TÂCİRİN HİKAYESİ

Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu. Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı. Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi. Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini va’detti. Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi. Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi anlat. Dedi ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Allah’ın takdiriyle bizim mahpusumuzdur. Size selam söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.
Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim. Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gah yeşilliklerde, gah ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz. Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül bahçelerinde. Ey Ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!

Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leyla, öbürü Mecnun olursa. Ey güzel endamlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri içmem reva mı? Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh iç! İçerken bu yerlere serilmiş düşkün aşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök! Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani? Bu kulun ayrı düşmesi, fena kulluktansa... Kötüye kötülükle mukabele edersen aramızda ne fark kalır?

Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, sema’dan, çengin namelerinden daha zevkli, daha neşeli. Ey cefası devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber! Ateşin bu... Acaba nurun nasıl? Matem, bu olunca düğünün nice? Cevrinde öyle tatlılıklar var ki... Malik olduğun letafet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz. Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.

Kahrına da hakkıyla aşığım, lütfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim. Allah hakkı için bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryat ederim. Bu ne şaşılacak şey bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür! Bu bülbül değil ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte! Güle âşık, hâlbuki esasen kendisi gül, kendisine âşık, kendi aşkını aramakta!”

Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerede kuşlara mahrem olan kişi? Nerede zayıf ve suçsuz bir kuş ki onun içine Süleyman, askeriyle ordu kurmuş olsun! Şükür yahut şikâyetle feryat edince yere, göğe zelzeleler düşsün! Her demde ona Allah’tan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Ya Rabbi” deyince Hak’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin! Hatası, Allah indinde ibadetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın! Öyle kişiye her nefeste hususi miraç vardır. Allah, onun tacının üstüne yüzlerce hususi taç koyar. Cismi topraktadır, Canı Lâmekân Âleminde, O Lâmekân Âlemi, saliklerin vehimlerinden üstündür. (vehimlere sığmaz.) O Lâmekân Âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.(ne idrak edebilirsin, ne tahayyül!) Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tabi ise mekân âlemiyle Lâmekân Âlemi de, o âlemin hükmüne tabidir. Bu ilahi akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sukut et! Doğrusunu, Allah daha iyi bilir. Dostlar biz yine kuş, tacir ve Hindistan hikâyesine dönelim: Tacir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selam götürmeyi kabul etti.

Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü. Atını durdurup seslendi, dudunun selamını ve kendisine emanet ettiği sözleri söyledi. O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.
Tacir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım, Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir. Bu işi neye yaptım, o haberi neye verdim? Bu münasebetsiz sözle biçareyi yaktım, yandırdım.” Bu dil, çakmak taşıyla çakmak demiri gibidir.

Dilden çıkan da ateşe benzer. Manasız yere gâh hikaye yoluyla, gah laf olsun diye çakmak taşıyla demirini birbirine vurma! Zira ortalık karanlıktır, her tarafta pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur? Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.
Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder. Canlar aslen İsa nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar. Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesih'i’ sözü gibi tesir ederdi. Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, haris olma, bu helvayı yeme! Feraset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.

Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır! “Ey gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönüle sahip olan kişi, zehir bile yese o zehir bal olur.” Gönüle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyan gelmez. Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı talip (kemale ermemiş salik), henüz hararet içindedir.

Peygamber buyurdu ki:”Ey cüretli talip! Sakın hiçbir matlup ile mücadele etme!” Sende Nemrut’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol! Mademki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci... aklına uyup kendini denize atma! Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyanlardan bile bir hayli fayda elde eder. Kamil, toprağı tutsa altın olur; nakıs, altını ele alsa toz toprak kesilir. O gerçek er, Allah’a makbul olmuştur, bütün işlerde onun eli Allah elidir.
Nakıs kimsenin eli ise Şeytan’ın, ifritin elidir. Çünkü Şeytan’ın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur. Kamile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nakısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir. İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kamil kâfir bile olsa o küfür, din ve şeriat haline gelir. Ey yayan olduğu halde süvari ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanmayacak, onu geçmeyeceksin, iyisi mi, dur!

Melun Firavun’un zamanında sihirbazlar Musa ile kin güderek mücadeleye girdiler. Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar. Zira ona “Ferman senin. İstiyorsan önce sen asanı at” dediler.

Musa “ Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.

Musa’ya karşı gösterdikleri o kadar hürmet, din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri ayakları kesildi. Sihirbazlar Musa’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını feda eylediler.

Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helaldir; mademki sen kâmil değilsin yeme ve sukut et! Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Allah, kulaklara “Ansitü” buyurdu.

Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı ile kulak kesilir. Lakırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerekir. Kulak vermezse “ti, ti “ diye manasız sözler söyler; kendisini âlemin dilsizi yapar. Anadan sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin? Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerekir. Söze, kulak verme yolundan gir. Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın! Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Allah’ın sözüdür.

Allah, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tabi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur. Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstada tabidir, örneğe muhtaçtır. Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök! Çünkü Adem, Allah itabından ağlamakla kurtuldu; tövbekarın nefesi ıslak göz yaşlarıdır. Adem, yeryüzüne, ağlamak için, daima feryadetmek, inlemek ve mahzun olmak için gelmiştir.

Adem, Firdevs’ten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en adi yere, ta kapı dibine, özür dilemek için gitti. Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!

Gönül ateşiyle gözyaşından çerez düz. Bahçe, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir. Sen gözyaşı zevkini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek aşığısın! Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile doldurursun. Önce can çocuğunu Şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.

Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melun Şeytanla sütkardeşisin! Nur ve kemali arttıran lokma, helal kazançtan elde edilen lokmadır. Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa su de!

İlim ve hikmet helal lokmadan doğar; aşk ve rikkat helal lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!

Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası olduğunu gördün mü? Lokma tohumdur mahsulü fikirlerdir. Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağza alınan lokmanın helal olmasından doğar.

Tacir alışverişi bitirip muradına nail olarak evine geri geldi. Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsan da bulundu. Dudu “ Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.

Tacir, “Söylemem, zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak, cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hala pişman olup durmaktayım” dedi.

Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete bu gama ne sebep oldu?” dedi.

Tacir dedi ki: “Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim. İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.” Ben “Ne yaptım da bu sözü söyledim” diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir? Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir. Oğul, o ok gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek. Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harap etse şaşılmaz.

Yapılan işin gayb âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tabi değildir. Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Allah tarafından yaratılmıştır. Mesela Amr’e Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’i kaplan gibi yaralar. Yara, bir yıl kadar Amr’ın vucudun ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hak yaratmıştır, insan değil.
Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse yahut ölümüme kadar bedeninde yaralar, oluşursa, o ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de! Hepsi, Allah’ın icadı ise de o ağrıları Zeyd’e nispet et!

Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri hep Hak’ka mutidir (eken, nefes alan, tuzak kuran, çiftleşen kuldur; bitiren, yaşatan, tuzağa düşüren, doğurtan yahut bunların aksini meydana getiren Hak’tır).

Velilerde Allah’tan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan geri çevirirler. Allah velisi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar (fiilleri neticesiz bırakır). Fakat bunu Allah eliyle yapar. Allah kudretiyle; söylenmiş bir sözü söylenmemiş hale getirir. Bir hale ki ne şiş yanar ne kebap! Bütün kalplerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.

Ey ulu kişi! Sana delil ve hüccet gerekse “Min ayetin ey nünsiha” ayetini oku. “Ensevküm zikri” ayetini de oku velilerin kalplere nisyan koyma kudretini anla!

Veliler, hatırlatma ve unutturmaya kadirdirler; şu halde herkesin gönlüne hâkimdirler. Veli, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlal yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.

Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız ama Kuran’da “Ensevküm” ayetini bir okuyun!

Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır. Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin ferridir. Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir. Ben bunu, tamamı ile söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri (Peygamberler) men ediyorlar. Mademki halkı unutması ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o erişir.

O güzel huylarla huylanmış olan zat, her gece gönüllerden yüz binlerce iyi ve kötü hatırayı giderir; gündüzün gönülleri, yine o hatıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hale getirmektedir. Evvelki düşüncelerin hepsi, Allah’ın hidayetiyle sahiplerini tanırlar. Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.

Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mal olmaz. Hünerler ve huylar, kıyamet günü, çeyiz gibi sahibine döner. Güzel olsun, çirkin olsun... Bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir; nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.

Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu. Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külahını yere vurdu. Onu, bu renkte, bu halde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.

Dedi ki: “ Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hale geldin? Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım. Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim! Süleyman’ın böyle kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı? Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım! Ey dil, sen bana çok ziyan veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim? Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin? Can, ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden feryad etmektedir.

Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermanı olmayan bir dertsin! Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve ayrılık zamanının enisisin!

Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek için kurmuşsun. İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla! Ya bana cevap ver yahut insafa gel, yahut da bana sevinç ve neşe sebeplerinden birini an! Eyvah benim karanlığı yakıp mahfeden nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!

Vah benim güzel uçan; ta sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum! Cahil insan ilelebet mihnete âşıktır. Kalk, “Fikebed” e kadar “La uksimü oku!

Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım. Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayali iledir.

(Bu kuşun ölümüne sebep) Allah’ın gayreti (kıskanması) idi. Hak’kın hükmüne çare bulunmaz. Nerede bir gönül ki Allah’ın hükmünden yüz parça olmamış olsun!

Gayret (kıskançlık) de her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Allah gayretidir (kendisinden başka her şeyi kıskanır).

Ah keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım! Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı! Rızkını vereyim, vermeyeyim... Benim enisimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım benimle ezeli bir aşinadır. O öyle bir duduydu ki sesi, vahiden gelirdi; varlığı varlık meydana gelmeden önceydi.

O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, şunda bunda onun aksini görmüşsün. O, kuş senin neşeni alır, fakat yine sen ondan neşelenirsin. Onun yaptığı zulmü, adalet gibi kabul edersin.

Ey can uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın. Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlensin, yaksın! Kav, ateş alma

kabiliyetindendir, şu halde ateşi cezbeden kavı al!

Vah vah vah; yazıklar olsun... Öyle bir ay bulut altına girdi!

Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık aslanı çıldırdı, kan döker bir hale geldi. Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur? Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir aslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.

Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme! Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.! Harfi sesi sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü olmaksızın konuşayım! Adem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim. Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilmediği gamı, Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta Allah’ın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”

Biz (ma) kelimesi, sözlükte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delalet eden bir kelime. Hâlbuki ben ispat değilim; zatım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. (Varlığım olmadığından ) Nefiy de değilim (yokun varlığı nefiy de edilemez, esasen olmadığı için yoktur da denemez).
Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim. Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün hak, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.

Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür. Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.

Dilberler; aşkları, canla, başla ararlar. Bütün maşuklar âşıklara avlanmışlardır. Kimi âşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla beraber maşuk tarafından sevildiği cihette maşuktur da. Maden ki âşık odur, sen sus artık. Maden ki o, kulağını çekmekte, sen tamamıyla kulak kesil.

Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar. Fakat harap olmaktan niye gamlanayım? Harabenin altında padişah hazinesi var! Hakka dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.

Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?
Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve beladan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun. Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksiz murat ve maksadı terk etmek değil mi? Onun her bir yıldızı yüzlerce hilalin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helaldir!

Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk. Ey âşık! Âşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın. Yüzlerce naz ve işveyle gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.

“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma! Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var? Ey ağırcanlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın! Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir.

Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!
Ben, aşkı kısaca söyledim, tamamıyla anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil! Leb (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz kıyısı) dır; La (hayır) dersem muradım illa (ancak, evet) dir.

Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükût etmekteyim. İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın; bu söz, her kulağa girmesin. Onun için yüz ledün sırrından ancak birini söylemekteyim.

Hak kıskançlıkta bütün âlemlerden ileri gittiği içindir ki bütün alem kıskanç oldu. O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

Kimin namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Allah’ın zatı cemali) olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.

Padişaha esvapçı başı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir. Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.
Bir kimseye padişaha elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur. Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür. Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.

Allah’ın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır. Kıskançlıkların aslını haktan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Allah kıskançlığının fer’idir. Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercai sevgilinin cefasından şikâyet edeyim. Feryad edeyim, çünkü feryat ve figanlar, hoşuna gidiyor. İki âlemden de ona ancak feryad ve figan lazım. Onun macerasından acı acı nasıl feryad etmeyeyim ki sarhoşlarının halkasına dâhil değilim. Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir haldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?

Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. Ogönül inciten sevgilime canım fede olsun! Naziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma da aşığım, derdime de. İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi çekmekteyim. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır. Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.

Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim.

Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey başköşe! Ben senin kapında eşiğim. Mana âleminde başköşe nerede, eşik nerede? Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalcınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen” ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar.(Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulasa) söylediklerimin hepsi vardır, vakidir. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Allah, sen gel!

Ten gözü, seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme! Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Hâlbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Âşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.

Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pare pare olan canı şerh et, onu anlat (dedim!).Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu. Kanımı bile dökse ona helal ettim. Helal sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı. Mademki topraktakilerin feryadından kaçmaktasın. Kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın? Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmak ta, zuhur etmekte buldu.

Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divanene ne bahaneler buluyorsun? Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hale gelmiş olan tenden çıkan feryat ve figanı işit!

Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün halini anlat! Bizim coşkunluğumuz gamdan neşeden değildir; aklımız irfanımız, hayal ve vehimden meydana gelmemiştir. Nadir bulunur bir halettendir; inkâr etme ki Hak’kın kudreti pek büyüktür. Sen bu hali insanların ahvaline kıyas etme, cevir ve ihsan menzilinde kalma!

Cevir ve ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hak onlara varistir.

Sabah oldu, ey sabahın penahı Allah! (Ben özür serd edemiyorum), bize hizmet eden Hüsamettin’den sen özür dile! Aklı-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.

Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz. Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin! Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek; dönüşte aklımızın fakiridir. Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil... Beden bizden var oldu, biz ondan değil!

Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Allah, bedenleri bal mumu gibi göz, göz ev, ev yapmıştır. Bu bahis çok uzundur, tacirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

Tacir, ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu. Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyaz eyliyor; gâh hakikat aşkını, gâh mecaz sevdasını ifade ediyordu. Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur. O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar. Sevgili, bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.

Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryat ve figan etmesi, şaşılacak şeydir! Allah, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n “ buyurdu.

Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma! Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder. Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun... Bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!

Tacir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu. Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o dudu da, o çeşit uçtu.

Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp kaldı. Yüzünü yukarı çevirip “Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta bize de bir nasip ver! Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti; “Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak; çünkü söz söylemen seni hapse tıktı” dedi. Bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi.

Yani “Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın. Taneyi gizle, tamamı ile tuzak ol. Goncayı sakla damdaki ot ol. Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.

Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır. Düşmanlar kıskançlılarından onu parça, parça ederler; dostlar da ömrünü heva ve hevesle zayi eder, geçirirler.

Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin! Allah lütfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Allah, ruhlara yüzlerce lütuflar döktü. Allah’ın lütfuna sığınman gerek ki bir penah bulasın. Ama nasıl penah? Su ve ateş bile senin askerin olur.

Nuh’a ve Musa’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi? Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrut’un kalbinden duman çıkartmadı mı? Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kastedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi? Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi? “ dedi” diye cevap verdi.

Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allahaısmarladık, artık ayrılık zamanı geldi” dedi. Efendisi dedi ki: “Allah selamet versin git. Sen bana yeni bir yol gösterdin”.

Tacir kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o yol aydın bir yol. Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir iz izlemeli.”