MEVZUU:

a) Kötü hallerin beyanı..
b) Amellerde kusurları görmek..
c) İyilik işlerinde niyetleri töhmet altında tutmak..


***

N0T : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Muhaınmed Eşref Kabili'ye yazmıştır.

***

Allah'ım, bizleri râzı olduğun işlerde başarılı eyle.. Sana taatta sebat ver.. Seyyid'ül-mürselin hürmetine.. Ona ve âline salât ve selâm..

***

Büyüklerden biri şöyle dedi:

– Sadık mürid odur ki; sol yanındaki kâtip melek, yirmi sene onun aleyhine yazacak bir şey bulamaya..

Halbuki bu Fakir, kusur dolu.. Nefsini zevk ve vicdanî duygular içinde buluyor. O kadar ki: Sağındaki kâtip melek, onun için bir hasene bulacak mı ki amellerinin sayfasına derc eyleye.. Hem de yirmi sene müddet içinde.. Allah-ü Teâlâ, biliyor ki, bu sözü yapmacık söylemiyor.. Zevk olarak, yine şunu biliyor ki: Firenk kâfirleri kendisinden nice mertebe faziletlidir. Bunun cevabını sorsalar, vermekten aciz kalmaz..

Yine kendi nefsini, zevk yolu ile biliyor ki: Hatalarla dolu ve seyyielerle şümullü.. Kendisinde hiç bir hasene yoktur.

Şunu da görüyor: Sol yandaki kâtip melek onun için yazmaya pek haklı..

Şunu da görüyor: Sağ yandaki melek, artık daimî surette muattaldır.

Şunu da biliyor ki: Sağ yanındaki defteri boştur; sol yanındaki defteri doludur.

– Artık rahmetten başka bir ümidi olmadığı gibi; mağfiretten başka bir mededi de yoktur.

Şu duâ, onun haline pek uygundur:

– Allah'ım, mağfiretin, günahlarımdan çoktur. Rahmetin, amelimden daha ümit vermektedir.

***

Asıl şaşılacak durum şu ki: İlâhî feyizler, rahmani varidat kemal ve tekmil derecelerinde daima gelmektedir. Bu varidat, anlatılan kusurları görmeyi kuvvetlendiriyor; yazılan ayıpların müşahedesini kuvvetlendiriyor. Ucüp yerine, noksanlıkları artırıyor; yüksek görme yerine tevazu ve tenezzül geliyor..

Bir an içinde, velâyet kemalâtı ile müşerref; aynı an içinde kusur ve noksan görmekle muttasıf oluyor..

Her ne zaman uruc edip yükselse, kendini aşağıda buluyor. Hatta uruc edip yükselmesi, aşağıya tenezzülünü görmeye sebeb oluyor.

Büyük zatlar, onun bu halini tasdik ederler mi etmezler mi?. Eğer onun sırrına muttali olsalardı; herhalde durumunu tasdik ederlerdi. Şöyle bir şey sorulabilir:

– Birbirini nefyedecek durumda olan iki şeyin bir arada olmasının sırrı nedir?. Anlatılan iki şeyden birinin var olması, diğerinin de var olmasına nasıl sebeb oluyor?.

Buna şu cevabı verebilirim:

– Birbirini nefyeden iki şeyin bir arada bulunmasının muhal olması, mahallin bir olması şartına bağlıdır. Ama bizim içinde bulunduğumuz durumda, mahaller müteaddittir. Yukarıya yükselip giden; insan-ı kâmilin âlem-i emre ait letâifidir. Alta inen ise; yine insan-ı kâmilin âlem-i halktaki letâifidir. Bu mânâya göre, âlem-i emir letâifi her ne mikdar yukarı yükselse; âlem-i halk letâifi ile olan münasebeti o mikdar azalır ve noksanlaşır. Bu münasebetin azalması ve noksanlaşması da âlem-i halka inmeye sebeb olur. Âlem-i halka tenezzül edip düştükçe de; salik, halâvetini (şirinliğini)kaybeder, ayıplarını ve noksanlarını görmesi artar. Bu mânâ icabı olarak, müntehi olan zatlar, çoğu kez, işin başında kendilerine gelen lezzeti arar dururlar. Ki bu lezzet, işin nihayetinde kendilerinden gitmiştir. Onun yerini, lezzetin yokluğu ve tatsızlık almıştır. Yine bunun içindir ki; irfan sahibi bir kimse, Frenk kâfirlerini kendisinden daha faziletli bulur. Çünkü kâfirde, âlem-i halk ile, âlem-i emir imtizacı sebebi ile bir nurâniyet vardır. Halbuki irfan sahibinde bu imtizaç yoktur. Hatta:

– Ene (Ben)..

Lafzının vuku bulduğu âlem-i halk kendisinde kalmıştır. Yani: irfan sahibinden yana sadece bu benlik lafzı kalmıştır. Bu benlik ise; baştan ayağa zulmet ve sıkıntılarla doludur. O irfan sahibinin âlem-i emirdeki letâifi, rücû yolu ile tenezzül etse dahi, halk âlemi ile bir ihtilatı ve imtizacı olmaz. Yani: İbtida (başta) aralarında böyle bir imtizaç olduğu gibi..

***

Kardeşim Hâce Muhammed Tahir'le gönderilen mektup ulaştı.

Gaybet (Tasavvufta, kalbin kendisine gelen mânâlarla meşgul ve onlara dalmış olarak, kendisinden ve halkın işlerinden, etrâfında olan şeylerden habersiz olması) zamanında tam münasebet sağlayan rabıtanın husulü; uygun düşer ki bunlar: Büyük nimetler arasında sayıla.

Mâniler kalkıncaya kadar kalblerin yakınlığı ile yetinilsin. Bu yakınlığın varlığı ile beraber, bedenlerin yakınlaşması temennisi de kalbden çıkarılmamalıdır; çünkü, nimetin tamamı bu yakınlığa bağlıdır. Veys'el-Karanî'yi görmez misin; kalb yakınlığını bulmasına rağmen kendilerine bedenen yakınlık hâsıl olanlardan en küçüğünün derecesine yetişemedi. Sebebi: O devletin kendisinde hâsıl olmayışıdır. Yine bu mânâ icabıdır ki, dağ kadar altın sadakası, bu sohbete nail olanların bir ölçek arpa sadakasını tutmadı.

Hâsılı: Her ne olursa olsun; hiç bir şey sohbet yerini tutmaz.

Vesselam..
 

 


Hakîkat Kitâbevi Tercümesi