MEVZUU: İlmin üstünde bulunan hayat sıfatının sırlarıdır. İlim, sıfat-ı zaideden olduğu gibi, bu hayat sıfatı da, şuun-u gayr-ı zaidedendir.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hâce Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Bilesin ki,

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Hazret-i Şeyh Muhyiddin b. Arabi ve ona tabi olanlar, tenezzülat-ı hamseyi isbat eyleyip birinci taayyünü de, ilim makamı icmalinden itibara almışlardır. Bunun için de:

– Hakikat-ı Muhammediye demişlerdir. Ona ve âline salâi ve selâm olsun.

Bu taayyünün inkişafını da, zati tecelli bilmişlerdir. Bunun üstünü de, lâ taayyün (taayyünün olmadığı) makamı bilmişlerdir. Ki burası, zat-ı baht, bütün nisbetlerden ve itibarlardan mücerred olan ehadiyet mertebesidir.

Bu mânâda şunun gizli kalması gerekir ki,

İlim şanı üstünde hayat şanı olup ilim ona tabidir. Bu hayat, bütün sıfatların manasıdır; ister ilim, isterse diğerleri. İlim dahi, ister husuli olsun; isterse huzuri. Bu hayatın şanı çok çok büyüktür. Bu hayat şanı yanında; sair sanların hükmü; umman denize nisbetle akan küçük su yollandır.

Şaşılacak şeydir ki, o Şeyh-i Muazzam (yani Muhyiddin b. Arabi) bu geniş memlekette seyredememiş ve onun bahçelerinden ilimlerin ve maarifin çiçeklerini derleyememiştir.

Bu anlatılan şan, yüce Hazret-i Zat'a daha yakın olduğundan; onu bilmemek ve idrak edememek yerinde ise de, lâkin onda tenezzül ve zılliyet şaibesi olduğundan ilim ve marifet yeri olmalıdır, amma az, amma çok.

Sübhan Allah keremi ile bu Fakir'e, bu şanı büyük makamda seyir düşünce, bu durum müşahede edildi: Şeyhin, onun altında bulunan uzak mesafede bir hücresi var.

Madem ki o, bu makamda bulunmayı ihtiyar etmiştir; herhalde sonunda bu makamdan bol hazza nail olur. Burada; keyfiyeti belli olmayan uzaklık için:

– Uzak mesafe... tabirini kullanmak, iki itibara dayanmaktadır:

a) İbare sahasının darlığına,

b) Bu misali olan uzaklık sureti, misal aleminde mesafe uzaklığı suretinde müşahede edilmiş olmasına..

Bir ayet-i kerime meali:

– "Sübhansın... senin öğrettiğinden başka ilmimiz yoktur. Çünkü sen Alim Hakimsin." (2/32)

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***

HAYIRLI BİR FASIL

Üstte anlatılan beyandan lâzım geldi ki, hayat mertebesinde ilim sabit olmaya. Zira, hayat onun üstündedir. Bu ilim, ister husuli olsun; isterse huzuri.

İlim ki, hayat mertebesinde sabit değildir; Hazret-i Zat mertebesinde nasıl sabit olur?.. Bu Hazret-i Zat ki, üstlerin de üstündedir,

İlim sabit olmayınca da, onun nakzedicisi sabit olur.

Sübhan Allah bu gibi şeylerden yana pek üstün yüceliğe sahiptir.

Bu müşkil mananın derinliğine inmek, ince bir marifet duygusuna bağlıdır. Yüce Allah'ın veli kulları arasında, bu mânâda kelâm eden azdır.

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,

Şanı yüce Vacib Zat'ın ilmi, hakkiye-i zaide olan sekiz sıfattandır. Nitekim ehl-i hak uleması bunun böyle olduğuna kail olmuştur. Aynı şekilde o, zaid olmayan şuun ve itibarlardan da sayılır.

Üstte anlatılan birinci kısım, yüce Zat üzerine sıfat-ı zaideden olduğu için; ona taalluk eden dahi, mukaddes Zat'ın masivası sayılır. Bu masiva dahi ister alim olsun; isterse başka zaid sıfat.

Her ne ki, zılliyet nişanı ile damgalıdır; kendisine:

– Ziyade... (fazladan veya olup olmaması müsavi) ismi arız olmuştur; mukaddes Hazret-i Zat mertebesine lâyık değildir. Ve yüce mukaddes Zat'a dahi taalluku yoktur.

Bu mânâda anlatılan ilim, ister husuli olsun, isterse huzuri.

Huzuri olsa dahi, yine Hazret-i Zat zılâlinden bir zılla taalluku vardır, isterse; ilim, alim ve malum arasında bir ittihad olsun. Keza bu ittihad dahi o mukaddes mertebe zılâlinden bir zıldır; o mertebenin aynı değildir. İsterse, bunu çokları aynı sansın.

İkinci kısma gelince, bu dahi, zaid olmayan zati şuunlardan olmasıdır. Bunun taalluk ettiği, yalnız Hazret-i Zat'tır. Zatın masivasına taalluk edenlerden de, pek yücedir.

Hulâsa, şayet ilim zaid ise, onun taalluku da, zatın masivasına kalmıştır.

Ve o ilim ki, zaid değildir; bunun taalluku da yalnız yüce mukaddes Zat'a kalmıştır.

Hazret-i Zat mertebesinden nefyedilen ilme gelince, bu dahi zaid olup o mukaddes mertebeye lâyık olmayan ilimdir. Ki, zaid olmayan ilim şanının (makam veya mertebe manasına) zıllıdır. Bu ilmin nefyedilmesinden de, onun nakzedeni olan cehlin sübutu lâzım gelmez.

Orada kâmil sıfatlardan olduğu halde, ilim mecali olmayınca; baştan sona noksan olan onun makzedenine o makamda nasıl sübut makamı olsun!..

Bu babda netice söz şu ki: O Hazret'ten her iki nakzedici de atılmıştır. Bunda dahi hiçbir mahzur yoktur.

Bir irfan sahibi şöyle demiştir:

– Rabbimi zıdların cem'i ile bildim.

Yüksekliği sebebi ile o pek mukaddes makama, bu iki nakzediciden biri dahi ulaşmamış gibidir.

Hazret-i Zat'tan bütün nisbetler ve itibarlar atılmış olunca, nisbetler cümlesinden olan ilmin oluşu ve olmayışı dahi ondan atılmıştır.

O şey ki, kendisine nisbetler ve itibarlar lâzımdır ve onda iki nakzedicinin kalkması veya birleşmesi olmaz, o şey mümkindir.

Nisbetlerin ve itibarların yaratıcısı, bütün nisbetlerden ve itibarlardan münezzehtir. Bu yerde, gaibi şahide kıyaslamak da mümtenidir.

Bu arada şöyle dememiz de mümkündür:

– Has ilmin nefyedilmesi, mutlak ilmin olmayışını gerektirmez. Hatta has ilmin olmayışı gerekir ki o, zılliyet şaibesini tazammun eder. Bu takdire göre de, hiçbir mahzur yoktur. İki nakzedicinin kalkması gerekmez.

Bu mânâyı anla...

Şunun da bilinmesi yerinde olur:

O ilim ki, şuun-u zatiyedendir; sıfat-ı zaideden olan ilimli asla bir münasebeti yoktur. İsterse bu ilmin aslı, o ilim olsun. Zira sıfat-ı zaide, zati şanın zıllıdır.

O makamda hepsi, inkişaf içi inkişaftır. Huzurun aynında dahi, husuldür.

Onun yüksek derecesi sebebi iledir ki, onun mukabil hiçbir tarafa cehl düşmeye güç yetiremez. Keza onun nakzedicisi olmaya da...

Amma ilim sıfatı böyle değildir. Zira cehl, onun nakzedeni olarak kaimdir. İsterse bunun vukuu caiz olmasın...

Onda bulunan, nakzedici ihtimaldir ki; onun düşmesine ve mukaddes Zat ile taallukuna engeldir. Zira, bir kemal ki, onda nakzetme ihtimali vardır; amma hangi kemal olursa olsun, o mukaddes mertebede isbat edilen hazreti kudrette onun yeri yoktur. Meselâ, o öyle bir kudrettir ki, mukabilinde acz durumu vardır. Fakat, kudret sıfatı böyle değildir; zira onda nakzedici ihtimali vardır, isterse bu vaki olmasın.

Üstte kıyas, yüce mukaddes Vacibiyet sıfatlarının ve şanların tümünde yapılır.

İlim şanının ki, ilim sıfatı ile asla bir münasebeti yoktur; mahlukatının ilmi için bu makamı büyük şanla nasıl bir münasebet olabiliri.. Onun için, o mukaddes mertebe ile bir taalluk nasıl tasavvur edilebilir!.. Meğerki Sübhan Hak katında kula bir inayet ve himaye gele ve kendi katındaki inkişaftan nakısın inkişafına bir açıklık ihsan eyleye. Tam bir fena haline vardıktan sonra da, ona ekmel mânâda beka vere...

İşte anlatılan vakittedir ki, o mukaddes mertebe ile keyfiyeti belli olmayan mânâda bir taalluk hâsıl olur. Öyle bir mertebeye ulaşır ki, onun yanında asıl dahi kusurlu kalır. Zira aslı da geçip aslın aslına ulaşmıştır.

Bu, öyle bir hususiyettir ki, bununla onlar imtiyaz bulmuşlardır. Böylece, onlara terakki yolu açılır; asıldan geçtikleri gibi, aslın dahi aslından geçerler. Öyle bir makama ulaşırlar ki, asıl, yola düşen bir zıll (gölge) gibi kalır.

Bir ayet-i kerime meali:

– "Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir." (62/4)