BELKIS'IN HEDİYESİ
Belkıs’ın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti.
Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki
yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş! Altın üstünde tam kırk konaklık yol
aldılar...Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz
bir hale gelmişti.
Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim...
biz ne olmayacak iş yapıyoruz; Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye
olarak altın götürmek aptallıktır dediler. Ey Allah’a aklı hediye götüren, akıl,
orada yoldaki topraktan da aşağıdır!
Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından
utangaçlıkları, adeta onları gerisin geriye itmekteydi! Sonra yine dediler ki:
İster makbule geçsin, ister geçmesin... bize ne? Biz emir kuluyuz!
Altın olsun toprak olsun...biz, götürmeye mecburuz...
buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz. Geri götürün
derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz!
Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi
görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki? Ben,bana hediye verin
demedim; hediyeye layık olun dedim. Bana gayb aleminden eşi görülmedik hediyeler
gelmekte... öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile
getiremez!
Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir
yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun! Değeri yüce olan
canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz. Güneş Allah emriyle bizim
aşçımızdır, çiyleri pişirir... artık ona Allah dersen aptallıktır bu!
Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl
giderirsin? Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider,
yine ona nurunu ver demez misin? Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp
yalvaracağım, yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... halbuki
geceleyin taptığın Allah ortada yoktur. Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen
yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun! Mahrem oldun mu sana ağız açar,
sırları söylerim... bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... yok doğmasında da
geceyle gündüz farkı olamaz. Gündüz, onun doğduğu zamana derler... geceleyin
doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz. Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta
güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
Alemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi
görünce kamaşır şaşırır kalır! Arşın nuruna... arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına
karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün! Göze Allah’tan bir kuvvet gelince
zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun! Allah, öyle bir kimyagerdir
ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir...
Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş
haline getirmiştim. Bir acayip sanatkardır ki bir sanatıyla zühale bu kadar
hassa vermiştir... artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var, buna
kıyas et!
Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi
bir göz bul da, Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!
O bakış nura mensuptur, bu bakış, nara... ateş, nura karşı adamakıllı kara
görünür!
Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece
nedir, görmedim. Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... hiçbir sebeple
bir karanlığa düşmedim.” Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler,
demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.”
Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... o,
dolunay gibi önümüzde giderdi. Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat
edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi. Bir an sonra da “Sağa
gidin, ayağımızın altında diken var”diye seslenirdi.
Gündüz olur, biz ayağını öperdik... görürdük ki ayakları
gelin ayağı gibi! Ne topraktan eser var, ne çamurdan... ne diken yırtmış, ne taş
yaralamış! Allah, Mağribi’yi maşrıki etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar
saçan bir hale getirmişti! Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir
atıdır ki halkın ileri gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların gününü de
o!
O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden
odur. Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... ejderhalar, akrepler
arasında yol almaya bak! O pak nur, senin önünde gider durur... her yol vuranı
tutar, paramparça eder!
“Allah, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz” ayetini
doğru bil; “ Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında yürür yollarını
aydınlatır” ayetini oku! O nur kıyamette çoğalır ama Allah’tan o nuru burada da
istemeli! Çünkü Allah istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da
can nuru bağışlar karanlığa da!
Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki: “Ey utanan
elçiler, geri dönün ... altın sizin olsun; bana gönül getirin, gönül! Benim bu
altınlarımı da alın da o altınlara ilave edin... körlüğünüzü anlayın da o
altınları katırın fercine sokun! Katırın ferci, altın kilit vurulmaya
layıktır... Aşığın altınıysa sapsarı yüzüdür!
O yüz, Allah’ın nazar ettiği yerdir... halbuki altın
madenine güneş nazar eder! Maden güneş ışığının nazargahıdır. Şimdi de bana
gelip çattınız, benim esirimsiniz ama yine benim sizi yakalamamdan korkun,
canınızı siper edin!
Taneye kapılmış kuş dam üstündedir ama kanadı açık
olduğu halde tuzağa tutulmuştur o! Mademki gönlünü canla başla taneye verdi...
sen onu tutulmadan tutulmuş bil! Taneye bakıp duruyor ya... sen o bakışları,
ayağına vurulan düğüm say! Tane, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama hele
sabret; asıl ben seni çalıyorum;O bakış, sonunda seni bana çekince anlarsın ki
ben senden gafil değilim der!
Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip
kelle şekeri almak istedi. O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem
ve taş yerine toprak vardı. Dedi ki: Benim terazimin dirhemi topraktır. Şeker
almaya niyetin varsa sabret de dirhem bulayım.
Adam “Mühim bir işim var, şeker almam lazım... dirhemin
ne olursa olsun, zararı yok” dedi. Kendi kendisine de “Toprak yemeyi adet edinen
kişiye taş nedir ki? Toprak altından daha iyi! Hani o kılavuz kadın
gibi...oğlum, pek güzel bir kız buldum.
Pek güzel ama ondan başka bir şey daha var:o namuslu
kız, helvacı kızı demiş de, Evlenecek adam böyle olması daha iyi ya...
helvacının kızı daha yağlı, daha tatlı olur demiş! Onun gibi senin de taş
dirhemin yok da taş yerine toprak kullanıyorsan daha iyi ya... toprak benim
gönlümün istediği meyve!” diyordu.
Aktar, terazisinin dirhem gözüne dirhem vazifesini gören
taş yerine toprak parçasını koydu. Öbür gözüne koymak üzere de o toprağın
ağırlığınca şeker kırmaya koyuldu. Şekeri kesip kıracak bir aleti olmadığı için
biraz gecikti, müşteriyi de orada bıraktı.
Aktarın yüzü öbür yanaydı... toprak yemeyi adet edinmiş
olan müşteri, dayanamadı... gizlice ve güya aktara göstermeden toprağı koparıp
yemeye başladı. Ansızın döner de beni görüverir diye de korkmaktaydı.
Aktar, bunu gördü... gördü ama kendisini meşgul
gösterdi. Diyordu ki: “A sararmış suratlı, hadi biraz daha fazla çal! Toprağımı
çalıyorsan bana bir şey olmuyor; sen, adeta kendi yanından et koparıyor, kendi
etini yiyorsun!
Benden korkup duruyorsun ya eşekliğinden... ben de az
yiyeceksin diye korkmaktayım! Meşgulum ama kamışımdan sana fazla şeker verecek
kadar da ahmak değilim ben! Alacağın şekeri görünce kimin ahmak ve gafil
olduğunu anlarsın, hele dur”
Kuş, o taneye baktıkça bakar, hoşlanır ama tane de
uzaktan o kuşun yolunu vurur! Göz zinasından hoşlanırsın ama nihayet kendi
yanından kopardığın eti kebap edip yemiyor musun ki?Bu uzaktan bakış ok ve zehir
gibidir... gittikçe sevgin artar, sabrın eksilir!
Dünya malı zayıf kuşların tuzağıdır...ahiret mülkü, yüce
kuşların tuzağı! Hatta bu ahiret mülkü, yüce kuşların tuzağı! Hatta bu ahiret
mülkü, öyle bir derin tuzaktır ki ulu kuşları avlar!
Ben Süleyman’ım, sizin mülkünüzü istemem... mülk istemek
şöyle dursun, ben sizi, helak edecek şeylerden kurtarırım! Şimdi siz, malın,
mülkün esirisiniz... mala mülke sahip olan kişi, helak olmaktan kurtulan, mala,
mala mülke esir olmayan kişidir. Halbuki ey aleme esir olan, aksine adını bu
cihanın emiri taktın!
Hakikatte sen, bu alemin esirisin, canın, bu cihan
hapsine düşmüştür... öyle olduğu halde niceye,bir kendine cihan sahibi deyip
duracaksın?
Ey, elçiler, tez sizi elçi olarak gönderiyorum... bu
hediyeleri reddetmem, sizin için kabul etmemden yeğdir. Belkıs’ın yanına gidince
gördüğünüz şaşılacak şeyleri, altın ovasını hep söyleyin.
Söyleyin de benim altına tamah etmediğimi, altını
yaratandan altın elde ettiğimi anlasın. O Allah, öyle bir Allah’dır ki dilerse
bütün yeryüzünü baştanbaşa altın ve değeri biçilmez inci haline getirir.
Ey altını seçen, onu seven, onun için Allah mahşer
gününde bu yeryüzünü gümüşten halk edecektir. Biz altına aldırış bile etmeyiz...
sanatlarımız çok bizim; bütün yeryüzündekileri altın haline getiririz biz!
Sizden altın mı isteriz biz? Biz sizi kimyager yaparız.
Sebe mülkü bile olsa vazgeçin o dünya mülkünden... suyun
toprağın dışında nice mülkler var!
Senin taht dediğin şey, tahttan yapılma tuzaktır...
konduğun yeri baş köşe sanmışsın ama kapıda kala kalmışsın!
Sen daha kendi sakalına hüküm yürütemiyor, ona bile
padişahlık edemiyorsun; artık nasıl olurda iyiye, kötüye padişahlık yapmaya,
hüküm yürütmeye kalkışırsın? İstemediğin halde sakalın ağarıyor... gayri ey eğri
ümitli, sakalından utan!
Asıl o Allah mülk ve saltanat sahibindir, kendisine baş
eğene bu topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce
saltanat ihsan eder. Fakat Allah tapısında bir secde, sana iki yüz devlet ve
saltanattan daha hoş gelir.
Ben ne mal isterim, ne mülk... ne devlet isterim, ne
saltanat... bana o secde devletini ihsan et, yeter diye ağlayıp sızlanmaya
başlarsın! Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku
bile almamışlar.
Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş
olurlar, dünya saltanatını vurup kırarlardı! Fakat Allah, bu alem dursun, mamur
olsun diye gözlerini ağızlarını kapamıştır. Bu suretle de onlara taht ve taç
tatlı gelir, alemdeki halktan haraç alalım derler...
Fakat haraç ala ala kum gibi altın yığsın yine ölür,
geberirsin, onlar senden arta kalır! Mal, mülk, devlet ve altın, canına yoldaş
olmaz... sen altın ver de görüşünün kuvvetlenmesi için sürme al! Bu sürmeyi çek
de şu alemin daracık bir kuyu olduğunu gör; Yusufcasına ipe el at!
Kuyudan çıkıp dama yücelince görenler, müjde, işte bize
bir köle desinler!
Kuyuda göz, akisler yapar, insana hayaller görünür...
onların en bayağısı şudur: Taş altın şeklinde görünür! Oyun zamanı çocuklarda
kızışırlar... o taş topaç kırıklarını altın ve mal görürler ya. Fakat Allah
arifleri kimyager olmuşlardır da onlara madenler bile değersiz görünür artık!
Süleyman Peygamber de savaşacağı yerde Belkıs’ın adamlarını ve askerini
kendisine çekti.
Ey azizler dedi, çabucak gelin... çünkü cömertlik denizi
dalgalanmaya başladı. Köpüren dalgaları, her an kıyıya zararsız, ziyansız,
yüzlerce inci atar!
Ey doğru yolu bulanlar, sala dedim size... Rıdvan,
şimdicek cennet kapısını açtı. Süleyman dedi ki: “ Ey elçiler, gidin, Belkıs’a
varın, onu bu dine inandırın! Deyin ki: Hep buraya gelin... çabuk şüphe yok ki
Allah, sizi esenlik yurduna çağırtmada!
Ey devlet isteyen, tez buraya gel... bu zaman, feyiz
zamanı, kapıların açıldığı çağ! Ey dilemeyen sen de gel... sen de gel de bu
vefalı sevgiliden dilek sahibi olasın! Belkıs, kendine gel, aklını başına
topla... yoksa fena olur. Askerin, sana düşman kesilir, senden döner! Perdecin,
perdeni yırtar... canın, canına düşmanlık eder! Yerdeki, gökteki zerrelerin
hepsi, sınama çağında Allah askeridir.
Yerli gördün ya, Ad kavmine ne yaptı! Suyu gördün ya,
tufanda neler bitti! O kin denizi Firavun’a ne işler açtı... bu yeryüzü Karun’a
ne işler gösterdi! Ebabil kuşları, file neler etti... sivrisinek, Nemrud’un
başını nasıl yedi!
Davud, eliyle koca taşı kaldırıp atınca taş tamam altı
yüz parçaya bölündü, ordu da bozguna uğradı! Lut’un düşmanlarına taş yağdı da
nihayet kara su içinde dalga yutup boğuldular! Alemdeki cansız şeylerin akıllıca
peygamberlere ettikleri yardımları söylemeye kalkışsam,
Mesnevi o kadar büyür ki kırk deve bile aciz olur,
çekemez! El, kafirin aleyhine şahadette bulunur; Allah askeri olur, Allah’ın
buyruğuna baş kor!
Ey işte, güçte Allah’ın zıddına ders gösteren, kork...
sen de Allah askerleri arasındasın. Cüz’ünün cüz’ü bile ona uymuştur, onun
askeridir. Şimdi nifak yüzünden sana muti görünür! Allah, gözüne, “Onu sık” dese
göz ağrısı senin yüzlerce defa kökünü kazır!
Dişine “Ona bir ceza ver” dese bir de bakarsın ki dişin,
kulağını çekip burmaya başlar! Tıp kitabını aç da hastalıklar bahsini oku... ten
askerinin neler yaptığını gör! Mademki her şeyin canının canı odur, canın
canıyla düşmanlığa girişmek kolay mıdır?
Belkıs, cin ve şeytan askerlerini bir tarafa bırak,
çünkü onlar, benim emrime canla başla uyarlar, benim hükmümle saflar yararlar!
Belkıs, önce saltanatı bırak... çünkü beni buldun mu bütün devlet ve mal, mülk
senin olur!
Yanıma gelince zaten anlayacaksın ki bensiz bir hamam
nakşından, hamamdaki bir resimden ibaretmişim! Resim, ister padişah resmi olsun,
ister zengin resmi ... değil mi ki resimdir, candan nasibi yoktur! O, başkaları
için bezenmiştir... beyhude yere ağzını, gözünü açmıştır.
Sen, kendi kendine savaşa girişmişsin... başkalarını
kendin olarak tanımamış, anlamamışsın! Sen hangi surette rastlasan, bu, benim
diye durup kalıyorsun ama vallahi o, sen değilsin! Bir zamancağız halktan
uzaklaşsan, yapayalnız kalsan ta boğazına kadar gama, endişeye batarsın.
Halbuki bu, nasıl sen olabilir? Sen o tek kişisin; sen
kendinin güzelisin, kendinin dilberisin, kendinin sarhoşusun! Kendinin kuşu,
kendinin avı, kendinin tuzağısın... kendinin baş köşesi, kendinin döşemesi,
kendinin damısın!
Cevher ona derler ki varlığı, kendi kendine olsun...
onunla var olan, onun feri bulunan şey, arazdır. Sen de Ademoğluysan onun gibi
ol, bütün zürriyetleri kendinde gör! Testide ne vardır ki nehirde olmasın...
evde ne vardır ki şehirde bulunmasın!
Bu alem bir testidir, gönül de ırmak suyuna benzer. Bu
alem odadır, gönülse görülmedik ve şaşılacak şeylerle dolu bir şehir!
Hemencecik gel... ben, seni davet eden bir elçiyim...
ecel gibi şehveti öldürücüyüm, şehvete esir değil! Hatta şehvetin olsa bile
şehvette emirim... bir güzelin yüzünü görüp şehvet esiri olmam ben!
Aslımızın aslı, Halil ve bütün peygamberler gibi putları
kıran kişilerdir. Ey esir, biz put haneye girsek bile puta secde etmeyiz, put
bize secde eder. Ahmet de put haneye gitti, Ebu Cehil de... fakat bunun
gitmesiyle onun gitmesi arasında pek büyük bir fark var!
Bu put haneye girdi mi putlar baş kor, secdeye
kapanır... o girdi mi ümmetler gibi putlara secde eder! Şehvete mensup olan bu
alem de put hanedir... Hem peygamberlere yuvadır, hem kafirlere! Fakat şehvet,
pak kişilere kuldur... halis altını ateş yakmaz! Kafirler kalptır, temiz
kişilerse altına benzerler. Her iki kısım da bu potanın içindedir.
Potaya kalp olan girdi mi hemen kararır... altın girdi
mi altınlığı belli olur. Altın, elini kolunu açar da potaya atılır, ateş içinde
hoş bir surette gülümser durur! Alemde cismimiz, bizim yüzümüzü örtmektedir...
biz, samanla örtülü deniz gibiyiz!
Din padişahına toprak diye bakma a bilgisiz! Melun
Şeytan da Adem’e bu bakışla bakmıştı. Sen söyle bana bakayım... hiç bu güneş,
balçıkla sıvanabilir mi? Nura yüzlerce toz toprak döksen yine görünür, yine baş
gösterir, parlar! Saman da nedir ki suyun yüzünü örtsün! Toprak da kim oluyor ki
güneşi kapatabilirsin!
Kalk ey Belkıs, Ethem gibi padişahcasına şu iki üç
günlük saltanat dumanını dağıt!
İştiyak çekercesine Sebe’e ait hikayeyi söylüyorum...
çünkü seher yeli, laleliğe esip geldi! Bedenler vuslat günlerini buldu...
çocuklar asılları olan analarına, babalarına kavuştular. Ümmetler içinde gizli
olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer.
Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin
yüceliği, ruhlardandır! Ey aşıklar, arı- duru şarap sizindir, size sunulur. Baki
olan sizsiniz, beka sizindir! Ey! Yüreklerinde aşk derdi olmayanlar, kalkın aşık
olun... işte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın!
Ey Süleyman’a mensup kuş dili, gel! Hangi kuşun sesi
gelirse ona göre nağmeler düz! Allah sesini kuşlara göndermiştir... her kuşun
nağmesini sana öğretmiştir! Cebri olan kuşa cebir dilince söyle ... kanadı
kırılmış olana sabırdan bahset! Sabreden kuşu hoş gör, affet... Anka’ya Kaf
dağının vasıflarını oku!
Güvercine doğandan korunmasını emret... doğana hilmi
anlat, can yakmadan çekinmesini söyle! Çaresiz kalan, nurdan mahrum olan
yarasayı nura eş et, nura aşina kıl! Savaşan kekliğe sulh öğret... horozlara
sabah çağının alametlerini göster! Hüthütten karakuşa kadar bütün kuşlara
böylece yol göster... Allah, doğruyu daha iyi bilir!
Süleyman, Sebe’deki kuşlara bir ıslık çalınca hepsini
kendisine bend etti. Ancak canı ve kanadı olmayan, yahut balık gibi aslından
sağır ve dilsiz olan müstesna! Hayır... yanlış söyledim, sağır bile Allah
vahyine karşı baş koyup secde etse Allah ona duygu ihsan eder.
Belkıs, canla, gönülle Süleyman’a gitmeyi kurdu...
geçmiş zamanlarına acıklandı!
Aşıkların adı sanı, arı namusu terk ettikleri gibi o da
malını, mülkünü terk etti. O nazlı nazenin kölelerle cariyeler, gözüne porsumuş,
kokmuş, çürümüş soğan gibi görünmeye başladı.
Bağlar, köşkler, ırmaklar, aşk yüzünden gözüne külhan
gibi görünüyordu. Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin
görünür. Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar adi gösterir...
İşte “La” nın manası budur.
Ey sığınacak yer arayan, “La ilahe illa Hu” budur... ay
bile sana kararmış çömlek gibi görünür! Belkıs da hiçbir mala hiçbir hazineye,
hiçbir değerli şeye ehemmiyet vermiyordu... yalnız tahtından geçememişti.
Süleyman, Belkıs’ın gönlündekini anladı... Çünkü
Süleyman’ın gönlünden Belkıs’ın gönlüne yol olmuştu! Karıncaların sesini bile
duyan, elbette uzaktakilerin feryadını da duyar. “Bir karınca dedi ki” sırrını
söyleyen, bu köhne kemerin, bu eski dünyanın sırrını da bilir.
Uzaktan gördü ki o kendisini bile teslim eden Belkıs’a,
yalnız tahtından ayrılmak acı geliyor! Bunun sebebini söylesem, tahtına neden bu
kadar aşıktı... anlatmaya kalkışsam söz uzar. (Belkıs, tahtla aynı cinsten
değildi... doğru, fakat) bu kalem de duygusuzdur, katiple aynı cinsten değildir
ama ona munistir, eştir, arkadaştır. Her sanatın aleti de böyle cansızdır ama
canlı olan sanatkarın munisidir.
Anlayış gözünde nem olmasaydı bu sebebi daha açık
anlatırdım! Taht haddinden fazla büyüktü; nakledilmesine imkan yoktu. Pek ince
sanatlıydı... beden gibi eczası, tamamı ile birbirine bitişmişti... ayrılıp
götürülmesi de mümkün değildi, kırılabilirdi.
Süleyman dedi ki: Sonunda tahttan da, taçtan da
soğuyacak ya!can, birlik alemine ulaşır, o alemden baş gösterirse birliğin
nuruna karşı bedenin nuru kalmaz artık. İnci denizin dibinden çıktı mı denizdeki
köpüklerle çer çöpü hor hakir görürsün!
Nurlar saçan güneş doğdu, baş gösterdi mi artık akrebin
kuyruğunda kim yurt tutmak ister? Fakat bütün bunlarla beraber yine de onun
tahtını getirtmek lazım. Getirtmeli de buluştuğu vakit üzülmesin... çocukça
dileği yerine gelmiş olsun.
O taht bizce adi bir şey ama onca pek aziz...ne yapalım,
hurilerin sofrasında birde şeytan bulunsun! Hem o nazlı tahtı, sonradan Eyaz’a
hırkasıyla çarığı nasıl ibret olduysa ona da ibret olur! Bu tahta bakar da neye
tutulduğunu, nereden nereye geldiğini, ne haldeyken ne hale büründüğünü
bilir,anlar!
Allah da toprağı, meniyi ve et parçasını daima bizim
gözümüz önünde tutmuyor mu? A kötü niyetli bak... seni ne halden ne hale
getirdim? Şimdi onlardan nefret ediyorsun değil mi? Sen o devirlerde o toprağa,
meniye, et parçasına aşıktın... o zamanlar bu kerem ve ihsanı inkar ediyordun!
Önce toprak halindeyken ( ben nereden akıl ve ruh sahibi
olacağım diye) inkarda bulunuyordun ya... bu kerem ve ihsan, o inkarını gidermek
içindir. Canlanman, evvelki inkarına karşı reddedilmez bir delildir... şu
hastalığın dermandan da beter oldu ya!
Toprağın bu işi yapmasına imkan mı var... meni,
düşmanlıkta bulunur, inkara düşer mi hiç? O zamanlar gönülsüz ve ruhsuzdun... bu
yüzden düşünceyi de inkar ediyorsun, inkarı da! Cemadken insan olacağını inkar
edersin, şimdi de haşr olmayı inkar etmede ayak diredin! Sen şuna benzersin:
Adam gelir, kapıyı döver de ev sahibi, içerden “ Ev sahibi evde yok diye
bağırır. Kapıyı döven bu “Ev sahibi evde yok” sözünden anlar ve ev sahibi
içerdedir... halkadan elini çekmez!
Senin inkarın da Allah’ın cemad aleminden yüzlerce
haşirde bulunduğunu, yüzlerce can yarattığını gösterir, belli eder! Su ve
toprağın “Hel eta” dan inkar doğurmasına dek, (insanın asli maddesi bile yokken
nihayet sudan, topraktan meni haline gelip duygu ve görgü sahibi olmasına kadar)
nice sıfatlar düzüldü, koşuldu!
İşte su ve toprak (yani insan) da (inkarda bulunuyor ama
hakikatte) inkar etmemekte... yalnız o ev sahibi gibi “ o haber veren içerde
yok” diye bağırmakta! Bunu yüz türlü açar, anlatırım ama ince sözlerden insanın
aklı sürçer... onun için vazgeçiyorum!
Bir ifrit dedi ki: Sen daha yerinden kalkmadan ben,
tahtını getiririm. Asaf da “ İsm-i azam kudretiyle ben, bir anda bu tahtı buraya
getiririm” dedi. İfrit, sihirde üstattı ama o taht, Asaf’ın nefesiyle geldi.
Belkıs’ın tahtı derhal Süleyman’ın huzurunda belirdi...
fakat Asaf’ın himmetiyle; ifritlerin hilesiyle değil! Süleyman, Allah’a hamd
olsun dedi... bu nimeti de alemlerin Rabbi’nin lutfuyla gördüm, bunun gibi
yüzlercesini de!
Sonra tahta baktı da dedi ki: Evet sen ahmakları
aldatabilirsin ey ağaç! Nakşedilmiş, bezenmiş tahta ve taş önünde nice aptallar
baş kor, secde eder! Secde edenin de canından haberi yoktur, secde edilenin
de... ancak canından bir hareket ve azıcık bir eser görmüştür, işte o kadar!
Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini,
işarette bulunduğunu görmüş de büsbütün hayretlere dalmıştır! O kötü kişi,
ibadet tavlasını yerinde oynamamıştır da bu yüzden taştan aslanı sahici aslan
sanmıştır. Hakiki aslan da, kereminden cömertlik etmiş, hemencecik köpeğin önüne
bir kemik fırlatıp atmış... O köpek, doğru özlü değil ama bizim kemik verişimiz,
umumi bir lutuftur, demiştir
Kalk ey Belkıs, gel de devleti, saltanatı gör...Allah
denizi kıyısında inciler topla! Kız kardeşlerin, yüce göklerde oturuyor...sen
neden murdar bir şeye padişahlık eder durursun? O padişahın, kız kardeşlerine
yüce ve bol bahşişlerden neler verdiğini hiç bilir misin? Halbuki sen neşeyle
“külhanın padişahı ve başbuğu benim” diye davul dövmedesin!
Ey süleyman, Mescid-i Aksayı yap, Belkıs’ın kavmi namaza
geldi! Süleyman, mescidi yapmaya başlayınca cin ve insan, hepsi işe koyuldu. Bir
bölüğü aşkla, istekle... bir bölüğü istemeyerek işe girişti. Tıpkı kulların
Allah buyruğuna uymaları, ibadet etmeleri gibi!
Halk da cinlere benzer... şehvet, onları dükkana alış
verişe, mahsule ve yiyeceğe çeken zincirdir. Bu zincir, korkudan ve şaşkınlıktan
yapılmadır... halkı, zincirsiz ve hür sanma! Bir bölüğünü kazanca, ava çeker...
bir bölüğünü madene, denizlere sürükler!
Onları iyiye, kötüye çeker götürür... Allah, “boynunda
liften örülmüş bir ip var... boyunlarına bir ip attık...o ipi, huylarından
ördük, meydana getirdik... hiçbir pis ve kötü, yahut temiz ve iyi kişi yoktur ki
amel defteri boynuna asılmamış olsun” demiştir.
Kötü işe hırsın, ateşe benzer...kömür, ateşin rengiyle
güzelleşir. Kömürün karalığı ateşte gizlenir... ateş söndü mü karalık meydana
çıkar! Kömür, senin hırsından ateş haline geldi, ateş halinde göründü... fakat
hırs geçti mi o kömür, kapkara , berbat bir halde kalakalır!
O zaman kömürün ateş gibi görünmesi, işin güzelliğinden
değildi, hırs ateşindendi! Hırs, senin işini gücünü bezemişti... hırs gidince
işin gücün kapkara kaldı! Şeytan’ın bezediği ekşi otu aptal adam, olmuş ve iyi
sanır.
Fakat denedi mi ne olduğunu anlar, dişleri kamaşır
kalır! Heves yüzünden o tuzak tane görünmededir...o esasen hamdır, fakat hırs
şeytanının aksi onu güzel gösterir. Hırsı din işinde ve hayırda haris ol. Bu
işler, zaten güzeldir... hırsın geçse bile güzel görünür!
Hayırlar, esasen güzel ve latiftir, başka bir şeyin
aksiyle güzel görünmüş değildir. Bu işlerde hırsın parlaklığı geçse bile hayrın
letafeti, hayrın parlaklığı kalır. Halbuki dünya işinden hırsın parlaklığı gitti
mi ateşin harareti ve parlaklığı gitmiş, kömür kalmış demektir... tıpkı buna
benzer.
Çocukları da hırs aldatır da zevklerinden bir değneği at
yaparlar, eteklerini çemreyip güya ata binerler! Fakat çocuktan o kötü hırs
geçti mi öbür çocuklara gülesi gelir. Ben neler yapmışım, ne işlere
girişmişim... sirke bana hırsımdan bal görünmüş diye gülmeye başlar.
Peygamberlerin yapılarında da hırs yoktu... onun için
boyuna parlayıp duruyor, parlaklığı boyuna artıyordu. Ulular, nice mescitler
yaptılar... fakat hiçbirinin adı Mescid-i Aksa değildi. Her an şerefi artan
Kabe’nin yüceliği, İbrahim’in ihlaslarındandı!
O mescidin fazileti, toprağından, taşından değildi...
yapıcısında hırs ve savaş yoktu da ondan! Ne onların kitapları, başkalarının
kitaplarına benzer... ne mescitleri, başkalarının mescitlerine, ne
alışverişleri, malları mülkleri, başkalarının alışverişine, malına mülküne!
Ne edepleri başkalarının edepleri gibidir. Ne
hiddetleri, azapları başkalarının hiddeti, azabı gibidir. Uykuları da başkadır,
kıyasları da, sözleri de!
Her birerinin başka bir nuru, feri var... can kuşları
uçar ama, başka bir kanatla uçar! Gönül, onların halini andıkça titrer durur...
onların işleri, bizim işlerimize kıbledir! Onların kuşlarının yumurtası
altındandır... canları, gece yarısı, seher çağını görür!
O kavmin iyiliğini canla başla ne kadar söylersem
söyleyeyim, noksan söylemiş olur; onları noksan övmüş olurum! Ey ulular, mescid-i
Aksa yapın; çünkü Süleyman yine geldi vesselam! Bu devlerden, perilerden baş
çeken olursa bütün melekler, onları tutar, bağlar, tomruğa vurur!
Dev, bir an bile hileye düzene girişir de eğri büğrü
yürürse derhal başına şimşek gibi bir kamçıdır gelir!
Sen de Süleyman’a benze de devlerin. Yapına yardım
etsinler, taş kessinler! Süleyman gibi vesvesesiz, hilesiz ol da cinle dev,
senin de buyruğuna uysun! Senin hatemin bu gönüldür... aklını başına al da dev,
hatemini avlamasın! Avladı, ele geçirdi mi artık sana boyuna Süleymanlık eder...
hatemli devden sakın vesselam!
Gönül, o Süleymanlık gelip geçici bir şey değildir...
sen zahiren de Süleymanlık etme kabiliyetindesin, içinde de o ehliyet var senin.
Dev de bir zaman olur, Süleymanlık eder ama her dokumacı nereden atlas
dokuyacak? Elini oynatır ama ikisinin arasında ne kadar fark var!
|