KELİME-İ TEVHİDİN MEYVESİ

 

"Lâ ilahe illallah", ilâhî sırların perdesini açar ve kalbi, onu kirletip yüce Hakk'ın tecellilerini perdeleyen tozlardan temizler. Kalp arşını temizleyerek onu Cenâb-ı Hakk'ın tecellisine mahzar ve nazarına layık bir mahal yapar. Bu itibarla Allah Teâlâ, Davud'a (a.s), "Ey Dâvûd! Bana kalp evini temizle de orada bulunayım. Gökler ve yer beni içine alamazken mümin kulumun temiz kalbi beni içine aldı" (Bk. Sehâvî, el-Makasıdü'l-Hasene, nr. 990) buyurmuştur.

Mâsivâya (Allah'tan gayrisine) nazar edip kirlendiğin, ilim ve derece üstünlüğüne güvendiğin ve varlık âleminde Allah'tan başkasını gördüğün sürece "lâ ilahe" nefyi senin içindir. Ne zaman eşyayı her şeyin sahibi olan Allah'ın birliğine (tevhid) delil kılıp, onlarda hakkı görürsen işte o an "lâ"dan kurtulur "illa"ya ulaşırsın.

"Allah de, sonra da onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar." (En'âm 6/91) Bu âyette belirtildiği gibi sen ne zaman fâni şeyleri anmayı bırakır, baki olan Allah'ın zikriyle meşgul olursan kelimenin tam anlamıyla Allah demiş olur, mâsivâdan yüz çevirirsin.

"Allah" kelimesini oluşturan "elif, lâm ve hâ" harflerinden her birinin özel bir mânası ve işareti vardır.

Elif, Allah'ın kendi zâtıyla kaim olduğuna, varlığının mahlûklardan hiçbirine bağlı olmadığına işarettir. Lâm, mülkiyet ifade eder; Cenâb-ı Hakk'ın tüm mahlûkatın gerçek sahibi olduğunu gösterir. Hâ harfi ise, hidayeti simgeler; göklerde ve yerde olanların hepsine hidayet eden, yani onların yolunu gösterenin, yapacağını öğretenin Allah olduğunu belirtir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de;

"Allah göklerin ve yerin nurudur (yani yerde ve gökte ne varsa hepsine hayat veren, yol gösteren Allah'tır)" buyurulmuştur. (Nûr 24/35)

Bunları şöyle anlamak da mümkündür: Elif, Cenâb-ı Hakk'ın kendi nimetini her tarafa yaymak suretiyle halk ile ülfet ettiğine; lâm, halkın Hak'tan yüz çevirdiğine; hâ, Allah dostlarının aşk ve muhabbet içinde kaldıklarına işarettir. Şairin biri bu nükteleri şu şekilde mısralara aktarmıştır:

Elif, halkla ülfet etmek;

Lâm, kınamaktır şeytanı.

Hâ, O'nun aşkıyla coşmak;

Ve... Uyarmaktır insanı.

Basiret gözünü aç! Âlemdeki her şey "lâ ilahe illallah" der. Sen şu âyetin haberine kulak ver:

"Yedi gök, yer ve bunların arasında bulunanlar O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, gafur ve halîmdir. (İsrâ 17/44)

Bu hakikat şairin mısralarında şöyle dile gelmiştir:

Her şeyde vardır apaçık bir âyet;

O'nun birliğine eder delâlet.

Tevhid güneşinin sadece senin üzerine doğduğunu mu sanırsın? Bu iş senin bildiğin gibi olmayıp, kuşlar dahi O'nun için saf saf olmuş, O'na dua ve tesbih etmektedirler. Sizin diğer mahlûklara kıyasla daha üstün, daha azametli ve faziletli oluşunuz mükellef olmanızdandır. Yoksa size ihtiyaca binaen bu özellikler verilmiş değildir. İyilik ve üstünlük Allah tarafından verilmiş bir nimet olup, Kur'ân-ı Kerîm'de bu nimet şöyle hatırlatılmıştır:

"And olsun ki, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onların çeşitli vasıtalarla karada ve denizde intikalini sağladık; onları temiz şeylerle rızıklandırdık ve yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık" (İsrâ 17/70)

Allah Teâlâ sizi ademiyet (yokluk) sırrından varlık sahasına getirmiş ve size, kulluk vazifenizi yerine getirerek, Allah'ın bir tek olduğunu anlamanızı emretmiştir. Sizlere vücut verilmiş olması herhangi bir ihtiyaç sebebiyle veya ilâhî sıfatların size muhtaç olduğundan ve vahdâniyyet sıfatının sizin şahâdetinize bağlı bulunduğundan dolayı değildir. Zira O'nun sıfatları hiçbir şahidin şahadetine bağlı değildir ve inkarcının inadıyla da gizli ve kapalı bir hale gelmez.

Yarasalar dahi güneşin varlığını bilirler. Fakat gözlerinin kusurlu olması sebebiyle onu göremezler. Güneş doğunca yerlerine çekilip uyurlar. Onlar gecenin varlığının da farkına varırlar. Yarasaların güneş ışığını görememesi güneş ışıklarından kaynaklanmaz; onların gözlerinin bu ışıkları görebilme kabiliyetinin olmayışından kaynaklanır.

Allah Teâlâ ezelî ve ebedîdir. İster şahadet edin, ister inkâr edin; yani isteseniz de istemeseniz de bu böyledir. Eğer şahadet ederseniz bu, O'nun ezeliyet sıfatının bir tecellisi olarak size ikram edilen nasibinizdir. Yok eğer inkâr ederseniz, bu hiçbir şey ifade etmez. Çünkü ezelî ve ebedî olan bir şeyin varlığı, hadis olan (sonradan yaratılan) bir şeye bağlı değildir. Bilakis hadis olan bir şeyin mevcudiyeti kadîm olana bağlıdır. Bütün varlıkların O'na muhtaç olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de şöylece ifade edilmiştir:

"Ey insanlar! Siz fakirsiniz. Allah ise zengindir, her türlü hamd'e ve övgüye lâyıktır. O dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni kimseler yaratır. Bu Allah'a zor değildir." (Fâtır 35/15-17)

Eğer sen fakir isen, Allah'ın huzuruna zenginler gibi; zelil isen azizler gibi; zayıf isen güçlüler gibi gelme! Allah'ın divanına aczini, fakrını itiraf ederek gelirsen bilmiş ol ki sabreden fakirler O'nun yanında olurlar. Zelil ve kalbi kırık bir vaziyette varırsan şüphesiz O, kalbi kırık olan kimselerle beraberdir. O'nun huzuruna O'nu zikrederek gidersen O da seninle birlikte olur. Nitekim âyette;

"Beni anın ki ben de sizi anayım" (Bakara 2/152) buyurulmuştur.

O'na muhabbetin varsa;

"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" (Mâide5/54) âyetinin müjdesine ulaşırsın.

O'na yakınlık peyda ederek geldinse, "Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım, kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşır, ben de onu severim. Sevdiğim zaman onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Kulum artık benimle görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle yürür"* kudsî hadisinin sırrına mazhar olursun.

*(Buhârî, Rikak, 38; ibn Mâce, Fiten, 16; Begavî, Şer-hu's-Sünne, 1/142; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, nr. 7880)

Şu hadis de O'na yakın olan kulların haline işaret etmektedir:

"Allah kıyamet gününde, 'Ey âdemoğlu, aç kaldım beni doyurmadın, hasta oldum halimi sormadın' der. Bunun üzerine kul, 'Yâ rabbi, sen âlemlerin rabbi iken ben seni nasıl doyurayım, sana nasıl su vereyim!' diye sorar; Allah da, 'Benim kullarımdan biri hastalandı, sen onun hal ve hatırını sormadın. İzzet ve celâlime and olsun ki, onun hal ve hatırını sormuş olsaydın beni onun yanında bulurdun' der." (Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 517; Müslim, Birr, 43; İbn Hibbân, Sahîh,nr. 269)