MEVZUU:
a) Âlemin icadı,
vehim mertebesindedir. Lâkin o, icad taalluku ve istikrar sebebi ile, nefs-i
emre (işin özüne) mensuptur; bu ilim ve hariç mertebesinin ötesindedir.
b) Vahdetin ve
kesretin ikisi de, işin özündedir. c) Sebat ve istikrar var iken, salikin fenasının nasıl olacağının tahkiki.
—
Bu mektup, günlük
hadiseler dolayısı ile tam yazılmamıştır. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz.
bu mektubu, Oğlu, Hazret-i Mahdumzade Hace
Muhammed Masum'a
yazmıştır. Sübhan Allah, ona selâmet ihsan eylesin.
***
Bilesin ki,
Vehim mertebesi, öyle bir mertebeden
ibarettir ki, orada zuhur vardır; vücud yoktur.
Meselâ, Zeyd'in sureti gibi. O, aynada
tevehhüm edildiği zaman, orada vücutsuz olarak zuhur vardır. Zira, aynada asla
suret yoktur. Orada vehmi zuhurdan başka sübut dahi yoktur.
Sağlam keşif, doğru müşahede ile açığa
çıktı ki, Sübhan Hak, tam manası ile kâmil olan iktidarla âlemi vehim
mertebesinde yaratmıştır. Kâmil san'atı ile de ona sırf zuhur (görünüş) vermiştir.
Her ne kadar o mertebede bir oluş ve
vücud olmadan zuhur var ise de; lâkin âlem o mertebede yaratılmış olduğundan,
Sübhan Hakkın icadı, müsbet ve mevcut olmaktadır.
Vücud ile zuhur olduğu zaman; nefs-i
emir (işin aslı-özü) mertebesinde olur ki, ona doğru eserler ve hükümler
terettüb eder.
Bu vehim mertebesi, ilim ve hariç
mertebesinden ötededir. Hariç mertebesiyle onun müşabeheti ve münasebeti
(benzerliği ve alakası) dahi,
ilim mertebesi ile olan münasebetinden daha ziyâdedir. Onun sübutu dahi, harici
sübuta benzer. – Zihnî vücud..
Dedikleri ilmî sübut böyle
değildir. Çünkü o, harici vücuda mukabil bir tarafa düşer.
Vehim mertebesinde bulunan zuhurun dahi,
harici zuhura tam bir benzerliği vardır. Amma, ilim mertebesi böyle değildir.
Zira orada, bütun ve kûmun (kapalılık ve gizlilik) vardır. Hariç mertebeden, vehim mertebesine bir zıl
(gölge)
düşmüş; hariç zıl ile, orada âlem vücud bulmuş gibidir. Halbuki, haricin
kendisinde, Zat-ı Ehadiyetten başka mevcut yoktur. Âlem dahi o taaddüd ve bu
tekessür (çok olma ve bu çoğalma) ile, yüce Allah'ın icadı ile hariç zıllında zıllî vücutla mevcut
olmuştur.
Nefs-i emr (işin özü-aslı) haricinde
vahdet vardır. Nefs-i emr harici zıllındaysa, kesret vardır. Nitekim, ilimde
nefs-i emre mutabık olarak aynı şekilde kesret vardır.
Üstte anlatılan manaya göre; vahdetin ve
kesretin her ikisi de, nefs-i emrde olmaktadır. Onlardan her birinin dahi,
kendine göre bir itibarı vardır. Böyle olmasında da hiçbir mahzur yoktur.
Bu hariç ve vücut, âlem için zıllî
oldukları gibi; aynı şekilde sair sıfatlarından hayat, ilim, kudret ve diğerleri
de yüce Sultan Vacib Zat'ın sıfatlarının zılâlidir. Hatta âlemin isbatında sabit
olan nefs-i emr dahi, hariç mertebede bulunan nefs-i emrin zıllıdır.
Bir şiir:
Bir şey getirmedim başka baba ocağından; İhsanın bana bendeki, bir parçayım ondan..
Yüce mukaddes Allah şöyle buyurdu:
– "Rabbini görmüyor musun, zilli
(gölgeyi) nasıl uzattı?"(25/45)
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
– Sen risalelerinde ve kitaplarında şöyle
yazmıştın:
– Zılda bulunanların hepsi, asıldandır.
Zıllın elinde emâneti taşımaktan başka bir şey yoktur. İstidadlı (kâbiliyetli) salik, elinde
bulunan hayrı, kemali, vücudu ve vücudun tevâbiini (tâbi olanlarını): – Zılliyet aslındır..
Hükmünce yerine
verir ise.. nefsini dahi bütün kemalâttan hali bulur ise.. zaruri olarak fena ve
izmihlal ile tahakkuk eder. Kendisinden yana ne isim kalır; ne de resim..
Bu kelâmın hasılı nedir?. Kemalâtın
aslına reddi manası nedir? Sebatı ve istikrarı var iken; hangi itibarla salikin
izmihlali ve fenası hasıl olur?
Bunun için şu cevabı veririm:
– Bu fena, bir şahsın haline benzer ki;
emânet elbisesi giymiştir. Bunu bilir ki, kendisinin değil; başkasınındır. Onu
ancak, emânet yolu ile giymiştir.
Bu görüş ağır bastığı takdirde; tam
istilâ ettiği zaman; onları giymiş olmasına rağmen sahibine verir, kendisini
dahi üryan bulur. O kadar ki, bu üryan halinden dolayı, infiale kapılıp yanında
bulunanlardan utanır.. Ve.. kendisini bir köşeye çeker..
Salik, vehim ve tahayyül mertebesinde
yaratılmış olduğundan; kendisine tahayyülî fena yeter. Bu tahayyülün istilâsı,
onu kalbi yakîne ulaştırır. Onu zevke ve vicdana (tadma ve bulmaya) dayalı kılar. Böylece, fenadan
ve izmihlalden yana asıl maksat bulunmuş olur. Zira, fenadan maksat, zillî
taallukun zeval bulmasıdır; asla taallukun husulüdür. Zıllın asla dönüşü yakîne,
zevke, vicdana bağlanınca; zaruri olarak zılla taalluk zail olur. Onun yerine
ise.. asla-taalluk gelir.
Yukarıda anlatılan tahayyül hasıl
olmayınca, bu zılla taalluk zevali devleti de müyesser olmaz.
Hatta bu tarikata sülukün medarı dahi,
tevehhüme ve tahayyüle göredir. Bu tarikatta cüz'i manalar olan hallere ve
vecidlere ancak, vehimle erilir. Salikler için tecelliyat ve telvinat dahi hayal aynasında müşahedeye gelir.
Şayet vehim olmasaydı; fehim (anlayış) kısır
olurdu. Hayal olmasaydı; hal kapalı kalırdı.
Bu tarikatta, vehimden ve hayalden daha
faydalı bir şey bulunmaz. Çoğunlukla bunların idrâki ve inkişafı, vakıaya
mutabık gelir (gerçeğe uygun düşer).
O şey ki, Rabbi ile kulu arasında
bulunan elli bin (50.000) senelik mesafeyi kısa bir müddette kat eder; Allah'ın
keremi ile kulu yüksek derecelere ulaştırır; işte o, VEHİM'dir.
O şey ki, gaybin gaybi incelikleri ve
sırlarını kendi aynasında inkişaf ettirir ve istidadlı saliki ona muttali kılar;
işte o, HAYAL'dir.
Vehmin şerefindendir ki, Sübhan Hak,
âlemin yaratılmasını o mertebede tercih etti ve orayı kemalâtına zuhur mahalli
kıldı.
Hayalin üstünlüğündendir ki, Allahu
Teala onu misal alemi için bir örnek kıldı. Ki o misal âlemi, bütün âlemlerin en
genişidir. O kadar ki, orada vücub mertebesi suretinin dahi bulunduğuna kail
olmuşlardır. Ve hükmetmişlerdir ki:
– Sübhan Allah'ın bir misli yoktur; lâkin
orada misali vardır.
–
"Misallerin en yücesi Allah'ındır."(16/60)
O şey ki, irfan sahibi hayal aynasında
hisseder ve vicdan zevki ile oraya terakki eder, işte, vücubiyet hükümlerinin
suretleridir.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
– Üstteki tahkikten vuzuha kavuştu ki,
fena, tahayyül itibarı iledir. Her ne kadar kalbi yakîne ulaştırır, onu zevke ve
vicdana bağlar ve onun üzerine doğru hükümler terettüp eder ise de, tahakkuk
itibarı ile değildir. Halbuki sen, bazı risâlelerinde şöyle yazmıştın:
– Bu fena, vücud itibarı iledir; aynın ve
eserin zevalidir.
Bu durumda muamelenin hakikati nedir?
Bunun için şu cevabı veririm:
– Yakîn ile zevkî ve vicdanî olarak;
zıllın
vücudu asla rücû ettiğinden (döndüğünden), zaruri olarak, vücudun zevaline hükmedilmiştir.
Aynın ve eserin kalktığı söylenmiştir.
Şayet sorulur ise: – Faninin sübutu ve istikrarı var iken; bu vücudî fenanın hükmü doğru mudur? Yalan mıdır?
(Mektubun başında da anlatıldığı gibi, bu mektubu tamamlamak, İmam-ı Rabbanî Hz.'ne müyesser olmamış ve son soru cevapsız kalmıştır.)
|