DEVİN SÜLEYMANLIĞI
Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış! İki
akılla bir çok belalardan kurtulur, ayağını göklerin ta yücesine korsun! Dev
kendine Süleyman adını taktı, devleti elde etti, ülkeyi hükmüne aldı.
Süleyman’ın yaptığı işleri görmüştü, onun gibi hareket ediyordu... fakat iç
yüzden yine devliği suratına vurmakta, devliği görünüp durmaktaydı!
Halk, bu Süleyman’da o nur o temizlik yok; Süleyman’dan
Süleyman’a ne farklar var. O uyanıklığa benziyordu, buysa derin bir uyku gibi.
Adeta o Hasanla bu Hasan gibi aralarında pek büyük bir fark var diyordu. Dev de,
“ Allah benim şeklimde güzel bir dev yaratmıştır. Bir dev’e benim suretimi
vermiştir; sakın o, sizi aldatmasın.
Meydana çıkar da Süleyman benim diye davaya kalkışırsa
sakın onun suretine itibar etmeyin” diyordu. Dev, hileyle onlara bu sözleri
söylüyordu ama iyi adamların gönüllerinde bunun aksi görünmekteydi. İyiyi kötüyü
fark eden adamla oyun olmaz; hele o adamın bu fark edişi ve aklı, gaypları görür
söylerse!
Onlar, kendi kendilerine “A eğri sözlü, tersine
gidiyorsun... Böyle tersine tersine gide gide ta cehennemin en dibine kadar
gideceksin ya! Süleyman, Süleymanlıktan kaldı, yoksul oldu ama alnında o aydın
dolunay parlayıp durmada. Sen, nihayet bir yüzüktür kapmışsın ama zemheri gibi
donmuş kalmış bir cehennemsin yine!
Biz neredeyiz... ululuk, sayvan ve kök önünde secde
etmek nerede? Böyle şeylerin önüne baş komak şöyle dursun, hayvan tırnağını bile
komayız biz! Hatta gaflete düşer de baş komaya kalkarsak bile bir pençe gelir,
başımızı yerden iter, mani olur...
Bu aşağılık kişiye baş komayın, kendinize gelin... bu
bayağı adama secde etmeyin der” demekteydiler. Ben, bu cana canlar katan
hikayeyi anlatmaya kalkardım ama Allah gayreti olmasaydı! Kanaat et, bu
kadarcığını kabul eyle de başka bir vakit bunu anlatayım!
Dev, adını Süleyman Peygamber taktı ama ancak çoluk
çocuğu kandırmak için! Namuzsuzun suretini, adını bırak... lakaptan addan kaç,
manaya yürü! Onu halinden işinden sor... onu halinde işinde ara!
Her sabah Süleyman Mescid-i Aksa’ya gelir, tam bir
ihlasla Allah’a ibadet ederdi. Her gün mescidde yeni bir otun bittiğini görür,
adın nedir, ne faydan var? Ne biçim ilaçsın, nesin, sana ne derler... kime
ziyansın, faydan kime? Diye sorardı.
Her ot, adını, tesirini söyler; “Şuna can’ım, öbürüne
zehir...Buna zehirim, ona şeker... adım, kader levhinde şudur diye dile gelirdi.
Doktorlar Süleyman’dan o otu öğrenirler,bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı. Bu
suretle doktorluk kitapları düzdüler... bedenleri hastalıklardan kurtardılar. Bu
nücum ve tıp bilgileri, Peygamberlerin vahiyleridir...yoksa akıl ve duygunun o
tarafa nereden yolu olacak?
Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir. O,
ancak fen sahibinden fenni kabul eder, öğrenmeye muhtaçtır. Bu akıl, öğrenmeye
ve anlamaya kabiliyetlidir. Ama vahiy sahibi ona öğretir. Bütün sanatlar, şüphe
yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler
katar!
Dikkat ey de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta
olmadıkça öğrenebiliyor mu? Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir
sanatı elde edemez! Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana
gelirdi!
Mezar kazma, en bayağı bir sanat... düşünceden,
düzenden, fikirden doğacak değil ya! Fakat Kabilde bu anlayış olsaydı Habili
başı üstünde taşır mıydı? Ben bu ölüyü, bu kana, toprağa karışmış ölüyü ne
yapayım, nasıl yok edeyim der miydi? Bir de gördü ki bir karga, ölü bir kargayı
ağzına almış, hemen geldi...
Havadan indi Kabile öğretmek için mezar kazıcılığına
başladı. Tırnaklarıyla yerden bir toz kopardı, yeri kazıp hemen hemen ölü
kargayı o mezara koydu; gömüp üstünü toprakla örttü... bu suretle karga, Allah
ilhamı ile bilgi sahibi oldu. Kabil, bunu görünce yuh olsun benim aklıma dedi...
bir karga bile bilgide benden üstün!
Allah, Aklıküll’e “Mazagalbasar” dedi... fakat cüzzi
akıl her yana baka durur. Has kişilerin nuru, Mazagalbasar aklıdır... karga
aklıysa ölülere mezar kazma üstadı! Karga, ardınca uçan canı nihayet mezarlığa
götürür! Kendine gel de kargaya benzeyen nefsin ardından git... Kafdağına, gönül
Mescid-i Aksa’nda yeni bir ot yeni bir kök bitmede!
Süleyman gibi sen de onlara dikkat et... onları izle,
onların üstüne ret ayağını koyma! Çünkü bu durup duran yeryüzünün halini sana
çeşit çeşit otlar anlatır. Yerde şeker kamışı mı bitmiş, yoksa alelade kamış
mı... her biten ot, bittiği yerin halini, kabiliyetini bildirir! Gönülden de
fikirler biter, gönlün nebatatı da fikirlerdir. Bu fikirler de gönüldeki sırları
gösterir.
Mecliste bana söz söyleyecek adam bulsam çimenlik gibi
yüz binlerce gül bitiririm. Fakat söz söylerken de nefes öldüren bir pezevenk
olsa gönüldeki nükteler hırsız gibi kaçar. Herkes
in hareketi kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır...
doğru adamın çekişi, yalancının çekişine benzemez.
Gah sapık bir halde, gah doğru yolu bulmuş olarak gider
durursun...ne seni sürükleyen ip meydandadır, ne çeken adam! Kör bir deveye
benzersin... boynundaki yular seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yuları
değil!
Kafir, köpeğin ardına düşüp gittiğini görseydi güçlü
kuvvetli Şeytan’a mazkara olur muydu?Hiç? Onun ardına bir namussuz gibi düşer
miydi hiç? Hemencecik ayağını çeker, kurtulurdu!
Sığır kasapların ne yapacağını bilseydi hiç onların
peşine düşer, dükkana gider miydi? Yahut ellerinden kepek yer miydi... yahut da
onların yüze gülücüğüne aldanır onlara süt verir miydi?
Hatta ot yese bile, neden beslendiğini bilseydi o otu
hazmedebilir miydi? Şu halde alemin direği gafletten ibarettir...devlet nedir?
Dev yani koş kelimesiyle let yani dayak kelimesinden meydana gelme bir kelime!
Önce koş... koş da sonunda dayak ye! Bu yıkık yerde devlet sahibine eşekçesine
ölümden başka hiçbir şey yok!
Sen, bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın...o işteki
ayıp ve noksan o anda sana örtülüdür. Allah, senden o işin ayıbını örttüğünden
canla başla o işe girişebilirsin. Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden
gizlidir. Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı ondan kaçardın...canın,
bu fikirle aramda keşke mağriple maşrik arası kadar uzaklık olsaydı der!
Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya...bu hal, evvel
olsaydı hiç ona koşar mıydın? Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun
olarak o işi görelim diye önce ondaki ayıbı, kusuru, bizden gizlemiştir.
Kaza ve kader, hükmünü izhar edince göz açılır,
pişmanlık gelir, çatar! Bu pişmanlıkta ayrı bir kaza ve kaderdir...bu pişmanlığı
bırak da Allah’a tap! Pişman olmayı kendine adet edinirsen boyuna pişman olur
durur, nihayet bu pişmanlığı da daha ziyade pişman olursun! Ömrünün yarısı
perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder olur gider!
Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal,
daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara! Elinde daha iyi bir iş yoksa
pişmanlığın neye? Neyi fevt ettin de pişman oluyorsun ki? Eğer biliyorsan
bilirsin ki doğru yol, Allah’a tapmaktan ibarettir...yok bilmiyorsan herhangi
bir şeyin kötü olduğunu nasıl bilirsin ki?
İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin...ey yiğit zıt
zıddıyla görülebilir. Mademki bu fikri terk etmekten acizsin... o vakit günah
işlememekten de acizdin! Aciz olduktan sonra pişmanlık neden? O acizlik, kimin
takdiriyle, onu ara! Alemde bir kadir olmadıkça hiç kimse, ne bir acizi
görmüştür, ne de böyle bir şey olur... bunu böyle bil!
Böylece, olmasına çalıştığın her isteğin ayıbından
bihabersin... onun ayıbı ve noktası, sana örtülüdür! O istediğin ayıp ve noksanı
sana görünseydi canın o araştırmadan kaçıverirdi! O işin ayıp ve noksanı sence
belli olsaydı seni hiç kimse o işe, hatta çeke çeke bile olsa götüremezdi!
nefret ettiğin öbür iş yok mu? Ondan neden nefret ettin? Çünkü ayıbı, noksanı
meydana çıktı da ondan!
Ey sırları bilen güzel sözlü Allah, kötü işlerin
ayıbını, noksanını bizden gizleme! İyi işleri de bize ayıplı gösterme de o işe
gidelim ,sarılalım... çalışmamız heba olmasın, gayretimiz soğumasın! Yüce
Süleyman, adeti veçhile alaca karanlıkta mescide giderdi.
Her gün, adeti veçhile mescitten yeniden yeniye hangi
ot, hangi kök bitmiş... o padişah,bunu arar araştırırdı. gönül haktan gizli
kalan o otları gizlice can gözüyle görür, tanır.
Sofinin biri, bir bağda neşelenip açılmak için
soficesine yüzünü dizine dayamış, varlığının derinlerine dalmış gitmişti. Her
zevekilin biri onun bu uykusundan usandı. Dedi ki: Ne uyuyorsun ya hu? Bir
başını kaldır da üzüm çubuğuna, şu ağaçlara, “Allah’ın rahmet eserlerine bakın”
dedi... yüzünü şu rahmet eserlerine çevir, seyret!
Sofi dedi ki: A heveskar kişi, Allah eserleri
gönüldür... dışarıdakilerse ancak ve ancak Allah eserlerinin eserleridir.
Bağlar, bahçeler, yeşillikler, gönüldedir... dışarıdakiyse akarsuya vuran
akislere benzer. O görünen bağ, suya akseden hayali bir bağdır... suyun letafeti
yüzünden oynar durur!
Bağlar, bahçeler, meyveler, gönüldedir. Onların
letafetinin aksi, şu suya toprağa vurmuştur! O neşe selvisinin aksi olmasaydı
Allah bu aleme aldanış yeri demezdi. Bu aldanış şudur; yani bu hayal, erlerin
gönülleriyle canlarının aksinden hasıl olmuştur. Bütün aldananlar, cennet budur
sanarak bu akse gelmişlerdir.
Asıl bağlardan, bahçelerden kaçarlar da bir hayalle
eğlenir kalırlar! Fakat bu gaflet uykusu başa geldi de uyandılar mı doğruyu
görürler ama o görüşte ne fayda var? Sonra mezarlığa bir feryadu figandır, bir
ahu vahdır düşer... kıyamete kadar bu yanılmalarına hasret çekip dururlar!Ne
mutlu o kişiye ki ölümden önce öldü... yani bu üzümün aslından bir koku elde
etti!
Derken Süleyman bir bucakta başağa benzer bir yeni otun
bitmiş olduğunu gördü. Yeşil, taze, görülmedik bir ottu bu... adeta yeşilliği
göz alıyordu. Süleyman, o ota derhal selam verdi; o da selamını aldı; Süleyman,
otun güzelliğine şaştı kaldı. Dedi ki: adın ne... dilsiz dudaksız söyle bakalım!
Ot ey alem padişahı bana keçiboynuzu derler, dedi.
Süleyman, sen de ne haysiyet var? Dedi. Ot dedi ki:
Bittiğim yer yıkılır viran olur. Ben keçiboynuzuyum... bittiğim yer perişan
olur; şu suyun toprağın yıkıcısıyım ben! Süleyman, derhal ecelinin geldiğini,
göçme vaktinin göründüğünü anladı. Dedi ki:ben hayatta oldukça şüphe yok ki bu
mescit, yeryüzündeki afetlerden bozulup yıkılmaz. Ben yaşadıkça nasıl olurda
Mescid-i Aksa perişan olur, yıkılır gider?
Şu halde şüphe yok, mescidimiz, ölümümüzden sonra
yıkılacak! Bedenin secdegahı olan mescit, gönüldür... kötü dost da her yerde
mescitte biten keçiboynuzudur! Sende kötü dostun sevgisi peydahlandı mı kendine
gel... ondan kaç, onunla az konuş, görüş! Onu kökündeki sök, çıkar ... çünkü
biter, boy verirse seni de kökünden söker, mahveder, mescidini de!
Ey aşık, eğrilik, sana keçiboynuzu gibidir...çocuklar
gibi niye eğriliğe doğru gider, sürtünürsün? Kendini suçlu bil suçlu
gör...korkma da o ders üstadı, senden dersi çalmasın. Cahilim, bana öğret demen,
bu çeşit insaf sahibi olman, namus ve şeref gözetmenden iyidir! Ey yüzü nurlu
çocuk, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” demeyi babandan öğren!
O, ne bahaneler buldu, ne hileye kalkıştı, ne de düzen
bayrağını yüceltti. Fakat İblis, bahse girişti, bahse girişte, benzin kırmızı,
beni sen sararttın... renk, senin verdiğin renktedir...beni boyayan sensin;
suçumun da aslı sensin, uğradığım afetin, dağlandığım dağın da, dedi!
Kendine gel de “Rabbi bima agveyteni”yi oku...oku da
cebri olma, ters bir kumaş dokumaya kalkışma! Cebir ağacına ne vakte dek
sıçrayıp çıkacak, ihtiyarını bir yana bırakacaksın? İblis ve soyu sopu gibi
Allah ile savaşta, mübasedesin... Eteklerini çemrer de isyana öyle koşar,
gidersin... bu kadar hoşlukla, bunca istekle cebir olur muymuş?
O kadar istekle kim, kötülüğe gider... böyle oynaya
oynaya kim sapıklığa koşar? Sana başkaları öğüt verdikçe o işin iyiliğini
söyler, belki yirmi erle bu hususta savaşa girişir, yirmi ere karşı ayak
direrdin! Doğrusu budur...yol ancak budur...ve bundan ibarettir; adam olmayandan
başka kim beni kınar ki? Dersin!
Mecbur olan adam böyle söz söyler mi? Yolsuz olan kişi,
böyle savaşır mı? Nefsin neyi isterse ihtiyarın var, fakat aklının istediği
şeyde mecbursun ha! Bahtı yaver ve talihi kutlu olan bilir ki akıl ve zeka
taslamak iblis’tendir, aşk Adem’den!
Akıl ve zeka denizde yüzgeçliğe benzer... bundan az kişi
kurtulur ve yüzgeçlikte bulunan nihayet gün gelir, gark olur gider! Yüzgeçliği
bırak, kibirden, kinden vazgeç...bu ırmak değil; denizdir deniz! Hem de öyle
sığınılacak bir yeri olmayan uçsuz bucaksız deniz ki yedi denizi bir saman çöpü
gibi kapı verir!
Aşk, ileri gidenler için bir gemiye benzer...gemiye
binen kişinin bir afete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur. Aklı zekayı sat da
hayranlığı satın al... akıl ve zeka zandır, hayranlıksa bakış görüş! Aklı
Mustafa’nın önünde kurban et...Hasbiyallah de, yani Allah’ım bana yeter!
Kenan gibi gemiden baş çekme... ona da zeki aklı bu
gururu vermiş aldatmıştı. Ben yüce bir dağın üzerine çıkar kurtulurum, neden
Nuh’a minnet edeyim? Dedi. A akılsız nasıl olurda onun minnetini çekmezsin!
Allah bile onun mihnetini çekmekte. Nasıl olur canımız ona minnettar olmaz!
Allah bile ona şükretmede, minnet etmede!
A hasetle dolu mağrur kişi, onun minnetini Allah bile
çekiyor! Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nuh’a minnet etse, gemiye girmeye tamah
etseydi! Keşke çocuk gibi hilelere cahil olsaydı da çocuklar gibi anasına el
atsa, anasına sarılsaydı! Yahut da nakli bilgi ile az dolu olsaydı da gönlü bir
veliden vahiy ilmini kapsaydı!
Böyle bir nur varken kitabı önüne açarsın vahiy ile
dinlenen ruhunda seni azarlar! Zamanın kutbunun sözüne karşı nakli ilim, bil ki
su varken teyemmüm etmeye benzer! Kendini aptal yerine koy, ona uy da
yürü...ancak bu aptallıkla kurtulabilirsin!
Babam, insanların padişahı, bunun için “cennetliklerin
çoğu aptaldır” dedi. Akıl ve zeka sana kibir ve gurur verir... aptal ol da
gönlün doğru kalsın! Aptallık dediğim halka iki kat maskara olan adamın
ahmaklığı değildir... bu aptallık, ona hayran olan adamın aptallığıdır!
Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe
dalıp kalanlar... bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar aptaldır!
Aklı, dost aşkında kurban et...akılların hepside o taraftandır, odur!Akıllılar
akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgili olmayan ahmak, bu tarafta
kalmıştır!
Hayretle şu baştan aklın gitti mi başındaki her saç, bir
baş, bir akıl kesilir! O tarafta akla, beyne düşünce zahmeti yoktur...çünkü
orada her ova, her bahçe akıl ve beyin bitirir! Bu ovadan geçer, o taraftaki
ovaya gelirsen nükteler duyarsın... oradaki bağlara, bahçelere gelirsen hurma
fidanın sulanır, yeşerir!
Bu yoldaki köşkü, sayvanı, şöhreti şanı terk et...
kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme! Başsız hareket eden, kuyruk olur...
böyle adamın hareketi akrebin hareketine benzer! Eğri gider, geceleri görmez,
çirkindir, zehirlidir... işi gücü, temiz bedenleri dalamak ,sokmaktır!
Başını ez onun...huyu hep budur, ahlakı hep bu ...bu
huyundan vazgeçmez o! Onun için en iyi şey, başının ezilmesidir...çünkü bu
suretle can kırıntısı da o kötü tenden kurtulmuş olur! Delinin elinden silahı al
da adalet ve sulh, senden razı olsun! Fakat elinde silahı olur, aklı da
bulunmazsa bağla elini... yoksa yüzlerce zarar yapar.
Kötü yaradılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen
eşkiyanın eline kılıç vermeye benzer! Sarhoş zencinin eline kılıç vermek, adam
olmayana bilgi belletmekten yeğdir. Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı
kişilerin elinde fitnedir. Savaş delilerin ellerindeki kılıçları alsınlar diye
müminlere farz olmuştur.
Onun canı delidir, teni de elindeki kılıçtır... o çirkin
huylunun elindeki kılıcı al! Bilgisizlere, geçtikleri mevkiinin yaptığı
fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz! Çünkü ayıbı gizliyken meydan
bulur da yılanı, delikten çıkar, sahralara uğrar! Cahil kötü hükümler yürüten
bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar!
Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi,
herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir. Çünkü o ya hasisliğe
kalkışır, az verir... yahut cömertliğe girişir, yersiz ihsanlarda bulunur! Şahı,
beydak hanesine kor... ahmak, ihsanda bulundu mu ihsanı, buna benzer işte!
Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama
hakikatte kuyuya düşmüş demektir! Yol bilmez ,kılavuzluk etmeye kalkışır... kötü
ruhu, cihanı yakar, yandırır!
Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye girişirse ardına
düşenler, devletsizlik gulyabanisine çatarlar! Gel de sana ayı göstereyim der
ama o nursuz pirsiz, ayı hiç görmemiştir ki! Ömrümde ayın aksini suda bile
görmemişken nasıl olurda gösterebilirsin a hamhalat, a bön! Ahmaklar baş oldular
da akıllılar başlarını kilime çektiler!
Peygambere bu yüzden “Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan,
kilimden çık! Kilime baş çekme, yüzünü örtme... çünkü alem şaşkın bir beden,
sense bu aleme akılsın! Kendine gel de davaya kalkışanlardan arlanıp gizlenme...
çünkü sende vahiy mumunun nurları var! Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey
Peygamber, mum geceleri ayakta durur!
Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir...sana
sığınmadıkça aslan bile Tavşan kesilir! Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık
et... çünkü sen, ikinci Nuh’sun! Akıllılara bir yol gösterici lazım... Hele yol,
deniz yolu olursa! Kalk da yolu vurulmuş kervana bak...her yanda kaptan kesilmiş
gül yabanileri gör!
Sen, vaktin Hızır’ısın, her geminin imdadına yetişen
sensin... Ruhullah gibi yalnız yürümeyi adet edinme! Bu topluluğun önünde
gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun... bunlardan gizlenmeye, halveti
bezemeye kalkışma! Halvet zamanı değil topluluğa gel! Ey Peygamber, hidayet, Kaf
Dağına benzer, sense Hümasın!
Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür... köpeklerin sesi
yüzünden yürüyüşünü bırakmaz. Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere
benzerler... sana karşı yürüyüp dururlar! Bu köpekler, “ Susun, dinleyin” emrine
karşı sağırdırlar... ahmaklıklarından senin dolunayına karşı hav havlayıp
durmaktalar!
Ey şifa, hastayı terk etme... Ey şifa hastayı terk
etme... sağıra kızıp körün sopasını bırakma! Sen demedin mi ki “Körü, yolda
tutup yeden Allah’tan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer! Kim bir kötü
kırk adım yederse günahları bağışlanır, doğru yolu bulur!”
Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu
gösterensin... ahir zamanın yasına neşesin sen! Ey takva sahiplerinin imamı, bu
hayallere kapılanları, yakın makamına kadar götür! Kim gönlünden sana karşı bir
hile, bir düzen düşünürse onun boynunu ben vururum, sen tasalanma, neşelen,
neşeli neşeli yürü!
Onun körlüğüne körlükler katarım... o, şeker sanır ama
ben ona zehir veririm! Akıllar benim nurumla parlar, aydınlanır... hileler,
benim hilemden öğrenilir! Alemdeki erkek fillerin ayaklarına göre Türkmenin kara
çadırı nedir ki?
Ey benim en ulu Peygamberim, onun mumu, kasırgama karşı
nedir? Derhal korkunç sur sesiyle kalk da binlerce ölü, topraktan çıksın! Sen
vaktin israfilisin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar! Ey
mihnetlere düşmüş de soru soran kişi, dikkat et, bak da gör. Bu kıyametten
yüzlerce alem kopmada!
Bu zikir ve kunut ehli olmasa ahmağın sorusuna verilecek
cevap sükuttan ibarettir padişahım! Duamız kabul edilmeyince Allah göğünden
isteğimize sükutla cevap verilir canım! Harman devşirme zamanı geldi ama
yazıklar olsun... gün bahtımız yüzünden geçti gitti! Gün dar... halbuki bu söz,
o kadar geniş ki bütün bir ömür bile ona az gelir!
Bu daracık çukurlarda mızrak oyununa girişmek, bu oyunu
oynayanları utandırır! Vakit dar... fakat oğul, halkın hatırı ve anlayışı da
vakitten yüz kere daha dar! Ahmağın cevabı, mademki sukuttur... ne diye sözü
uzatıp durursun? Allah rahmetinin yüceliği ve kerem denizinin dalgalanması
yüzünden her çorak yere yağmur yağdırıp ıslatmada!
|