetlisidir. Ve derviş, görünüşte doğrunun kendi tarafında olduğunu anlasa bile şeyhin sözünü reddetmeye. Mürîdin şeyhe itirâzı, yolunda tam bir engeldir. Hatta ehl-i tarîkat katında haramdır. Çün ki bu zâtlar katında mürîd, irâdesini yok etmiş olan kimsedir. Eğer kendi irâdesi olursa, o kimse nefs ehli ve nefsine tâbi mürîddir, nefsinin mürîdidir. Yoksa hak ehli ve Hüda yolunun mürîdi değildir. Sözün özü; derviş, şeyhi hakkında kötü zanda bulunmaktan sakınıp, aslında ona, Hakk'a giden yolu bilen ve Allah'ın kullarına nâsihat eden, öğüt veren biri olarak inanmalıdır. Ve anlamadığı yeri inkâr etmemelidir.

Rivâyet olunur ki; bir derviş şeyhini bir günah işlerken gördü. Buna rağmen onu inkâr etmeyip, öğüdünü terk etmedi ve hizmetinde kusur etmedi. Şeyh onun samimiyetini görüp sebebini sordu. Derviş şöyle cevap verdi: "Ya şeyh; fakir (ben) sizin günah işlemediğiniz inancı ile hizmetinize başlamadım. Ancak, hak yolu bilen ve yolun durumuna vakıf olan biri olarak inandım ki isteğim de öyle olmanızdır. Yoksa günah işleyip işlemediğiniz kendinizle ilgili, rabbiniz ile kendi aranızdaki bir husustur". Şeyh bunları işitince ona hayır duâda bulundu. Kısa bir süre içerisinde o derviş güzel bir hâle kavuştu ve yüksek bir makama ulaştı. Bu neticeleri isteyen dervişe her hâlde lâzım olan, şeyhi hakkında kötü zandan ve inkârdan sakınmaktır. Ama şeyh için de lâyık olan şudur ki; câiz olmayan şeylerden ve töhmet yerlerinden, * اِتَّقُوا مَوَاضِعَ التُّهَمِ "töhmetli olan yerden kaçınınız" emri gereği sakınıp, hem kendi mertebesini kemâle ulaştırıp tamamlaya ve hem de Allah'ın kullarını kötü zandan kurtara ki, şerefli şeriâtın hükümleri, esasların aslı, Allah katı ve insanlar nezdinde kabul gören budur. Hatta bazı büyükler, "şeriat hükümlerine hâinlik edene ilâhi sırlar emânet edilmez" buyurmuşlardır.  Allah subhanehu ve teâlâ, kendi sırlarını hiç kimseye vermez. Ancak emin olan, güvenilir kullarına verir.

* “İttekû mevâziat tühemi

Ma’nası;Töhmetli olan yerlerden kaçınınız

Ve Ebû Hamza Horasânî kuddise sırruh, "Hazret-i Peygambere tâbi olmaktan, yani O'na uymaktan başka hak yolunun delili (rehberi) yoktur"  buyurmuşlardır.

Ve İmâm-ı Ali Allah yüzünü ak etsin (kerramallâhu vecheh) buyururlar ki;

الطُّرُقُ كُلُّهَا مَسْدُودَةٌ عَلَى اْلخَلْقِ اِلَّا عَلَى مَنْ اِقْتَفَى اِثْرَ رَسُولُ اللهِ

“Etturuku küllühá mesdûdetün alel halki illa alâ men iktefa isra Resûlillahi

Ma’nası;Halk için bütün yollar kapanmıştır, sadece Resûlullah'ın    yolunu takib edenlere kapalı değildir

Bazı şeyhlerden görünüşte kötülenen, iç yüzüyle ise övülen bazı şeyler anlatılır. Meselâ, şarap kadehini ellerine alıp ağızlarına götürdüklerinde bala dönüşmesi gibi. Evliyânın kâmilleri bunun zayıfların hâli olduğunu buyurmuşlardır. Kâmil odur ki, tüm mertebeleri yerli yerinde muhafaza eder. Dervişe vacibdir ki, hâlini başkalarının yanında açığa vurmaktan sakına ve şeyhinin sırlarını korumaya gayet özen göstere ki, yaratılanın sırrı emânet edilemeyen kimseye yaratanın sırrı emânet edilmez.

Hikâye olunur ki, bir mürîd, eminlik dâvâsı güdüp, kendisine bazı ilâhi sırların verilmesini isterdi. Şeyh de onun halini bilirdi. Bir gün hâlini kendisine de bildirmek için bir koyunu boğazlayıp bir çuvala koydu ve ellerine de kan bulaştırdı. Mürîd gelip görünce, sordu. Şeyh cevap verdi, dervişlerden filancayı katlettim, sakın bu sırrı açık etme, dedi. Ama "katlettim" demekten muradı; onu, nefsinin arzularına muhalefet ettirmekle nefsini öldürdüm mânâsına idi ki yalan meydana gelmeye. Sonra, o çuvalı mürîd ile birlikte bir yere gömdüler. O katlettim dediği dervişi de saklayıp, babası istemeye geldiğinde, burdadır deyip göstermedi. Zaman sonra, eminlik davâsı güden mürîde tarikat ile şiddet ve baskı yapınca mürîd tahammül edemeyip, dervişin babasına vardı ve oğlunu şeyh katletmiştir, onu birlikte gömdük, dedi. Bu konu o asrın padişâhına anlatıldığında, padişâh şeyhin derecesinin büyüklüğünü anladı.  Durup, hele kadı ve âdil kimseler bir görsünler, dedi. Ve mürîd, o heyetle birlikte şeyhe sövüp sayarak olay yerine geldi. İddianın yerini gösterdi. Açtılar, gömülenin boğazlanmış bir koyun olduğunu ve o kimsenin oğlunun da hayatta olduğunu gördüler. Bu vaziyette iddia sahibi mürîd çok utanıp, yaptığından pişman oldu.

Dervişin, kolay olsun zor olsun, şeyhin koyduğu şartları kabul etmesi lâzımdır. Ki hak yolu, mücadele ve sıkıntı yoludur, yoksa izin ve rahat yolu değildir. Çün ki seferdir. Sefer, bizzat cehennem ateşi azâbının cüzüdür. Seferde olan, yolda rahata tamah ederse, varması gereken hedefe  (menzile) varamaz.

Ve derviş, halkın kendisine iyi gözle bakması ve kendisinden duâ ve yardım istemeleri ile gururlanmaya. Eğer böyle olursa kurtulmak güç olur. Çün ki bu, şeytanın nefsi aldatma yollarından biridir. Bu yolda bir kimseye beduâ etseler, اَذَاقَكَ اللَه طَعَمَ نَفْسِكَ derler. Öyle ise bundan sakınmak lâzımdır.

“Ezâkakelláhu ta‘ame nefsik”

Ma’nâsı;Allah sana nefsinin arzusunu tattırsın

Ve derviş, elbise cinsinden bir şey giydiğinde, mescide yahut eve girdiğinde sağ ile başlaya. Çıkardığı veya çıktığı vakit sol ile başlaya. Ama helâda durum bunun tersinedir. Şeyh Ebû Said kuddise sırruh, birisi mescide ziyarete gelip, mescide sol ayağı ile girdiğinde, onu azarlayıp, rabbimin evinde edebe uymayanın bizimle sohbeti (arkadaşlığı) yoktur buyurmuşlardır.

Ve derviş, kıble tarafına tükürmeye veya şeyhi yanında iken tükürmeye. Ve eğer balgam gelirse, nazikçe mendiline ala. Ama yutulmasının daha iyi olduğu buyurulmuştur. Ve yine, kıbleye karşı yahut aya ve güneşe karşı idrarını yapmaya. Abdestini kıbleye dönük ala. Abdestten sonra, iki rekât şükr-i vudû namazı kıla.

[Şükr-i vudû: Osman bin Affân (r.a) bir gün bir kab su isteyip abdest aldı. Önce ellerinin üzerine üç kere su döküp yıkadı. Sonra avucuyla kaptan su alıp (üç defâ) ağzını çalkaladı, (üç defâ) burnuna su verip güzelce temizledi. Sonra yüzünü üç kere yıkadı, kollarını dirseklerine kadar üç kere yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra iki ayağını üç kere aşık kemiklerine (bileklerine) kadar yıkadı. Sonunda şöyle buyurdu:

“Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’i, aynen benim şu abdestim gibi abdest alırken gördüm. Abdestini bitirdikten sonra da şöyle buyurdular:

«Her kim şu abdestim gibi abdest alıp iki rekât namaz kılar ve bu iki rekât içinde hatırına (namaz ile münâsebeti olmayan) bir şeyi getirmezse ne kadar geçmiş günâhı varsa affedilir».” (Buhârî, Vudû, 24, 28; Müslim, Tahâret, 3-4)

Bu iki rekât namaz, “Şükr-i Vudû’” nâmı verilen nâfile bir namazdır.]

Ve şeyhin bulunmadığı ortamda topluluk ile zikir yapmaya. Ve zikir halkasında ve başka yerde kendi iradesiyle yani bile isteye başını açmayıp, dâima edebe uya.  Hâlin gâlip gelmesiyle, irâdesi gitmemişken nâra atmaya, haykırmaya. Eğer şeyhi ile aynı zikir meclisinde iken, bazı varidat ortaya çıkarsa, eğer kendinden geçmemişse, hareket etmeye. Ki edeb budur.

[Vâridat: Kulun kastı ve dahli olmaksızın kalbe gelen mânâlar, feyizler, ilhamlar.]

Kendinden geçmenin alâmeti budur ki, o kimse ne kendini, ne meclisi bile, ne söylenen sözü işite. Ama kendinden geçince, bu hüküm geçersiz olur. Çün ki hareket ve hâller kendisinden olmaz, yani irade ve istek dışı olur. O zaman ne yapsa şaşılmaz. Eğer kendine gelirse yine edebe riâyete devâm eder. Etmeyene münâfık demişlerdir. Eğer aşk hâli ile kendinden geçtiğinde (vecd hâlinde) dervişten bir nesne düşmüş olsa, şeyhi onu alıp ilâhi söyleyene (kavvale) vere. Yoksa bereket umarak (alâ vechi't teberrük) bölüştürmeyeler. Eğer dervişten değil de şeyhten düşmüş olursa bereket umarak bölüştüreler.

Ve derviş dilini gıybet ve lâf taşımaktan (nemîmeden), kötü sözlerden, hatta gelişigüzel faydasız sözlerden sakına. Tâ ki, zikrullah karargâhı olan dili uygun olmayan sözlerle kirletmeye. Ve lüzumsuz kelâma alışarak dilin ibâdeti olan zikrullahtan mahrum olmaya. Hazret-i Peygamber buyurmuşlardır ki;

طُوبَى لِمَنْ اَمْسَكَ اْلفَضْلَ عَنْ لِسَانِهِ وَاَنفَقَ اْلفَضْلَ مَنْ مَالِهِ

“Tubâ limen emsekel fadle‘an lisânihi ve enfekal fadle min mâlihî”

Ma’nası; Cennet, dilini fazla konuşmaktan sakınan ve malının fazlasını infâk edenler içindir

İmâm-ı Gazâlî, şimdi halk, bu hadis-i şerîfi tersine çevirip, mallarının fazlasını saklarlar, lisânlarının fazlasını saklamazlar, der.

Ebubekir radıyallahu anh dilinin üzerine bir taş koyub هَذَا أوْرَدَ ني اْلمَوَارِدْ buyurmuşlardır.

“Hâzâ evredeni‘l mevarid”

Ma’nâsı; "Lisan beni tehlikeli yerlere soktu"

Ve derviş, yürürken ayağının üzerine bakmalı, dervişin, bırak harama bakmayı, gelişigüzel mubaha bile bakmaktan sakınması hoştur. Hatta yanında kimin oturduğunu sorsalar, yüzünü bilmeye. Nerde kaldı ki şeyhin yüzünden haber vere. Sözün kısası; dervişin, edebe uymaya tam bir özen göstermesi gerekir.

BÖLÜM:

YOL EHLİNİN EDEBLERİ ve YÜCE VASIFLARI HAKKINDA

Ehl-i tarîkat olan sâdıkların, bazı yüce vasıflarını anlatalım. Ki bu yola girmiş olan dervişler, ondan pay alalar. Tarikat sahiplerinin beğenilen, güzel vasıflarındandır ki onlar sözlerinde doğruluk üzere olup, yalandan sakınırlar. Hatta her işittiklerini söylemezler, çün ki hadis-i şerifte şöyle gelmiştir:

 حَسِبَ اْلمرءُ كَذِباً اَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ

“Hasibel mer’ü kezibân en yuhaddise bi külli mâ semi’a“

Ma’nası;Kişiye yalan bakımından her işittiğini söylemesi yeter

Ve riyâzetler yaparlar ve ahlaklarını güzelleştirirler. Yani yerilen ahlaktan temizleyip, güzel ahlak ile süslerler. Ve nefisle mücadele ederler, yani ona, tâbi olduklarını vermeyip, onu açlık, susuzluk, çıplaklık ve sâir bedenin sevmediği şeylere sürerler ve her durumda nefs muhasebesi yaparlar.

[Riyâzet: Nefsi terbiye etmek için yapılan tâlimler. Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini heveslerden yasaklayarak, faydalı fikir ve işle meşgul olmak. Manevî ilerleme için gerçekleştirilen eğitim.
Nefs muhâsebesi: İnsanın, dâimâ kötülük ve günâh işlemek istiyen nefsini hesâba çekip, kontrol etmesi ve gerektiğinde onu cezâlandırması.]

Ve başkalarına da kendi nefislerine sandıklarını sanırlar ve kimse hakkında kötü zan etmeyip, küçük görmezler. "Bir kimse kendi mertebesini ve başkasının mertebesini bilmeden, kendisini ondan yüksek görürse, o kimse câhil ve gururludur" buyurulmuştur. Ve haramlardan, şübhelilerden ve  nefsinin bozuk niyeti olan yerlerden sakınırlar.

Ve muhtaçlar ihtiyaçlarını söylemeden onlara verirler, cömerttirler ve esirgemeden ihsan edenlerden olup, iki cihânı da kalplerinden çıkarırlar. Bir ihtiyaç sahibi onlardan borç istese, geri almamak niyetiyle verirler. Borç alan getirdiğinde almazlar. Eğer alırlarsa, bir fakire verip, artık kendi mallarına katmazlar. Ve yolda para veya giysi gibi bir şey düşürseler, dönüp aramazlar. Ama Resûlullah'ın bir keresinde bir şey düşürüp de onu istemesinin sebebi şudur ki, o şey mü'minlerin annesi Âişe radıyallahu anhâ'nın imiş. Bizim sözümüz ise kendisiyle ilgilidir. Ehl-i tarîkat olan sâdıkın, eğer almadığı düşürdüğünü, emâneten alınan mal olarak kabul etmek aklından geçerse, düşürdüğü o yerde durup, bir muhtaç uğradığında, ona "al" diye emrede, kendi malına katmaya. Ancak o muhtaç kimse, kendisine "al" demeden almışsa, o zaman serbesttirler. İsterse kendileri alırlar, isterse bir kimseye verirler. Ve arkalarına bakmazlar. Eğer dönmeleri gerekirse, tüm azâları ile yek vücud olarak dönerler. Şeyh Şibli'yi birisi ardından çağırdı. Ona cevâb vermeyip, "Bunlar ardına bakmazlar, geriden çağırana cevâp vermezler" dedi. Ve fakr, zillet, meskenet, huşû', hudû ve tevâzu üzere olup, tâ ki bunların zıddı olan ilâhi isimler meydana çıkıp, kulluğun hakikatına kavuşalar. Ve halk ile olsun, azâ ve organları için olsun her durumda adaleti gözetirler. Rivâyet olunur ki, Hazret-i Peygamber'in mübârek ayaklarındaki pabuçlardan (nalinlerden) birinin kayışı koptuğunda, öbür ayağındaki pabucu da çıkarmışlar. Tâ ki birisi zahmette ve diğeri rahatta olmasın.

[Fakr: Fakirlik, muhtaçlık. Zillet: Hakirlik, horluk. Meskenet: Miskinlik, âcizlik. Huşû’: Korku ile sevgi arası durum, saygı. Hudû: Allah’ın ululuğu karşısında boyun eğme hali. Tevâzu: Alçak gönüllülük, kibirli olmama.]

Ve er kişi olgunluğuna ve kemâl ehlinin makamına kavuşamayan kalb sahipleri ve hâl sahipleri için edeb; zikir meclislerinde inkârcılarla oturmayıp ve onların giysi ve eşyalarından bir şey almaya ki bu durum, hâlinin değişmesine, bozulmasına sebep olur.

Büyük Bayezid kuddise sırruh hâl vakitlerinde, kendilerinde bir yabancılaşma ve bozulma gördüklerinde, bulundukları mekânın aranmasını emretmişler. Yapılan aramada bir münkirin ayakkabısı bulunmuş.  İçinde bulunulan vaktin gerektirdiğine riâyet edip, başka vakitlerin gerektirdiklerini o vakitte yapmak suretiyle yanlışı doğruya karıştırmamak, vakit ehlinin edeplerindendir. Tâ ki, bundan dolayı keder oluşmasın. Rivâyet olunur ki ululardan biri, tam bir yalnızlıkta iken, her şeyden uzaklaştığı bir vakitte kendisinde bir yabancılaşma meydana gelmiş. Bulundukları yeri aramışlar ve bir torba üzüm bulunmuş. Bunu gördükleri zaman; "Bizim evimiz de bakkal evi olmuş" buyurmuşlar. Ve bir başkası da vera'’nın hakikatını araştırırken, önünde yanan lambadan bir keder meydana gelmiş ve arkadaşlarına lambayla ilgili sormuşlar.
Lambayı getiren kimse; "Birisinden bir defalığına yağ getirmek için bir şişe aldım, fakat iki def’a getirdim" diye cevap vermiş.

[Verâ': Takvânın ileri derecesi. Bilmediğini ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip, bütün günahlardan çekinme hâleti. Allah’tan korkup, haramlardan ve helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınmak. Dînîn emirlerini titizlikle yerine getirme, takvâ.]

Ve Allâh sübhânehu ve teâlâ'nın kullarının rızıklarına kefil olması vaadine güvenip, her durumda tevekkül eder ve sıkıca tutunurlar. Hâtem-i Esam'a kuddise sırruh, nereden yersin? diye sorduklarında;

وَلِلَّهِ حَزَائِنُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ الْمُنَافِقِينَ لا يَفْقَهُونَ

buyurmuşlardır.

“Ve lillâhi hazâinüs semâvâti vel ardi velâkinnel münâfikîne la yefkahûn” Sure-i Münafikûn, Ayet 7

Ma’nası;Göklerin ve yerin hazineleri Allahındır fakat münâfiklar bunu anlamazlar

[Tevekkül: Kendi üzerine düşeni yaptıktan sonra, işlerini Allah'a bırakma. Allah'ı vekil etme.]

Ve Ma’ruf Kerhî kuddise sırruh, namaz için imâma uydu. Namaz bittikten sonra imâm, "Nerden yersin?" diye sorduğunda, ona; "Senin ardında kıldığım namâzı tekrar kılayım, çün ki rızkında şüphe eden, yaratıcısında da şüphe eder” buyurmuşlardır. Artık, kula lâzım olan; mevlânın emirlerine güzelce uymak ve görevini yapmada mükemmel bir şekilde itaat etmek ve doğruluktur. Yoksa kulun geçimi ve tedâriki efendi üzerinedir. İtimadında samîmi olanı, Allâh sübhânehu ve teâlâ her durumda başkasına muhtaç olmaktan koruyup, sıkıntılı yerlerde yetişip, sağlık ve hastalıkta yardım eder. Ahmed ibn ebî Cevârî der ki, "Muhammed ibn Semmâk hasta oldu. Dışkısını alıp, hristiyan bir hekime iletmek istedim. Yolda giderken elbisesi temiz, güzel kokulu birisiyle karşılaştım. Nereye gidersin? diye sordu. Meseleyi anlattım. Öyleyse sübhânallah! Hakkın velisine (dostuna) düşmanından yardım mı istersin? dedi ve elindekini yere vurarak, İbn Semmâke de ki, elini ağrıyan yerine koysun ve وَبِالْحَقِّ أَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ desin dedi ve kayboldu. Dönüp geldim ve İbn Semmâke olanları anlattım. O da denildiği gibi yapıp, o anda o hastalıktan kurtuldu. Ve, o gördüğün kişi Hızır nebî idi, buyurdu."

Sözün özü; Hakkın cemâline âşık ve yolunda doğru olanlar; çeşitli çaba ve mücâdele (mücâhede), riyâzetler ve yolun edeplerine riâyette tam dikkat gösterip, nice yüksek hâller, zevkler ve yüce makâmlara kavuşmuşlardır.

* “Ve bil hakkı enzelnâhu ve bil hakkı nezel” Sûre-i İsra, Âyet 105

Ma’nası;Biz Kur’ân'ı Hak olarak indirdik, o da hakkı getirdi

ÖĞÜT VE NASÎHAT

Râh-ı Hak gâyetle ince imiş
Lîk güçlük Hakka erince imiş

(Hak yolu son derece ince (hassas) imiş

Lâkin güçlük Hakka ulaşınca imiş)

İstediğine Hak kolay getirir
Az zamânda murâdına yetirir

(Hak, istediği kimse için kolaylaştırır

Kısa zamanda isteğine ulaştırır)

Nefs beriyyesinde kalma beğim
Türlü türlü hevâya dalma beğim

(Nefs çölünde kalma beyim

Türlü türlü arzulara dalma beyim)

Böyle kalmaz geçer bu köhne bahâr
Sana köymez berîd-i leyl ü nehâr

(Böyle kalmaz geçer bu köhne bahâr

Seni beklemez, gece ve gündüzün habercisi)

Nakd-i ömr-i azîzi verme yele
Her zamân fırsat ise girmez ele

(Kıymetli ömür semâyeni rüzgâra savurma

Her zaman fırsat ele geçmez)

Mâsivâ yolların ubûr idegör
Ka’be-i vasla er huzûr edegör

(Allahtan gayrinin yollarından geç

Kavuşma kâbesine ulaşarak huzuruna var)

Hâlî ko olagör makâma karîn
Çün ana dâhil olan olur emîn

(Hâli bırak makama yakın ol

Çün ki onun içine giren emniyette olur)

كَمَا قَالَ اللهُ تَعَالَى مَقَامُ اِبْرَهِيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ أمِنَّا *

Ulular yolda dikkat etmişler
Âhir envâ -ı zevka yetmişler

(Büyükler yolda dikkat ederek;

Sonunda çeşitli zevklere ulaşmışlar)

Bizi gör kim buçuğumuz yokdur
Gerçi ki rahmeti Hakkın çokdur

(Bizi gör ki bizim buçuğumuz yoktur, tamız

Gerçi Hakkın rahmeti de çoktur)

Onmadık nefsi âh neyleyelim
Hak bilür hâlimiz ne söyleyelim

(Şifâ bulmamış nefsi ah neyleyeyim

Hak hâlimizi biliyor ne söyleyelim)

Hâsılın yok Hüdâî zerre kadar
Fadl-ı Hakdan meğer ki erişe fer

(Kazancın yok Hüdâî zerre kadar

Eğer Hakkın fazlından bir fazl erişmezse)

Pâk ide cümle pâsını isini
Zer-i hâlis ede çürük misini

(Tüm isini pasını temizleye

Çürük bakırını Hâlis altına çevire )

Zerreyi gün gibi edüb rahşân
Katreyi ide bahr-i bî-pâyân

(Zerreyi güneş gibi parlak eden,

Damlayı nihayetsiz deniz eder)

Âlem-i kurb-ı vuslata eresin
Zevk u sahbâ-yı vahdete eresin

(Yakınlık âlemine kavuşup,

Zevk ve birlik şarabına ulaşasın)

Ola envâ’-ı lutf-ı rabbâni
Verile bir vücûd-ı hakkânî

(Çeşitli Rabbâni lütuflar ola

Hakka ait bir varlık verile)

Ey bizi râyegân edüb îcâd
Yine doğru yola iden irşâd

(Ey bizi bedelsiz icat edip,

Doğru yolu gösteren)

Kereminden mevâni’i def et
Yine cümle hicâbı sen ref et

(Kerem ederek engelleri kov

Ve tüm perdeleri kaldır)

Sana yâ rab yine sen ol kılavuz
Seni tâ kim seninle anlayavuz

(Sana yine sen rehber ol ya Rabbi

Tâ ki seni seninle bileyim)

Cem’ u farkı ola ki farkidevüz
Hâtem-i enbiyâ yolun güdevüz

(Belki cem ve fark mertebelerini anlarız, ayırabilir,

Son peygamberin yoluna gideriz)

Nice lutfun görüldü ey mevlâ
Eyle dahî ziyâdeler i’tâ

(Nice lutfun görüldü ey mevlâ

Yine çokça ihsan et, ver)

* Kemâ kâlallâhu teâlâ “Makâmu İbrâhîme ve men dahalehû kâne âmina” Sûre-i Âl-i İmran, Âyet 97

Ma’nası:İbrâhim’in makâmına giren emniyette olur


 

 

[Sâdeleştirilmemiş şekliyle]


OSMANLI ALFABESİNDEN - TÜRKÇE ALFABEYE TRANSKRİPSİYON


TARÎKATNÂME


Hazret-i Pîr

Azîz Mahmûd Hüdâî

Kaddesallahu Sırrahul Alî


Düzenleyen: Dr. Necati Aksu


بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله الذ تجلى بذاته لذاته فا اظهر ما اظهر والصلوة والسلام على من بلغ الرسالة وانذر عشيرته الاقربين وبشر من بشر وعلى اله واصحابه واحبابه المتأدبين باداب من تأدب بمازاغ البصر

 

“Elhamdulillahillezi tecellâ bizatihi lizâtihi fe azhara má azhar. Ve’s salâtü ve’s selâmü alâ men bellega’r risâlete ve enzera aşiretehu’l akrabine ve beşşera men beşşera ve alâ âlihî ve ashâbihî ve ahbabihi’l müteeddibine bi âdâbi men teeddebe bima zaga’l basar”

 

Ma’nası:Allaha hamdolsun ki kendi zatı ile zâtına tecelli etdi ve izhar etdiğini izhar etdi. Salât ve selâm; risâleti tebliğ eden ve yakın akrabalarını inzâr eden ve müjdelediğini müjdeleyen o zâta ve âline, arkadaşlarına, sevenlerine ki onlar “bima zâga’l basar“ da edeblenmiş olan o zâtın edebi ile edeblenmişlerdir


Tarîk-i Hakka sâlik olmak isteyenlere maʼlum ola ki; işbu tarîk, eşref-i turuk ve e’azz-i sübül olmağın, akl-ı kâsır kifâyet etmeyüb, tâlibleri matlûba îsâl eder bir mürşid-i kâmil ve müeddib-i hâzık lâzım olmuşdur.

Hattâ Resûlullâh :

ان الله ادبنى فاحسن تأديبي

buyurmuşlar.

“İnnallâhe eddebeni fe ahsene te‘dibi”

Bu Hadis-i Şerifin ma’nâsı;Muhakkak Allah beni en güzel sûretde edeblendirdi

 

Öyle ise mürîd-i müsterşide lâzımdır ki evvelâ, meşâyihden bir, kalbi karâr edüb gönlü dolunduğu şeyhe bî’at ede. Ahdini bir vechile muhkem tuta ki, serrâda ve darrâda, şiddetde ve rahâda ol ahdi nakz etmeyüb, bî’atinde sâbit-i kadem ola.

 

 من ثبت نبتbuyrulmuşdur.

 

“Men sebete nebete”

Bu Hadis-i Şerifin ma’nası:Kim sebât ederse muvaffak olur

Ashâb-ı güzînden rıdvânullâhi aleyhim ecma’în Avf bin Mâlik râdıyallahu anh ider, “Birkaç kişi peygamber katında idik. Allah ve Resûlüne bi’at etmez misiniz? Dedi. Biz dedik, yâ resûlallâh, biz sana bi’at etmedik mi? Yine kelâm-ı şerîflerini i’âde buyurdular. Biz dahî elimizi uzatub, neyin üzerine bî’at edelim ya resûlallâh? Dedik. Buyurdular ki, “Allâha ibâdet edesiniz, şirkden hazer edesiniz, beş vakit namaz kılasınız, hak sözü dinleyesiniz, itâ‘at edesiniz ve kimseden nesne istemeyesiniz” Râvî ider; “Ol cemâ’at akd-i bî’ati öyle sakındılar ki, hattâ ba’zının elinden asâsı düşdükde, kimseden alıvermek istemediler”

Ve dahî mürid, şeyhden sırrını ketm etmeyüb, şeyhi buyurduğu emrden gayrı ve onun telkîn eylediği zikrden gayra meşgul olmaya. Ve dahî sâlik olduğu tarîki, hayırlı tarîk i’tikâd edüb, âdâbını ri’âyetde ihtimâm üzere ola. Ve dahî açlığa ve uykusuzluğa ve sükûta ve halkdan uzlete müdâvemet ede.

Cüneyd-i Bağdâdî kuddise sırruh, sıhhat-i inkitâ ve sülûkden fäide tahsîline sekiz şart buyurmuşlar. Evvel devâm-ı vudû, ikinci devâm-ı halvet, üçüncü devâm-ı savm, dördüncü devâm-ı sükût, beşinci devâm-ı zikr, altıncı devâm-ı nefy-i havâtır gerek hayr gerek şer, yedinci i’tikâd-ı pâk ve kemâl-i teslîm ile kalbini şeyhe rabt etmek bir vechile ki, âlem dolu meşâyih olsa, bu fakîre feyz ancak bu şeyhden olur gayrıdan olmaz diye.  Zîrâ mâdemki mürîdin kalbinde şeyhinden gayra çekince ola, bâtını hazret-i vâhidiyyeye açılmaz. Meşâyih kuddise esrarahum bu şartın riâyetinde mübâlağa etmişler. Hattâ Şeyh Necmeddîn Kübrâ ider; Ayine işlenecek âlât ve esbâb hâzır ve müheyya olsa, amma üstâd olmasa ol âyine vücûd bulmaz. Kezâlik şerait-i seb’a-i cüneydiyye dahî bulunsa ammâ şeyhe rabt-ı kalb bulunmasa, mürîdin kalbi mirâti safa bulmaz. Sekizinci şart, Allâha ve şeyhe i’tirâzı terk edüb, kabz ve bastı hâlikdan bilüb, teslîm göstermekdir ve Allâh sübhânehu ve teâlânın;

 عسى أن تكرهوا شيئا وهو خير لكم buyurduğunu mülâhaza edüb, mevlâ kuluna erham hâline a’lemdir, hayr bundadır ola demekdir.

 

“Asâ en tekrehû şey’en ve hüve hayrün leküm” Sûre-i Bakara, Ayet 216

Ma’nâsı: “Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür”

Ve dahî mürîd halvet ve inkitâ’ vaktinde kimseye kapı açmakdan ve sohbet ve ziyâretden ihtirâz ede ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, ibtidâ hâllerinde Hakk’la üns için halkdan inkıtâ edüb, gâr-ı hirâda tenhâ olurlar imiş.

Ve dahî zâhiren ve bâtinen tahârete müdâvemet üzere ola. Hususan ki, şeyh mahzarında abdestsiz olmaya. Şeyh-i Ekber kendi pîri Şeyh Ebû Medyenden kuddise sırruhumâ hikâyet eder. Buyurmuşlar ki; “ibtidâ hâlimde şeyhe varmazdım illâ zâhirimi pâk edüb kalbimi dahî kendi bildiklerimden tathîr ederdim. Eğer kabûl ederse se’âdetime eğer kabul etmezse kendi şeâmetime haml ederdim”

Ve dahî şeyhe vardıkda edeb böyle buyrulmuş ki, dizini öpüb otura. Ammâ şeyh teveccühde iken söyleyüb incitmeye. Andan sonra hâlini arz edüb, zinhâr gördüğü vâkı’adan nesne ketm etmeyüb ziyâde dahî söylemeyüb, emâneti sâhibine îsâl ede. Eğer ta’bîr ederse isgâ ede, eğer etmezse ta’bîr etmeye ibrâm etmeye. Zîrâ gâh olur ki maslahat anda olur. Ve dahî şeyh huzurunda kaftânının yenini çıkarub oturmaya ve söylediği kelâmı derûndan isgâ edüb, gayra iltifât etmeye. Ve etrâfına bakınmaya. Ve gider oldukda yine dizini öpüb gide ve bir iki adım yer kıçın kıçın gitmeyince fevrî arkasını dönmeye. Ve dahî şeyh ayak üzere iken dervîş oturmaya ve gelüb gitdiği zamânda dahî ayak üzerine kalka. Ve şeyh selâm verdikde iki ellerini bağlayıp tevâzu’ ile selâmını ala. Dervîş kendi selâm verdiği vakit dahî öyle ede. Ve dahî halka-i zikrden gayrı yerde şeyhe arkasını dönmeye, meğer sefer üzerine ola. Anda dahî şeyh yayak olmadığı takdîrcedir. Ammâ şeyh yayak olursa gece önünce gide, gündüz önünce gitmeye. Ve dahî şeyh yayak iken dervîş davara binmeye ve binimli olucak şeyh mahzarında binmeye. Ve dahî şeyh ile beraber yürümeye meğer işâret ede. Namâzda dahî berâber durmaya, meğer tertîb-i saf için şeyh işâret ede. Tamâm oldukdan sonra yine yerine vara. Ve dahî şeyhin seccâdesini ayaklamaya ve yerine oturmaya ve ibriğinden abdest alub isti’mâl etmeye. Ve asâsını getiren dervîş aldığı verdiği vakit elini öpüb ve koyduğu vakit pâk yere koya.

Ve dahî şeyh dervîşe bir nesnecik ihsân etse, ta’zîm edüb anı ayaklamaya, meğer seccâde veya ayakkabı ola. Ve dahî bir meclisde bir nesnecik sunsa, derviş ırâk olub eli ermese, bâri oturduğu yerden ayak üzerine kalkub ta’zîm ede. Ve dahî ırâk eğer yakın dervîş bir yere gitmeli olsa, şeyhden izinsiz gitmeye. Eğer şeyhi mekânında bulamayub te’hîr dahî kâbil olmayub maslahat olsa, bâri kapusuna gelüb hâlini derûndan arz ede. Eğer dervîş yabanda bulunub bir müşkülü olsa, şeyh cânibine teveccüh eyleyüb rûhâniyyetinden istimdâd ede. Eğer rabt-ı kalbde i’vicâcı yok ise ol müşkül hal olunub inşirâh-ı sadr hâsıl olur. Hâsıl-ı kelâm her hâlde edebe ri’âyet edüb şeyhden izinsiz bir iş etmekden yâhûd icâzetsiz bir yere gitmekden hazer ede.

Ve dahî derviş, mücâhede ve azîmet cânibini koyub müsâ’ade ve ruhsat semtini tutmaya ki, terakkîden kalır. Ve dahî şeyh bir hizmet teklif etse, te’hîr etmeye ve ana bir maslahat dahî katmaya. Sebebini ve vechini istifsâr etmeyüb, ol hizmeti edâya kasd ede. Rivâyet olunur ki, meşâyihden biri bazı mürîde suâl edüb, “eğer şeyhin seni bir hizmete gönderse, yolda bir mescide uğrasan ki anda namâzda olsalar neylerdin?” dedi. Mürîd cevâb verüb “ol hizmeti edâ edüb, andan sonra namazı kılardım“ dedikde, istihsân eyledi. Bundan maksûd hizmete ihtimâmdır, yoksa hâşâ ki emr-i salâtdan tehâvün değildir. Zîrâ şerî’at-i şerîfe esâs-ı külldür ve e’azz-i hayr-i sübüldür. Ve dahî derviş bihasebizzâhir hak kendi cânibinde olmak anlarsa da, şeyhin sözünü redd etmeye ki, mürîdin şeyhe i’tirâzı, yoluna mâni’-i tâmdır. Belki ehl-i tarîkat katında harâmdır. Zîrâ bunlar katında mürîd oldur ki, kendi irâdetini ifnâ etmiş ola. Eğer kendi irâdeti olursa, ol ehl-i nefs ve mürid-i ehl-i hevâdır. Yoksa ehl-i hak ve mürîd-i râh-ı hudâ değildir. Hâsıl-ı kelâm derviş, şeyhine sû-i zann etmekden hazer edüb, belki tarîk-i hakka ârif ve ibâdullâha nâsıh i’tikâd ede. Ve anlamadığı yeri inkâr etmeye.

Rivâyet olunur ki, bir dervîş şeyhini bir ma’siyetde gördü. Yine münkir olmayub vaz’ını tağyir ve hizmetinde taksîr etmedi. Şeyh anın sıdkını görüb, vechinden suâl eyledi. Derviş cevâb verüb “ya şeyh; fakir, sizi ma’sum olmak i’tikâdı ile hizmetinize şurû etmedim. Belki tarîk-i hakka arif ve keyfiyet-i sülüke vakıf olmak üzere i’tikâd etdim ki matlabım oldur. Yoksa ma’siyet edüb etmediğiniz yine kendinize râci’, rabbiniz ile kendiniz beyninde bir emrdir” dedi. Şeyh anı işidicek ana hayr duâ eyledi. Az zamânda ol dervîş hüsn-i hâle ve uluvv-i makâma yetişdi. Öyle dervişe lâzım olan herhâlde sû-i zann ile inkârdan ihtirâzdır. Ammâ şeyhe dahî lâyık budur ki, şerî’at-i şerîfeye muhâlif münkerâtdan ve mevâzı’-ı töhmetdenاتقوا مواضع التهم *   mucibince hazer edüb, hem kendi merâtibini tekmîl ve hem ibâdullâhı sû-i zanndan tahlîs ede ki, ahkâm-ı şerî’at-i şerîfe, asl-ı usûl ve indallâh ve indennâs sebeb-i kabûldür. Hattâ ba’zi kibâr buyurmuşlar ki, ahkâm-ı şerî’ate hiyânet eden, esrar-i ilâhiyyeye emin olmaz. Allah subhanehu ve teâlâ, hod esrârını i’tâ etmez illâ emîn olan kullarına i’tâ eder.

* “İttekû mevâziat tühemi“

Ma’nası;Töhmetli olan yerlerden kaçınınız

Ve Ebû Hamza Horasânî kuddise sırruh buyururlar ki, Hazret-i Peygambere ittiba’dan gayrı tarîk-i hakka delil yokdur.

Ve İmâm-ı Ali kerramallâhu vecheh buyururlar ki;

الطرق كلها مسدودة على الخلق الا على من اقتفى اثر رسول الله

“Etturuku küllühá mesdûdetün alel halki illa alâ men iktefa isra Resûlillahi

Ma’nası;Halk için bütün yollar kapanmıştır sadece Resûlullah'ın    yolunu takib edenlere kapalı değildir

Ba’zi meşâyihden ki zâhirde mezmûm ve bâtında mahmûd ba’zi nesne rivâyet olunur. Meselâ, ke’s-i hamri ellerine alub ağızlarına varıcak, asele münkalib olmak gibi. Kümmel-i evliyâ anı zu’afâ hâlidir deyu buyurmuşlar. Kâmil oldur ki, cemî merâtibi yerli yerinde ri’âyet ede. Ve dahî dervîşe vâcibdir ki, hâlini gayra ifşâdan sakınub ve şeyhin esrârını hıfz etmekde gâyet ihtimâm ede ki, mahlûk sırrına emîn olmayan hâlık sırrına emin mi olur.

Hikâyet olunur ki, bir mürîd emânet da’vâsın edüb, ba’zi esrâr-ı ilâhiyye verilmek taleb ederdi. Şeyh hod hâlini bilirdi. Bir gün hâlini bildirmek için bir koyunu boğazlayub, bir çuvala koyub ellerini kana bulaşdırdı. Ol da’vâ eden mürîd gelüb görücek, suâl eyledi. Şeyh cevâb verüb, dervîşlerinden bir kimse için, filânı katl etdim, sakın bu sırrı kimseye ifşâ etme dedi. Ammâ katlden murâdı, anın hevâ-ı nefsine muhalefet ile nefsini öldürmek idi ki hattâ kizb sâdır olmaya. Ba’de ol çuvalı ol mürîd ile bir yere defn eyledi. Ve ol katl etdim dediği dervîşi saklayub, babası isteyu geldikde, dahî bundadır deyu göstermedi. Ba’de zamân, ol emânet da’vâsın eden mürîde, tarîkat ile teşdîd ve tazyîk edicek, tehammül etmeyüb, ol dervîşin babasına varub, oğlunu şeyh katletmişdir ben bile defn etdim dedi. Bu husûs ol asrin pâdişahına arz olundukda, pâdişah şeyhin celâlet-i kadrini fehm ederdi. Tevakkuf edüb, hele kâdı ve udûl görsünler dedi. Ve ol mürîd, yanlarınca şeyhe sebbederek bile geldi. Mahall-i kazıyyeyi gösterdi. Açub gördüler ki, boğazlanmış koyundur ve ol kimsenin oğlu hayatdadır. Onu görücek ol müddeî mürîd, hacîl olub etdiğine nâdim oldu.

Ve dahî dervîşe lâzımdır ki, şeyhin etdiği şartı, eğer güç ve eğer kolay kabûl ede ki tarîk-i hak, tarîk-i mücâhede ve müzâyakadır, yoksa tarîk-i müsâ’ade ve râhat değildir. Zîrâ seferdir. Sefer, hod kıt'a-i azâb-ı nâr-ı sakardır. Misâfir yolda huzûra tama' edicek, menzilden kalır.

Ve dahî dervîş, halkın buna salâh ile nazarına ve bundan duâ istimdâd etdiklerine mağrûr olmaya. Olursa felâh bulmak güç olur. Zîrâ nefsin cümle hutuvâtından biridir. Bu tarîkda bir kimseye beddûa etseler, اذاقك الله طعم نفسك derler. Öyle ise ihtirâz lâzımdır.

“Ezâkakelláhu ta ‘ame nefsik”

Ma’nâsı;Allah sana nefsinin arzusunu tatdırsın

Ve dahî derviş libâs cinsinden bir nesne giydikde ve mescide yâhûd eve girdikde sağ cânibi ile ibtidâ ede. Ve çıkarub veya çıkdığı vakit sol cânibi ile ibtidâ ede. Ammâ helâda bunun aksidir. Şeyh Ebû Sa'id kuddise sırruh bir kimse mescide ziyarete gelüb, sol ayağını mescide evvel idhâl etdikde, şeyh itâb edüb, rabbimin beytinde edebe ri'âyet etmeyenin bizimle sohbeti yok deyu buyurmuşlar.

Ve dahî derviş, kıbleden cânibe tükürmeye veya şeyh mahzarında tükürmeye. Ve eğer balgam gelirse, rıfkla destmâle ala. Ammâ yutulmasını evlâ buyurmuşlar. Ve dahî kıbleye karşı yâhûd aya, güneşe karşı tebevvvül etmeye. Abdesti kıbleye karşı ala. Ba'de, şükr-i vudû deyu iki rek'at namaz kıla.

Ve dahî şeyh hâzır olmadığı yerde, cem'iyet ile zikr etmeye. Ve dahî halka-i zikrde ve gayri yerde ihtiyârı ile başını açmayub, dâimâ edebe ri'âyet ede. Ve galebe-i hâl ile ihtiyârı meslûb olmayınca na'ra vurmaya. Eğer şeyhi ile bir meclis-i zikrde olub, ba'zi vâridât ârız olsa, edeb budur ki hareket etmeye, meğer kendinden geçe. Anın alâmeti budur ki, ne nefsini bile ne meclisi bile ne çağırılan sözü işide. Ammâ kendinden geçicek, hükm-i vârid gider ve hareket ve evzâ kendinden olmaz. Ol vakit ne ederse aceb değil. Kaçan kendine gelse yine edebe ri'âyet ede. Etmeyene münâfık demişler. Eğer vecd hâlinde dervîşden bir nesne sâkıt olsa, şeyhi alub kavvâle vere. Yoksa alâ vechi't teberrük taksîm etmeyeler. Eğer dervîşden olmayub şeyhden sâkıt olsa, ehl-i meclis alâ vechi't teberrük taksîm edeler.

Ve dahî derviş, lisânını gıybet ve nemîmeden ve elfâz-ı kabîhadan belki alelitlâk faidesiz kelimâtdan sakına, tâ kim makarr-ı zikrullâh olan, nâsezâ sözler ile mülevves olmaya. Ve fudûl-ı kelâma i’tiyâd ile ibâdet-i lisân olan zikrullahdan mahrum olmaya. Hazret-i Peygamber buyurmuşlar ki;

طوبى لمن امسك الفضل عن لسانه وانفق الفضل من ماله

“Tubá limen emsekel fadle ‘an lisânihi ve enfekal fadle min mâlihî”

Ma’nası; Cennet, dilini fazla konuşmaktan sakınan ve malının fazlasını infak edenler içindir

İmâm-ı Gazâlî ider, şimdi halk, bu hadis-i şerîfi kalb edüb, mallarının artığını saklarlar lisânlarının artığını saklamazlar. Ebubekir radıyallahu anh lisânlarının üzerine bir taş koyub هذا أورد في الموارد buyurmuşlar.

“Hâzâ evredeni ‘l mevarid”

Ma’nâsı; "Lisan beni tehlikeli yerlere soktu"

Ve dahî dervîş, gitdiği yerde ayağı üzerine bakub nazarını harâma bakmak değil, belki alelıtlak fâidesiz mübâha bakmakdan sakınmak hoşdur. Hattâ yanında oturan kimseden suâl etseler, sıfatını bilmeye. Kande kaldı ki şeyhin sıfatından haber vere. Hâsıl-ı kelâm dervîş, edeb ri’âyetinde tamâm-ı ihtimâm etmek gerekdir.

FASL: FÎ ÂDÂBI EHLİ’T TARÎKA VE EVSÂFİHİMÜ’L KERÎME

Ehl-i tarîkat olan sâdıkların, ba’zi evsâf-ı kerîmelerini zikredelim. Tarîka sâlik olan dervîşler, andan hissedâr olalar. Erbâb-ı tarîkatin evsâf-ı hamîdelerindendir, sözlerinde sıdk üzere olub kizbden tevakkî edeler. Belki her işitdiklerin söylemezler, zîrâ hadîs-i şerîfde vârid olmuşdur;

المر كذباً ان يحدث بكل ما سمع

“Hasibel mer’ü keziben en yuhaddise bi külli ma semi’a“

Ma’nası;Kişiye yalan bakımından her işitdiğini söylemesi yeter

Ve dahî riyâzât ve tehzîb-i ahlâk ederler. Ya’nî nefsini ahlâk-ı zemîmeden pâk edüb ahlâk-ı hasene ile tezyîn ederler. Ve dahî mücâhede ederler ya’nî nefse muktedâsını vermeyüb açlığa ve susuzluğa ve çıplaklığa ve sâir mekârih-i bedeniyyeye nefsi sürerler ve dahî nefslerinin herhâlde muhasebesini görürler.

Ve dahî gayrılara, kendi nefslerine sandıklarını sanırlar ve dahî kimseye sû-i zann etmeyüb hakâretle nazar etmezler. Buyurmuşlar ki, bir kimse kendi mertebesini ve gayrın mertebesini bilmeden, kendini andan âlî tutsa, câhil ve mağrurdur. Ve dahî mahârimden ve şübehâtdan ve nefsinin garaz-ı fâsidi olan yerlerden hazer ederler.

Ve dahî cûd ü sehâ ve bezl-i ‘atâ üzere olub, iki cihânı kalblerinden ihrâc ederler. Ve dahî bir muhtâc anlardan istikrâz etse, anı yine almamak niyetiyle verirler. Alan kimse getirse almazlar. Eğer elbette derse, alub bir fakîre verüb gayrı, mülklerine idhâl eylemezler. Ve dahî yolda bir nesne düşürseler, anı dönüb aramazlar. Eğer nakd ve eğer esvab. Ammâ Resûlullâh bir kerre bir nesne düşürüb, anı taleb etdiklerinin vechi budur ki, ol nesne Ümmü’l mü’minîn Âişe radıyallahu anhânın imiş. Bizim sözümüz, kendinin olduğu yerdedir. Eğer ol düşürdüğünü almadığı, idâ'at-i mâl addetmek hâtırası galebe ederse, ol düşürdüğü yerde durub bir muhtâc uğradıkda, ana al deyu emr ede. Kendi mülküne katmaya. Meğer ol kimse, bu taleb etmeden alıvere. Ol vakit muhayyerdir. İsterse alır, isterse bir kimseye verirler. Ve dahî ardlarına bakmazlar. Eğer lâzım gelirse, cümle a’zâları ile dönerler. Şeyh Şiblîye bir kimse ardından çağırdı. Ana cevâb vermeyüb, bunlar ardına bakmazlar, geriden çağırana cevab vermezler dedi. Ve dahî fakr ve zillet ve meskenet ve huşû’ ve hudû ve tevâzu üzere olub, tâ ki bunların zıddı olan esmâ-ı ilâhiyye zuhûr edüb, rûh-ı ubûdiyete vâsıl olalar. Ve dahî eğer halkla ve eğer a’zâ ve cevârihlerinde herhâlde adâlet gözlerler. Rivâyet olunur ki, Hazret-i Peygamber den, mübarek ayaklarının birinde şirâk-ı na’li münkatı’ olıcak, ol bir ayaklarından dahî na’li ihrâc buyurmuşlar, tâ ki biri zahmetde ve biri râhatda olmaya.

Ve dahî meblağ-i ricâle ve makâm-ı ehl-i kemâle vâsıl olmayan ashâb-ı kulûb ve erbâb-ı ahvâle edeb bu imiş ki, mecâlis-i zikrde ehl-i inkâr ile oturmaya ve dahî onların esvâb u metâ’ından nesne almaya ki, tağyîr-i hâline sebeb olur.

Bayezid-i Ekber kuddise sırruh vakt-i hâllerinde, kendilerinde vahşet ve tağyîr müşâhede edüb oldukları mekânı aramak emretmişler. Bir münkirin na’li bulunmuş. Ve dahî ehl-i vaktin âdâbındandır ki, ol vaktin muktezâsını ri’âyet edüb, vakt-i âhar muktezâsına halt etmezler, tâ ki keder ârız olmaya. Rivâyet olunur ki, ululardan biri vakt-i tecrîd-i mutlakda iken, kendinde vahşet bulmuş. Oldukları yeri aramışlar, bir torba üzüm bulunmuş. Gördüklerinde, bizim evimiz hod bakkal evi olmuş deyu buyurmuşlar. Ve ba’zı dahî, tedkîk-i vera' vaktinde iken, önünde yanan çerâğdan keder ârız olub, ashâbına suâl etmişler. Getiren kimse cevab verüb, bir kimseden bir defa yağ getirmek için bir şişe aldım, iki def’a getirdim, demiş.

Ve dahî Allâh sübhânehu ve teâlâ erzâk-ı ibâda zâmin olması va’dine i’timâd edüb, herhâlde tevekkül ve i’tisâm ederler. Hâtem-i Esama kuddise sırruh, kanden yersin? diye suâl etdiklerinde; وَلِلَّهِ حَزَائِنُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ الْمُنَافِقِينَ لا يَفْقَهُونَ deyu buyurmuşlar.

“Ve lillâhi hazâinüs semâvâti vel ardi velâkinnel münafikîne la yefkahûn” Sure-i Münafikûn, Ayet 7

Ma’nası;Göklerin ve yerin hazineleri Allahındır fakat münâfiklar bunu anlamazlar

Ve Ma’ruf Kerhî kuddise sırruh, bir imâma iktidâ eyledi. Namâz tamam oldukdan sonra imâm suâl edüb, “kanden yersin?” dedikde, “senin ardında kıldığım namâzı i’âde edeyim, zîrâ erzâkında şekk eden hâlıkında dahi şekk eder” deyu buyurmuşlar. Hemen abde lâzım olan, mevlâya hüsn-i itâ’at ve hizmetde kemâl-i istikâmetdir. Yoksa kulun meûneti ve tedâriki, efendi üzerinedir. İ’timâdında sâdık olanı, Allâh sübhânehu ve teâlâ herhâlde gayre muhtâcdan saklayub, mevâzı-ı şiddetde meded edüb, sıhhatde ve marazda mu’în olur. Ahmed ibn ebî Cevârî ider, “Muhammed ibn Semmâk marîz oldu. Kazûresini alub bir nasrânî tabîbe iletmek istedim. Yolda giderken bir libâsı pak, gökçek râyihalı kimseye mülâkî oldum. Kande gidersin? deyu suâl eyledi. Kaziyyeyi haber verdim. Öyle olsa sübhânallâh Hakkın velisine adüvvüsünden isti’ânet mi edersin? Elindekini yere vurub İbn Semmâke deki, elini ağrıyan yerine koysun dahi وَبِالْحَقِّ أَنْزَلْنَاهُ وبالحق نزل * desin deyub gâib oldu. Dönüb gelüb İbn Semmâke vâkı’ olanı haber verdim. Ol dahî dediği gibi eyleyüb, filhâl ol marazdan halâs oldu ve ol gördüğün kişi Hızır nebî idi deyu buyurdu” Hâsıl-ı kelâm, cemâl-i Hakka âşıklar ve sülûkunda sâdıklar, envâ-ı mücâhede ve riyâzât ve âdâb-ı tarîkati ri’âyetde tamâm-ı dikkat edüb, nice hâlât-ı seniyye ve ezvâk ve makâmât-ı aliyyeye vâsıl olmuşlar.

* “Ve bil hakkı enzelnâhu ve bil hakkı nezel” Sûre-i İsra, Âyet 105

Ma’nası;Biz Kur’ân Hak olarak indirdik, o da hakkı getirdi

 

PEND VE NASÎHAT

Râh-ı Hak gâyetle ince imiş
Lîk güçlük Hakka erince imiş

İstediğine Hak kolay getirir
Az
zamânda murâdına yetirir

Nefs beriyyesinde kalma beğim
Türlü
türlü hevâya dalma beğim

Böyle kalmaz geçer bu köhne bahâr
Sana
köymez berîd-i leyl ü nehâr

Nakd-i ömr-i azîzi verme yele
Her
zamân fırsat ise girmez ele

Mâsivâ yolların ubûr idegör
Ka’be-i vasla er huzûr edegör

Hâlî ko olagör makâma karîn
Çün ana dâhil olan olur emîn

* كما قال الله تعالى مقام ابرهيم ومَنْ دَخَلَهُ كَانَ أَمَنَّا

Ulular yolda dikkat etmişler
Âhir envâ -ı zevka yetmişler

Bizi gör kim buçuğumuz yokdur
Gerçi
ki rahmeti Hakkın çokdur

Onmadık nefsi âh neyleyelim
Hak
bilür hâlimiz ne söyleyelim

Hâsılın yok Hüdâî zerre kadar
Fadl-ı Hakdan meğer ki erişe fer

Pâk ide cümle pâsını isini
Zer
-i hâlis ede çürük misini

Zerreyi gün gibi edüb rahşân
Katreyi
ide bahr-i bî-pâyân

Âlem-i kurb-ı vuslata eresin
Zevk
u sahbâ-yı vahdete eresin

Ola envâ’-ı lutf-ı rabbâni
Verile
bir vücûd-ı hakkânî

Ey bizi râyegân edüb îcâd
Yine
doğru yola iden irşâd

Kereminden mevâni’i def et
Yine
cümle hicâbı sen ref et

Sana yâ rab yine sen ol kılavuz
Seni
tâ kim seninle anlayavuz

Cem’ u farkı ola ki farkidevüz
Hâtem-i enbiyâ yolun güdevüz

Nice lutfun görüldü ey mevlâ
Eyle
dahî ziyâdeler i’tâ

* Kemâ kâlallâhu teâlâ “Makâmu İbrâhîme vemen dahalehû kâne âmina” Sûre-i Âl-i İmran, Ayet 97

Ma’nası:İbrâhim’in makamına giren emniyette olur