HZ. MUSA'NIN ALLAH'A SORUSU
Musa dedi ki: Ey soru
hesap gününün sahibi Allah, yapıp düzdün, neden yine bozar yıkarsın? Cana,
canlar katan erler, dişiler yaratırsın... sonra bunları yıkar, mahvedersin;
neden?
Allah dedi ki: Bu suali
inkar yüzünden, yahut gafletle ve nefsine uyarak sormuyorsun, biliyorum. Yoksa
hoş görmez, gazap eder, bu soru yüzünden seni incitirdim. Fakat bizim
işlerimizdeki hikmetleri, varlık sırlarını araştırıyorsun... bunu bilip sonra da
halka bildirmek ve her ham kişiyi bu suretle olgunlaştırmak istiyorsun. Sen bunu
biliyorsun ama halka da bildirmek için sormaktasın.
Çünkü bu sual yarı
bilgidir. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan bu soruyu soramaz. Sual de
bilgiden doğar, cevap da... nitekim diken de toprakla sudan biter, gül de!
Hem sapıklık bilgiden
olur, hem doğru yolu buluş... nitekim acı da rutubetten hasıl olur, tatlı da! Bu
nefret ve sevgi, aşinalıktan gelir... hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!
Allah Kelim’i de,
acemilere bu sırrı bildirmek, onları faydalandırmak için kendini acemi yaptı.
Bizde kendimizi ondan daha acemi yapalım da bilmez gibi cevabını dinleyelim.
Eşek satanlar, o satışın anahtarını elde etmek için birbirlerine adeta düşman
olurlar, çekişir dururlar.
Allah buyurdu ki: Ey akıl
sahibi Musa, madem ki sordun gel de cevabını duy.
Ey Musa, yere bir tohum
ek de bunun sırrını anla, insafa gel! Musa tohum ekti, ekin bitti, kemale gelip
başaklandı, güzelce, düzgünce yetişti... Orağı alıp biçmeye başladı. Gaybtan
kulağına bir ses geldi:
Neden ekiyor, besliyorsun
da kemale gelince kesiyor, biçiyorsun? Musa dedi ki: Yarabbi, burada tane de var
saman da... onun için kesiyorum. Çünkü tanenin saman ambarına konması layık
değil... saman da buğday ambarına konursa yazık olur! Bu ikisini karıştırmak
hikmete uygun olamaz. Mutlaka eklerken ayıt etmek lazım.
Allah dedi ki: Bu bilgiyi
sen kimden aldın da bir harman meydana getiriyorsun? Musa Allah’ım bana bu
temyizi sen verdin dedi... Allah dedi ki: Öyleyse bende nasıl olur da temyiz
olmaz? Halk arasında temiz ruhlar da var, topraklara bulanmış kara ruhlar da. Bu
sedeflerin hepsi bir değil... birisinde inci var, öbüründe boncuk! Buğdayları
samandan ayırmak nasıl lazımsa bu iyiyi de kötüyü de ayırmak vacip. Bu alem
halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.
Ben bir hazineydim dedi
Allah, hem de gizli... bunu duyda cevherini kaybetme, meydana çıkar!
Ayran içinde yağ nasıl
gizliyse, doğruluk cevherinde yalan da gizlidir. O yalanın, şu fani tendir...
doğrun da Allah’a mensup olan can! yıllardır şu ten ayranı meydandadır da can
yağı onda fani ve değersiz bir hale gelmiştir.
Nihayet Allah, bir elçi
kulunu, ayranı yayığa koyup döven birisini gönderir de, bende bir ben gizli
olduğunu bileyim diye sıfatla hünerle o yayığı döver. Yahut da zatından adeta
bir cüz olan bir kulunun sözünü izhar eder de o söz, vahiy arayan kişinin
kulağına girer.
Müminin kulağı, vahyimizi
kavrar, beller... öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır.
Adeta çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar,
konuşur. Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur.
Anadan doğma sağır, daima
dilsizdir de... söyleyen kişi, sözü önce anasından duymuştur. Bil ki sağır ve
dilsizin kulağı, afetlerden bir afettir... ne söz dinlemeye kabiliyeti vardır,
ne de bellemeye. Belletilmeden söyleyen Allah’tır, çünkü onun sıfatları,
sebeplerden ayrıdır. Yahut Adem gibi ana ve dadı hicabı olmaksızın Allah telkini
ile söyler. Yahut da Allah belletmesiyle Mesih gibi doğar doğmaz konuşur.
Doğuşundaki zina ve fesat töhmetlerini ret etmek, zinadan doğmadığını anlatmak
için dile gelir.
Çalışmada bir hareket
gerek ki ayran, gönüldeki yağdan ayrılsın. Yağ, ayran içinde adeta yok gibidir
de ayran, varlık alemine bayrak dikmiştir. Sen de var olarak görünen deriden
ibarettir... fani görünen yok mu? Asıl var olan odur işte! Yağlanmamış,
eskimemiş ayranın varsa dövüp yağını çıkarmadıkça sakın harcama!
Hemen onu bilgiyle elden
ele alarak döndüre dur da gizlendiğini meydana çıkarsın. Çünkü bu fani ola şey,
bakinin delilidir... nitekim sarhoşların yalvarmaları da sakiye delildir!
Bayraklardaki aslanların
hareketi, gizli bir yelin varlığından haber verir. Yeller esmeseydi ölü aslan
havada nasıl olur da hareket ederdi?
Aslanın hareketlerinden
rüzgarın sabah yeli, yahut cenup rüzgarı olduğunu anlarsın... bu hareket, o
gizli rüzgarı anlatır. Şu beden de bayraktaki aslana benzer... düşünce onu her
an oynatır durur! Doğudan gelen düşünce sabah yelidir... batıdan gelen ufunetli
cenup yeli! Bu düşünce yelinin doğuşu, başka doğudur... bu düşünce yelinin
batısı, o yandadır! Ay cansızdır, doğusu da cansız... fakat gönlün doğusu canlar
canının canıdır!
Gündüzün doğan şu güneş
yok mu... iç alemini aydınlatan güneşin doğuşundan bir kabuktur, onun bir
aksidir ancak! Çünkü ten, can yalımı olmadı mı ölür gider... artık onca ne
gündüz vardır, ne gece! Beden olmaz, fakat ruh olursa gece ve gündüz bakidir,
düzenlidir. Nitekim göz, rüyada ay ve güneş olmadığı halde ayı da görür, güneşi
de!
Arkadaş uykumuz ölümün
kardeşidir... bu kardeşe bak o kardeşi anla! Sana, rüya ölümün fer’idir derlerse
sakın ha, hakikatine erişmedikçe bu sözü dinleme! Ruhun uykuda öyle şeyler görür
ki yirmi yıl uyanık kalsan onları göremezsin!
Rüyanı tabir ettirmek
için bir hayli zaman bilgiç padişahlara koşar, şu rüyanın tabiri nedir diye
sorarsın... böyle bir sırra fer’i demek köpekliktir! Bu söylediğimiz rüya,
alelade halkın gördüğü rüyadır... Allah’a yaklaşmış erlerin rüyası ile Allah
seçmesinin, Allah yakınlığının ta kendisidir.
Fil gerektir ki uyuyunca
rüyasında Hindistan’ı görsün! Eşek, hiç Hindistan’ı rüyada görmez... çünkü
Hindistan’dan ayrılmamış, gurbete düşmemiştir ki! Fil gibi adam akıllı bir can
gerek ki uykusunda iştiyakla Hindistan’a gitsin! Fil Hindistan’ı arar, ister...
o yüzden bu istek bu anış geceleyin bir surete bürünüp ona görünür.
“Allah’ı anın” emrine
uymak, bir herzevekilin işi değil... “Allah’ına dön “ emrine uymak, her kalleşin
ayağının harcı değil. Fakat sen meyus olma; file benze! Fil değilsen bile fil
olmaya çalış. Alemdeki kimyagerlere bak... her an sırça üzerine resim yapanların
seslerini duy! Onlar gök boşluğuna suretler düzerler... benim için senin için
işler yaparlar!
Ey tavuk karasına uğramış
adam! Yeni yakası misler kokan erleri görmüyorsan şu sana dokunan şeyleri gör
bari! Toprağından her an yeniden yeniye otlar biter; onları gör... her an
anlayışına yeni bir şey dokunur; onlara bak!
İbrahim Ethem de rüyada
hicapsız olarak bütün gönül Hindistan’ını gördü de, zincirlerini kırdı;
memleketi birbirine geçirdi, gözlerden kayboldu! Şu iş Hindistan’ı görmenin
nişanesidir... insan, uykusundan sıçrayıp uyanır, deli divane olur.
Bütün tedbirlerin başına
toprak saçar... zincirlerin halkalarını kırar geçer! Peygamberin nuru
anlatılırken gönüllerdeki nişanesini söylediği gibi hani...
Dedi ki: Nur, kalbe girdi
mi nişanesi şudur: İnsan bu yalan yurttan uzaklaşır, neşeler yurdu olan
ahiretten de geçer!
Ey temiz dost,
Mustafa’nın bu hadisini anlatmak için bir hikaye söyleyeceğiz, dinle.
Bir padişahın yiğit bir
oğlu vardı... zahiri de hünerlerle bezenmişti, batını da. Bir gece rüyasında
çocuğunun ansızın öldüğünü gördü. Padişaha alemin arılığı tortulu bir hal oldu.
Yanışının tesiri ile gözyaşları bile kurudu, ağlamaya bile iktidarı kalmadı.
Öyle dertlendi, öyle kederlendi ki ah etmeye bile mecali kesildi!
Ölüm isteği ile cesedi,
iş görmez bir hal aldı... neyse eceli gelmemiş, ömrü varmış; uykudan uyandı. Bu
sefer de uyanınca öyle bir sevindi ki ömründe öyle bir sevinç görmemişti.
Sevinçten ölecekti adeta... canı ile bedeni sanki ölümle dirim arasında tomruğa
vurulmuştu! Bu ışık gam soluğu ile de söner, neşe soluğu ile de... işte sana bir
alay, işte sana bir eğlence! O, bu iki ölüm arasında diridir... bu tomruğa
vurulmuş olduğu halde gülünecek bir şey!
Padişah kendi kendine
dedi ki: bu neşeye sebep, o gamdı; Allah sebep ihsan etti, sevindim. Ne
şaşılacak şey! Bir hadise bir yönden ölüm, öbür yönden dirim ve sevinç. Şu bir
yönden tatlıdır, zevk vericidir. Diğer bir yönden de öldürücü, azap vericidir.
Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik... fakat ahiret gününe göre noksan
ve zeval!
Düş yorucu rüyada gülmeyi
ağlamaya, hayıflamaya, kederlenmeye yorar. Ağlamayı da sevince, feraha verir ey
şen, esen kişi!
Padişah, bu gam geçti
gitti ama can, bu çeşit şeylerden kötü şüphelere düşer diye düşünceye daldı. Gül
gider de dedi, ayağıma böyle bir diken batarsa hiç olmazsa ondan bana bir
yadigar kalmalı! Yokluğa sayısız, sonsuz sebepler var... hangi yolu kapayalım
ki? Isırıcı ölüme yüzlerce pencere var, yüzlerce kapı var... açılırken her biri
cik cik etmekte!
O ölüm kapılarının acı
cik ciklerini haris kişinin kulağı, mal ve mülk hırsından duymaz. Bir taraftan
bedenin dertleri, kapıların sesi... bir taraftan düşmanların cefası kapıların
sesi.
Canım efendim, hele bir
tıp fihristini oku hastalıların yalımlı ateşini gör! Bütün o alillerden bu eve
yol var... her iki adımda akreplerle dolu bir kuyu var!
Rüzgar şiddetli, ışığım
sönmek üzere... çabuk davranayım da onun ışığından bir ışık daha uyandırayım.
Bari bu ikisinden biri kalsın da yel, ışığın birini söndürürse onunla eğleneyim.
Arifler gibi hani... arif de bu noksan beden kendiliğinden kurtulmak için gönül
kandilini yakar da günün birinde ansızın bu kandil sönerse onun yerine can
kandilini koyayım der.
Padişah bu işi anlamadı
da aldandı... fani kandilin yerine başka bir fani kandile kapıldı!
Padişah bunun üzerine,
evlensin de soyu sopu üresin diye şehzadeye bir kız almak istedi. Bu doğan,
tekrar yokluk alemine yüz tutarsa o doğanın yerini yine bir doğan tutsun...
Bu doğanın sureti, eğer
şu alemden giderse manası, oğlunda baki kalsın dedi. Onun için o uyanık padişah,
Mustafa “Çocuk babanın sırrıdır” buyurdu. İşte bu yüzden bütün halk, sevgilerden
çocuklarına sanat öğretirler de, onların kalıpları gözden gizlenince o manalar
alemde baki kalsın derler.
Allah, hikmetiyle istidat
sahibi olan her küçük çocuğun doğru yolu bulması için onların hırsına bir
ciddiyet vermiştir.
Ben de kendi soyumun
devamı için oğluma mezhebi meşrebi iyi bir kız alacağım. Fakat alacağım kızın
kötü bir padişahın soyundan değil, temiz bir kişinin soyundan bir kız olmasını
isterim.
Padişah, zaten bu temiz
kişidir... hür olan da odur... ne şehvetin esiridir, ne boğazının. Fakat halk,
aksine olarak esirlere padişah adını taktılar... Zenciye Kâfur adı takıldığı
gibi hani! Kanlar içen çöle kurtuluş yeri, bayağı, nekes ve kutsuz kişiye kutlu
adını verirler ya!
Şehvet, kızgınlık ve
istek esirine bey, yahut “Sadr ecel – en ulu vezir” dediler. O ecel esirlerine
halk, şehirlerde beyler ve “Emirani ecel – Ulu beyler” adını taktılar. Canı,
ayakkabıcıların safında alçalmış, yani mevkiye mala kapılıp kalmış olma “Sadr –
Ulu ve baş köşeye geçen vezir” derler.
Padişah bu zaidi seçince
bu haber, kadınların kulağına vardı! Şehzadenin anası, aklının noksan oluşundan
itiraz ederek dedi ki: Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart
koşmuştur. Halbuki sen nekesliğinden, cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu
bir yoksulla akraba yapıyorsun?
Padişah dedi ki: Temiz
bir kişiye yoksul demek hatadır... çünkü onun kalbi ganidir ve bu da Allah
vergisidir. Böyle adam, takvasında kanaat bucağına kaçar, yoksul gibi
nekesliğinden, tembelliğinden değil!
Kanaattan meydana gelen
darlık, takvadandır... bu, aşağılık kişilerin yokluğundan, darlığından apayrı
bir şeydir. Nekes, bir habbe bulsa başını bile verir... halbuki temiz kişi,
himmetiyle altın hazinesine bile bakmaz, terk edip gider! Hırsından, her çeşit
harama kasten padişaha ulu kişiler, yoksul derler.
Kadın dedi ki: Nerede
onda çeyiz olarak verecek şehir ve kaleler... yahut saçı olarak saçacak inciler,
paralar pullar?
Padişah, yürü yahu
dedi... kim, din gamına düşerse Allah, öbür dertleri artık ondan alır. Nihayet
padişah üstün geldi, ona yaradılışı güzel ve bir temiz kişinin soyundan bir kız
aldı. Kızın güzellikte eşi yoktu... yüzü, kuşluk güneşinden daha parlaktı! Kızın
güzelliği buydu, huyu da güzelliği gibiydi... hasılı ahlakı o kadar iyiydi ki
anlatmaya imkan yok!
Dini avlamaya bak ki
onunla beraber güzellik, mal, mevki ve sana fayda veren baht da senin olsun!
Ahiret, bil ki deve katarıdır; dünya malı devenin yükü ve tüyü. Katara sahip
oldun mu yünü, tüyü de onunla beraber gelir. Fakat yünü alırsan deve senin olmaz
ki... deve senin olursa yünün ne değeri kalır?
Padişah temiz ve riyasız
soydan gelen o kızı nikahla oğluna aldı. Fakat kaza ve kader bu ya... o güzelim
şehzadeye bir ihtiyar büyücü de aşık olmuştu. O Kabil’li kocakarı, şehzadeye
öyle bir büyü yaptı ki Babil büyücüleri bile bu büyüye haset ederler.
Şehzade, o çirkin
kocakarıya aşık oldu... gelinden de geçti güveylikten de! İşte böyle bir kara
ifrit, böyle bir Kabil’li karı ansızın şehzadenin yolunu vuruverdi! O ferci
kokmuş doksanlık kocakarı, şehzadenin ne aklını bıraktı, ne ağzını, zavallıda
konuşacak iktidar bile kalmadı. Şehzade tam bir yıl o karıya esir oldu... o
kokmuş karının ayakkabısının tasmasını öpüp durdu. Kocakarının sohbeti,
şehzadeyi kesip biçmekte, eritip mahvetmekteydi... adeta yarı canlı bir hale
gelmişti.
Başkaları onun
zayıflığından derde düşerken o büyünün tesiri ile kendisinden bilen bihaberdi.
Dünya padişaha zindan kesildi... şehzade ise babası ve akrabası ağlarken
gülmekteydi! Padişah pek çaresiz kaldı... gece gündüz kurbanlar kestirmede,
sadakalar vermekteydi! Ne çare varsa hepsine başvurdu... fakat oğlan, kocakarıya
gittikçe daha fazla aşık oluyordu. Padişah, bunda mutlaka bir sır, bir hikmet
olduğunu, bundan böyle ancak yalvarıp yakarmakla bir çare bulunabileceğini iyice
anladı.
Secdeye kapanıp “Yarabbi,
fermanın yürür... Allah mülkünde Allah’tan başka kimin hükmü geçerki? Fakat bu
yosul çocuk öd ağacı gibi yanıp duruyor... ey merhametli Allah, elini tut”
demeye başladı.
Nihayet onun Yarab, Yarab
demesi, feryad-ü figan etmesi makbule geçti... yoldan usta bir büyücü çıkageldi.
O büyücü uzaktan o çocuğun bir ihtiyar karıya esir olduğunu duymuştu. Bu karının
büyüde eşsiz örneksiz olduğunu ve bir ikincisinin bulunmadığını işitmişti.
Yiğidim, el elin
üstündedir... hünerde de, kuvvette de el elin üstündedir arşa varınca! Ellerin
sonu Allah elidir... deniz, şüphe yok ki sellerin varıp döküldüğü son yerdir.
Bulutlar da suyu denizden alır... seller akıp gider nihayet ona varır.
Padişah bu oğlan elden
gitti dedi. Adam dedi ki: İşte ulu bir derman olarak geldim ya! Bu büyücülerden
hiç kimse o kocakarıya eşit olamaz... ancak ben, o yandan geldim, büyüde bilgim
çoktur... onunla ben başa çıkarım! Musa’nın eli gibi Allah izniyle onun büyüsünü
kökünden yıkar, mahvederim. Çünkü bana bu bilgi Allah tarafından verildi... hor
hakir büyücülere şakirtlik ederek öğrenmedim. Onun büyüsünü bozmak şehzadenin
benzinin sarılığını gidermek için geldim ben! Seher çağında mezarlığa git de
orada duvarın yanında kireçle boyanmış bir ak mezar var. Orasını kıbleye doğru
kaz; Allah’ın kudretine, kuvvetine bak!
Bu hikaye pek uzundur,
sen de usandın... bari fazlasını bırakayım da hulasasını söyleyeyim.
O sıkı düğümleri çözdü
şehzadeyi mihnetten kurtardı. Çocuk kendisine gelince koşa, koşa babasının
tahtına vardı, yüzlerce mihnetle, secdeye kapandı, yüzünü yerlere sürdü...
koltuğunda da bir kılıç ve bir kefen vardı.
Padişah şenlikler
yaptırdı şehir halkı sevindi, o ümidini kesmiş gelinde muradına erdi. Alem yeni
baştan dirildi, parladı! Şaşarım doğrusu o günde bir gündü bugün de bir gün!
Padişah ona öyle bir düğün yaptı ki köpeklerin önüne bile gülsuyu şerbeti kondu.
Büyücü kocakarı
kederinden geberdi... çirkin yüzünü de cehennem Malikine tapşırdı çirkin huyunu
da! Şehzade o kocakarı benim aklımı nasıl oldu da çeldi diye hayretlere
düşmüştü!
Güzellikte aya benzeyen
ve güzellerin güzellik yolunu kesip vuran gelini görünce, aklı başından gitti
düşüp bayıldı... tam üç gün aklı başına gelmedi! Üç gün üç gece kendisini
kaybetti. Halk onun baygınlığından meraka düştü. Gül suları ile, ilaçlarla
nihayet kendisine geldi... yavaş yavaş açıldı, iyiyi, kötüyü anlamaya başladı.
Bir yıl sonra padişah söz
arasında ona dedi ki: Oğlum hele o eski sevgiliyi hatırla bakalım! O seninle
beraber yatanı, o yatağı bir hatırla da bu derece vefasız ve acı sözlü olma.
Şehzade bırak baba
dedi... ben, neşe yurdunu buldum, gurur yurdunun aldanma diyarının kuyusundan
kurtuldum. Mümin yol buldu da karanlıktan Hak nurunun bulunduğu tarafa yüz
çevirdi mi öyle olur işte!
Kardeş bil ki şehzade
sensin bu eski dünyada yeniden doğmuşsun! Kabil’li büyücü bu dünyadır... erleri
bile rengine kokusuna esir etmiştir. Bu bulanık ırmağa düştün mü her an “Kul
eüzü” leri oku kendine üfle. Bu büyüden bu ıstıraptan kurtul, sabah, Allah’ına
sığın ondan yardım iste!
Dünya, halkı büyü yaparak
kuyuya atmıştır da Peygamber onun için dünyaya büyücü demiştir. Kendine gel bu
kokmuş kocakarının kuvvetli büyüleri vardır... sıcak nefesi padişahları bile
esir eder. Gönülde onun tükürüklü üfürükler salan büyücüleri var... büyü
düğümlerini düğümleyen odur! Dünya büyücüsü pek ilginç bir karıdır... onun büyü
ipini çözmek herkesin ayağının harcı değil! Eğer akıllar onun bağladığı
düğümleri çözseydi Allah peygamberleri yollar mıydı?
Kendine gel de nefesi
kutlu, düğümler çözen, Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara! Dünya
seni de balık gibi oltasına takmıştır... şehzade bir yıl kaldı, sense altmış
yıldır o oltadasın! Tam altmış yıldır onun oltasında mihnetler içindesin... ne
bir hoşluğum var, ne bir sünnete uyarsın!
Günahkar bir
bedbahtsın... ne dünyan güzel, ne vebalden, günahtan kurtulmuşsun! Dünyanın
üfürüğü bu düğümleri pek sıkı düğümledi... sen artık tek yaratıcının üfürüğünü
iste!
İste de “Ben Adem’e
ruhumdan üfürdüm” üfürüğü, seni bundan kurtarsın ve yücel desin! Büyü üfürüğünü
Allah üfürüğünden başka bir şey bozmaz... bu kahır üfürüğüdür, o lütuf üfürüğü!
Allah’ın rahmeti
kahrından arıktır, ileridir. Sen de ileri olmak istiyorsan yürü, bir ileri
gitmiş er ara. Bu suretle amelleriyle, yahut, hurilerle evlendirilmiş kişilerin
mertebesine eriş... ey büyülenmiş padişah işte sana kurtuluş çaresi!
Dünya kocakarısı senin
yanında oldukça ve sen, onun ,işvelerine kapılıp kaldıkça ne onun ağı, tuzağı
çözülür, ne büyü düğümleri. Ümmetlerin ışığı olan peygamber, bu dünya ile öbür
dünyaya ortaklar demedi mi? Şu halde bununla buluşmak ondam ayrılmaktır... bu
bedenin sıhhati, canın hastalığıdır. Bu geçitten ayrılmak müşküldür, o duraktan
ayrılmaksa bil ki daha müşkül! Nakıştan ayrılmak bile sana güç geliyor...
nakkaşından ayrılmak ne kadar güç gelir ya! Ey aşağılık dünya ayrılığına
sabretmeyen dost, Allah ayrılığına nasıl sabredeceksin?
Bu kara sudan
ayrılamıyorsun da Allah kaynağından ayrılmaya nasıl katlanıyorsun ya? Bu kara
suyu içmedikçe pek dinlenemiyor, esenleşemiyorsun... iyi kişilerden ve onların
içtikleri kaynak suyundan ayrılınca halin ne olur?
Bir nefescik Allah
güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da! Ondan sonra bu suyu cife
görürsün... Allah yakınlığının debdebesini gördün mü, şehzade gibi sevgiline
kavuşursun... ayağındaki dikeni çıkarırsın!
Kendinden geçmeye çalış
da hemencecik kendini bul... doğrusunu Allah daha iyi bilir. Aklını başına
devşir; her zaman kendinle eş olma... her an eşek gibi balçığa düşme. Bu sürçme,
gözünün iyi görmeyişindendir... kör gibi inişi yokuşu göremiyorsun.
Yusuf’un gömleğinin
kokusunu kendine senet yap... çünkü onun kokusu gözleri aydın eder! O gizli
suretle o alındaki nur, peygamberlerin gözlerini uzakları görür bir hale
getirmiştir. O yüzün nuru, insanı ateşten kurtarır... kendine gel de iğreti nura
kani olma. Bu nur, insana ancak içinde bulunduğu zamanı gösterir; bedeni aklı ve
ruhu uyuz eder. Görünüşü nurdur ama hakikatte ateştir. Eğer ışık istiyorsan iki
elini de bu nurdan çek!
Ancak içinde bulunduğu
zamanı ve hali gören göz ve can, nereye giderse gitsin anbean yüzüstü düşer. Bu
çeşit insanlar içinde uzağı gören olsa bile hünersizdir... görür ama uykuda
uzağı nasıl görürse öyle görür. Dere kıyısında dudakların kupkuru... yatar
uyursun; su aramak içinde seraba doğru koşup gidersin! Uzaklarda serabı görür
ona koşar... görüşüne aşık olur, uykuda arkadaşlarına gönlü gözü açık olan
benim, perdeleri deler, her şeyi görürüm ben... işte bak, şimdi de o tarafta su
gördüm... hadi, koşalım, oraya varalım diye atar tutarsın... halbuki o gördüğün
seraptır senin. Her adımda bu güzelim sudan biraz daha uzaklaşırsın... koşa,
koşa seni aldatan o seraba güya yaklaşır, fakat hakiki sudan uzak düşersin.
Azmin, bu sana gelmiş, akmış ulaşmış olan hakiki suya tam bir perde!
Nice kişiler vardır ki
ulaşmak istedikleri yerden hareket eder oraya varmak için yola düşerler. Uyuyan
kişinin ne gördüğü şey işe yarar, ne söylediği laf! Gördüğü şey de söylediği söz
de bir hayalden başka bir şey değildir, ondan elini çek. Uykun gelmişse yolda
uyu... Allah hakkı için, ancak Allah yolunda yat. Olur ya, belki bir yolcu,
rastlar da seni hayallerden, uykudan kurtarır. Uyuyan kişinin düşüncesi, kılı
kırk yarsa fayda yok... o incelikle yine köy yolunu bulamaz.
Uyuyan kişinin düşüncesi,
ister iki kat olsun, ister üç kat... yine hata içinde hatadır, yine hat içinde
hat. Ona hiç çekinmeden dalgalar gelir vurur da o, yine upuzun çöllerde koşar
durur! Su, ona şah damarından yakındır da o susuzluktan yanar yakılır!
Hani şunu gibi: Kıtlık
yılında bir zabit, bütün kavim ağlayıp sızlarken gülerdi. Dediler ki: “Gülünecek
yer değil... kıtlık, müminlerin kökünü kurutmada, rahmet bizden gözünü yumdu...
ova, kızgın güneşin tesiri ile yandı, kavruldu! Bağlar üzümler simsiyah oldu...
ne yerde bir nem var, ne yukarıda ne aşağıda.
Halk, bu kıtlıktan, bu
azaptan sudan çıkmış balık gibi onar onar, yüzer yüzer ölmede... Müslümanlara
acımıyor musun? Müminler kardeştir... yağları da birdir etleri de... hepsi bir
vücuttur. Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse bütün beden ağrır, incinir... ister
sulh çağında olsun, ister savaş; bu, budur.”
Zahit dedi ki: Bu, sizin
gözünüze kıtlık görünüyor... fakat bence yeryüzü cennet gibi, ben böyle
görüyorum. Ben her ovada, her yerde ta bele kadar boyu atmış gürbüz başaklar
görmekteyim. Başaklar seher yeli ile dalgalanmada... ova pırasayla dopdolu!
Acaba doğru mu diye sınıyor, elimi uzatıyor, onları yokluyor, tutuyorum... artık
ben, nasıl elimi keser gözümü çıkartırım?
A aşağılık kavim, siz,
ten Firavununun dostusunuz... onun için Nil size kan görünmede. Hemencecik akıl
Musa’sına dost olasınız kan görmez, ırmak suyunu görürsünüz. Babanla aranda bir
şey geçti mi babanı köpek gibi görürsün, gözüne böyle görünür! Baban köpek
değildir senin; o cefanın tesiri ile öyledir; öyle bir merhametli adam bile sana
köpek görünür!
Kardeşleri Yusuf’a haset
ediyorlar kızıyorlardı... bu yüzden onu kurt şeklinde gördüler. Fakat babanla
barıştın da kızgınlığın gitti mi köpek ortadan kalkar, baban, sana ateşli bir
dost olur.
Bütün alem, aklıküllün
suretidir... bütün insanların babası odur. Birisi aklıkülle karşı küfranını
artırırsa bütün alem ona köpek görünür. Bu babayla uzlaş, asiliği bırak da su ve
toprak, sana altın döşeme görünsün.
Bununla uzlaşırsan içinde
bulunduğun hal ve zaman, adeta kıyamet kesilir... gözünün önünde gök de değişir
yer de! Ben daima bu babayla uzlaşmış haldeyim... onun için şu alem, bana cennet
görünmede!
Her zaman yeni bir suret,
her an yeni bir güzellik görmedeyim... yeni görmekle de elem ve usanç kalmaz,
insan daima yeniden yeniye neşelenir durur. Ben cihanı nimetlerle dopdolu
görüyorum... sular kaynaklardan coşup akmada...
Bu suların sesleri
kulağıma geldikçe aklımı gönlümü sarhoş etmede! Dallar tövbekar dervişler gibi
oynuyor... yapraklar, çalgıcılar ve şarkı okuyanlar gibi el çırpıyor. Ayna,
keçeden yapılma kılıf içindeki şimşek gibi parlayıp durmada... artık ayna
görünürse nasıl olur? Ben, bunun binde birini bile söyleyemiyorum; çünkü her
kulak, şüphelerle dolu! Vehme göre bu söz müjdedir... fakat akıl der ki: Müjde
ne demek bu benim halimdir zaten.
Hani Üzeyr’in çocukları
gibi... yolda babalarının ahvalini soruşturmaktaydılar. Onlar ihtiyarlamışlardı,
babaları ise gençti... derken babaları ansızın önlerine çıkıverdi. Ona “Ey yolcu
bizim azizimizden bir haberin var mı acaba? Birisi bize onun bugün geleceğini,
bizi ümitsizliğe düşürdükten sonra bugün erişeceğini söyledi” dediler.
Uzeyr dedi ki: Evet
benden sonra gelecek... çocuklardan biri bu müjdeyi işitince sevindi. Ey muştucu
şad ol diye bağırdı. Bir tanesi Uzeyr’i tanıdı; a sersem, müjdenin yeri mi ki?
Şeker madeninin tam içine düştün deyip kendisinden geçti, yere yığıldı.
Bu, vehme müjdedir ama
akla göre vuslatın ta kendisi... çünkü vehim gözü perdelidir, hakikati göremez.
Kafirlere derttir, müminlere muştucu... fakat işin iç yüzünü gören göz göre
vuslatın ta kendisi. Çünkü aşık, anı daimde daima sarhoştur... hasılı küfürden
de yücedir o, imandan da! Küfür, içteki kuru kabuktur, iman içteki lezzetli
kabuk! Küfür de, iman da... ikisi de onun kapıcısıdır... çünkü o içtir küfürle
din, ikisi de kabuktur.
Kuru kabukların yeri
ateştir... içe yapışık kabuksa hoştur lezzetlidir. İçe gelince: Zaten o, hoşluk
mertebesinden de yüksektir... lezzetlet veren odur. Bu sözün sonu yoktur; geri
dön de Musa’m denizin dibinde toz koparsın! Bu sözler alelade halkın aklına göre
söylendi... geri kalanı ise gizlenmiştir!
A töhmetli kişi, senin
akıl altının paramparça... böyle bir altına nasıl mühür ve damga vurayım? Aklın
yüzlerce mühim işe dağılmış... binlerce isteğe mala mülke bölünmüş! Bu cüzleri
aşkla bir araya toplamak gerek ki Semerkant ve Dımışk gibi hoş bir hale gelsin!
Onları en küçük parçasına kadar toplar şüpheden arınırsan sana padişah sikkesi
basılabilir.
A ham kişi, ağırlıkta bir
miskalı geçersen padişah senden bir altın kadeh düzer. O kadehte padişahın hem
adı, hem lakapları, hem de resmi olur ey vuslat dileyen. Nihayet sevgilin sana
hem ekmek olur, hem su... hem ışık kesilir, hem güzel, hem meze olur, hem şarap!
Kendini derle topla da ne
varsa sana söyleyebileyim. Çünkü söz söylemek, tasdik edilmek içindir... Allah’a
şirk koşan can, doğruya inanmaz. Feleğin abes şeylerine bölünmüş olan can,
altmış sevda ortasında müşterek bir hale gelmiştir.
Artık, böyle kişiye bir
şey söylenemez, ona karşı susmak daha iyidir... çünkü ahmaklara verilecek cevap
sükuttur. Bunu bilirim ben... bilirim ama ten sarhoşluğu ağzımı, ben istemediğim
halde açar. Aksırık ve esnemekle de bu ağzın, istemediğin halde açılır ya, işte
öyle!
Peygamber gibi hani...
“Söylemeden hakikatleri saçmadan dolayı her gün yetmiş kere tövbe ederim. Fakat
o sarhoşluk tövbemi bozar... bu elbiseler soyan beden sarhoşluğu, tövbeni
unutturur” dedi. Çok eski zamanın ahvalini izhar etmek için Allah’ın hikmeti,
sır bilen kişiye bir unutkanlık verir.
Gizli sırlar, “Yazılan
yazıldı kalem de kurudu” kaynağından coşan bir ırmak kesilir, bunca davullarla,
bayraklarla ortaya çıkar! Ey insanlar, sonsuz rahmet her an akmaktadır fakat siz
uykudasınız, anlamıyorsunuz! Uyuyan kişinin elbisesi, ırmak suyunu içer de
uyuyan, uykuda serap arar!
Orada belki su vardır
ümidi ile koşar durur... ve bu düşünceyle suya varacak yolu kendi kendine
kaybeder gider! Çünkü orada der, buradan uzaklaşır... bu hayale kapılır,
hakikatten ayrılır! Bunlar güya uzağı görürüler, fakat ruhları uykudadır... ey
yolcular acıyın bunlara! Ben insana uyku getiren bir susuzluk görmedim... ancak
akılsız kişinin susuzluğu uyku getirir!
Akıl zaten ona derler ki
Allah yaylasında yayılmış, Allah nimetlerini yemiş olsun... Utaritten gelen akla
akıl demezler!
Bu aklın ileri
görüşü,mezara kadardır... fakat gönül sahibinin aklı sur üfürülünceye dek olacak
şeyleri görür. Bu akıl, mezardan, topraktan ileriye geçemez... bu ayak,
şaşılacak şeylerin bulunduğu sahaya gidemez. Bu ayaktan, bu akıldan bez, yürü...
kendine gaybı görür bir göz ara da berhudar ol.
Üstada bağlanan kitap
şakirdi olan kişi, Musa gibi yeninden, yakasından parlayacak nuru nereden
bulacak? Bu bakış, bu akıl, adama ancak baş dönmesi verir... bırak görüşü artık
da bekle bakalım! Söz söylemeden yücelik aramayın... bekleyen kişiye dinlemek
söylemekten yeğdir.
Belletme mevkii de bir
nevi şehvettir ve her çeşit şehvet, yolda puttur. Her fuzuli kişi, Allah’ın
fazlına, ihsanına erişebilseydi Allah, bunca peygamber yollar mıydı? Cüz-i akıl,
şimşek ve aydınlık gibidir... şimşeğin verdiği aydınlıkla vahye erişebilir misin
hiç? Şimşeğin ışığı yol göstermeye yaramaz... o ağla diye buluta bir emirdir!
Bizim akıl şimşeğimizde ağlamak içindir... yokluğun, varlık iştiyaki ile
ağlamasına yarar.
Çocuğun aklı, yazı
yazanların etrafında dön dolaş der ama insan, kendi kendine bir şey belleyemez.
Hastanın aklı hastayı doktora çeker, götürür ama kendisi, derdine derman olamaz!
İşte bak... şeytanlar
gökyüzüne çıkmak ister, kulaklarını yukarı alemdeki surlara dikerler. O
sırlardan az bir miktarını çalarken hemen gökten şahaplar gelir, onları sürer.
Gidin de onlara; gidin... yeryüzüne peygamber gelmiştir; ne istiyorsanız ondan
isteyin, ondan elde edin. Değer biçilmez inciler istiyorsanız “Evlere
kapılarından girin!” kapı halkasını dövün, kapıda durun... gökyüzü damından
sizlere yol yok!
İhtiyacınızı bu uzun
yoldan gideremezsiniz... biz, sırların sırlarını topraktan yaratılan kulumuza
verdik. Hain değilseniz onun huzuruna gelin... boş kamışsanız bile onun
himmetiyle şeker kamışı olun! O kılavuz, senin toprağından yeşillikler
bitirir... bu, Cebrail’in atının nalından uzak bir iş değil! Bir Cebrail’in
atının ayağına toprak olursan yeşillik kesilir, yenilenir tazelenirsin!
Samiri, buzağı hamuruna
canlar bağışlayan yeşilliği koydu da o yeşillik, altından yapılan o buzağıda bir
inci haline geldi, buzağı adeta canlandı! Canlandı da içindeki o yeşillik öyle
bir ses verdi ki düşmanlara bir sınama oldu!
Sır ehline emin olarak
gelirseniz doğan gibi başınıza geçirilen külahtan kurtulursunuz. Doğanı miskin
ve çaresiz bir hale getiren ve gözünü, kulağını örten üsküf, doğanın bütün
meyli, kendi cinsine olduğundan gözünü bağlamak, kendi cinsini göstermemek
içindir.
Fakat doğan, kendi
cinsinden vazgeçti de padişaha dost oldu mu doğancı, onun gözünü açar, başından
üsküfünü çıkarır. Allah da şeytanları, gözetleme yerinden...aklı cüz-iyi kendi
müstakil reyinden, pek başbuğluk davasında bulunma... sen, reyinde müstakil
değilsin, ancak gönlün şakirdisin ve istidadın var diye sürer!
Der ki: Yürü gönle git...
çünkü sen gönlün cüzüsün; kendine gel, sen adil padişahın kulusun! Ona kulluk
etmek, sultanlıktan iyidir... çünkü “Ben ondan hayırlıyım” sözü, şeytan sözüdür.
Be aşağılık, Adem’in kulluğu ile İblis’in kibrine bak da aradaki farkı gör.
Adem’in kulluğunu seç. Yol güneşi olan peygamber bile “Nefsini aşağılayan kişiye
ne mutlu” dedi.
Tuba gölgesini gör de
güzelce uyu... o gölgeye baş koy da serkeşlik etmeden uykuya dal! Nefsi
aşağılama gölgesi, güzel bir yatılacak yerdir... o arılığa istidadı olana hoş
bir uyku verir. Bu gölgeyi bırakır da benlik tarafına gidersen çabucak asi olur,
azar, yolunu kaybeder gidersin!
Şu halde yürü, şeyhin,
üstadın emrinin gölgesi altına git; sus emre uy! Böyle yapmadın mı istidat ve
kabiliyet sahibi bile olsan kamillik davasına kalkıştığından değişir, çarpılır,
istidat ve kabiliyetini kaybedersin! Sır bilen ve haberdar olan üstada serkeşlik
edersen istidattan da olursun! Şimdilik ayakkabı dikiciliğine razı ol, sabret...
yoksa sabretmezsen yamacı, eskici olur kalırsın!
Eskicilerde sabır ve hilm
olsaydı hepsi de öğrenir, yeni ayakkabı diker, ayakkabıcı olurlardı. Çok
çalışır, çok didinirsen nihayet usanır da sen kendin, akıl bir bağmış meğerse
dersin! Felsefeye kapılan adam gibi hani... o da ölüm gününde aklı, kolsuz
kanatsız gördü de, kararsızca itiraf etti o zaman... dedi ki: Zeka ile atımızı
saçma ve asılsız yerlere sürdük! Gururlandık aldandık da erlerden baş çektik...
hayal denizinde yüzdük durduk.
Halbuki ruh dininizde
yüzgeçlik hiçmiş... burada Nuh’un gemisine girmekten başka bir çare yokmuş. O
peygamberler padişahı da böyle buyurdu: Bu kül denizinde, bu okyanusta gemi
benim! Yahut da benim can gözüme varis olan, doğrulukta benim yerime geçen
halifemdir.
Yiğit, gemiden yüz
döndürmemem gerek... işte biz, denizdeki Nuh gemisiyiz! Kenan gibi her dağa
gitme... Kuran’dan “Bu gün kurtuluş yoktur “ayetini duy! Gözün bağlı da bu gemi,
onun için sana aşağı, düşünce dağın da pek yüksek görünmede!
Aman ha aman bu alçacık
gemiye hor bakma... Allah’ın buna gelip duran ihsanına bak. Düşünce dağının
yüceliğine de pek bakma... çünkü onu bir dalga altüst ediverir! Eğer Kenan’san,
sana bunun gibi iki yüz nasihat versem yine bana inanmazsın! Bu sözü Kenan’ın
kulağı nereden kabul edecek? Onu Allah mühürlemiş gitmiş.
Allah’ın mühürlediği
kulağa öğüt mü girer? Sonradan olan şey, ezeli hükmü nasıl değiştirir? Fakat
Kenan değilsin ümidi ile yine sana bir hoş söz söyleyeyim:
Nihayet bunu ikrar
edeceksin, bari kendine gel de ilk güne bak, son günü gör! Son günü görebilirsin
sen... yalnız sonu gören gözünü yıpratma, kör etme. Kim kutlucasına işin sonunu
görürse hiçbir an yolda sürçmez. Her an bu düşüp kalkmayı istemiyorsan bir erin
ayak bastığı toprağı gözüne çek. Onun ayağının bastığı toprağı gözüne sürme yap
da bu külhaniliği başından at! Çünkü bu şakirtlikte, bu yokluğa düşmeyle iğne
bile olsan Zülfikar kesilirsin. Her seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne
sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır. Deve gözü ışılansın
diye diken yer de onun için gözü nurlar saçar!
Allah’tan ehemmiyetli bir
vahiyle Musa’ya şöyle bir vahiy geldi: Eğriliği bırak, doğru ol şimdi! Bu beden
ağacı Musa’nın asasıdır... Allah emri geldi: Onu elinden at. At da hayrını
şerrini gör... sonra da tekrar onu Allah emri ile eline al. Atmadan önce o bir
sopadan başka bir şey değildi... fakat Allah emri ile eline alınca iyileşti,
güzelleşti.
Evvelce o kuzulara
ağaçtan yaprak silkerdi... fakat o mağrur kavme mucize oldu! Firavuna uyanların
başına hakim kesildi... sularını kan yaptı, elleri ile başlarını dövmelerine
sebep oldu. Tarlalarına çekirgeler üşüştü ne varsa yediler, süpürdüler...
ekinleri kıtlık ve ölüm mahsulü verdi!
Musa nihayet işin sonuna
bakınca kendinden geçti de duaya başladı. Dedi ki: Yarabbi, bütün bu mucizeler,
bu çalışmalar neden? Çünkü bu topluluk doğru yola gelmeyecek ki!
Allah’tan emir geldi:
Nuh’a uy... malum olan akıbeti görmeyi bırak! Onu bilmezlikten gel; çünkü sen
yola davetçisin... “Allah emrini tebliğ et” diye emredilmiştir... bu, boş değil
ya!
Senin bu ısrarla onları
doğru yola çağırışının en ehemmiyetsiz hikmeti şudur: Onların inadı ısrarı
meydana çıkar da, Allah’ın yol göstermesi ve sapıklığa sevk etmesi, bütün
fırkalarca bilinir. Varlıktan maksat, Allah kemalini izhar etmektir... şu halde
halkı, öğütle azdırmakla sınamak gerek!
Şeytan onları azgınlık
yoluna götürmede ısrar eder, şeyh doğru yola götürmede ısrar eder. O dertli
işler, birbiri ardına olup durdukça Nil, tamamı ile kan kesilmekteydi. Nihayet
Firavun bizzat Musa’nın yanına gelip iki büklüm olarak yalvarmaya başladı.
Padişahım biz ettik sen
etme... söz söylemeye de yüzümüz yok bizim. Uğruna öleyim parça, parça olayım...
niyazımı kabul et. Ben yüceliğe alışmışım beni hırpalama. Lütfet ey emniyet
sahibi, rahmetle dudağını kımıldat da bu ateşli ağız kapansın.
Musa dedi ki: Allah’ım
Firavun beni aldatıyor... sana aldananı aldatmak istiyor. Dinleyeyim mi yoksa
ben de ona hile mi yapayım da o hilenin ferine yapışan hilenin aslını anlasın
mı? Çünkü her hilenin, her düzenin aslı bizdedir... yerde olan her şeyin aslı
göktedir.
Allah dedi ki: o köpek
buna değmez! Köpeğe uzaktan bir kemik atıver! Hadi, o sopayı kımıldat da
topraklar, çekirgelerin mahvettiklerini yeniden bitirsin! O çekirgeler derhal
yansın, kavrulsun, kapkara kesilsin de halk, Allah’ın her şeyi nasıl
değiştirdiğini görsün.
Bir işi yapmak için
sebebe ihtiyacım yoktur, o sebep, hakikati örtmek gizlemek içindir. Bu suretle
tabiata inanan, ilaca sarılır... müneccim yıldıza yüz tutar.
Münafık hırsından, malım
kesata uğrar diye korkup sabah karanlığı pazara gelir! Rızk peşine düşen, lokma
arayan kulluk etmemiş, yüzünü yıkamamış kişi de cehenneme lokma olur gider.
Yayılıp otlayan kuzu gibi halkın canı da hem yer, hem de yenir.
Kuzu yayılıp otladıkça
kasap, o bizim için istek yaprağını yemekte, bizim için semirmekte diye sevinir.
Yemede içmede cehennem gibi oburluk eder, cehennem için semirir durursun! Kendi
işine koyul, bir gün olsun hikmet yaylasında yayıl, otla da saltanatlı gönül
semirsin. Bedenin yiyip içmesi, bu yemeye manidir... cani tacire benzer, beden
de yol kesiciye. Yol kesen hırsız, odun gibi yanıp yakıldı mı tacirin mumu
yanar, parlar!
Çünkü sen akıldan
ibaretsin; başka neyin varsa ancak aklı örter, gizler... kendini kaybetme de
saçma sapan şeylerle de uğraşma! Bil ki her şehvet şarap ve afyon gibi akla
perdedir... akıllılar bunlarla hayretlere düşerler! Fakat aklı gideren, insanı
sarhoş eden yalnız şarap değildir ki... şehvete ait ne varsa hepsi gözü kulağı
bağlar, örter!
Şeytan, şarap içmekten ne
kadar uzaktı... sarhoştu ama ululukla, inat ve isyanla sarhoş olmuştu. Sarhoş,
olmayan şeyi gören kimsedir... mesela bakırı, demiri altın görür.
Bu sözün sonu gelmez...
Ey Musa, hemen sen dudağını depret de tarlalardan ekinler bitsin!
Musa emre uydu; derhal
yeryüzü yeşerdi, sümbüllerle, iri taneli başaklarla doldu! Kıptiler derhal
kıtlık görmüş, sığır açlığa uğramış, ölüm haline gelmiş adamlar gibi onları
yemeye koyuldular.
Müminler, insanlar,
hayvanlar, Allah’ın ihsanı ile birkaç gün yediler doydular. Karınları doyunca
nimeti inkara başladılar... o zaruret gidince yine azdılar, isyan ettiler. Nefis
Firavundur sakın ha doyurma... doyurma da eski küfrü aklına gelmesin! Ateşin
hararetine düşmedikçe nefis güzelleşmez... demir, kor haline gelmedikçe sakın
dövmeye kalkışma!
Beden, aç olmadıkça
harekete gelmez... tok bedeni ıslah etmeye kalkışmak, bil ki soğuk demiri
dövmektir adeta! Zari, zari ağlayıp inlese de aklını başına al Müslüman olmak
istemez bu nefis! O Firavuna benzer... Kıtlıkta Firavun gibi Musa’nın huzurunda
secde eder, yalvarır. Fakat işi bitti mi azar... hani eşek, yükünü atınca çifte
atmaya başlar ya, tıpkı onun gibi!
İş ileri gitti, muradı
oldu mu ağlayıp inlemeleri hep unutur gider! Hani bir adamla yıllarca bir
şehirde kalır da bir an gözünü kapadı, uyudu da rüya görmeye başladı mı,
kendisini iyi ve kötü şeylerle dolu bir şekilde bulur... kendi şehrini
hatırlamaz bile.
Ben oradaydım... bu yeni
şehir benim şehrim değil, ben buraya mal olamam, nasılsa şöyle bir gelivermişim
demez bile! Böyle demesi şöyle dursun, kendini orada dünyaya gelmiş, oraya
alışmış sanır! Ne şaşılacak şeydir ki ruh da oturduğu, doğup yetiştiği yerleri
yurtları, hatırına bile getirmez; bulutun yıldızı örttüğü gibi şu yıkık dünyanın
gözlerini bağladığını düşünmez! Hele ruh, bunca, şehirler çiğnemiş, bunca
şehirler gezmiştir... anlayış yüzünden o şehirlerin tozları daha silkilmemiştir
bile!
İnsan, görüp geçirdiği
şeyleri görüp bilmesi için sıkı bir azimle işe girişip de gönlünü arıtmıştır ki;
insanın gönlü saf olmalı da sırları mazhar olarak baş çıkarmalı... gözün
açılmalı da önü, sonu görmeli!
Önce cansızlar ülkesine
gelmiş, cansızlıktan nebatat alemine düşmüştür. Yıllarca nebat olmuş, bu alemde
ömür sürmüştür de nebat, cansız şeylerin zıddı olduğu halde bir zamanlar
cansızlar ülkesinde bulunduğunu hatırına bile getirmemiştir.
Nebatlıktan hayvanlığa
düşünce de nebat olduğu zamanki halini hiç hatırlamaz. Yalnız yeşilliğe karşı
bir meyli vardır... hele bahar geldi, çiçekler açıldı mı! Hani çocukların da
analarına meyilleri vardır... fakat çocuk, anasına ana sütüne neden meylediyor;
bu sırrı bilmez! Hani, her yeni derviş de genç pire, o yüce bahta şiddetle
meyleder ya! Çünkü bu aklın cüz-ü, o aklın külündendir... bu gölgenin hareketi,
o gül dalının hareketindendir. Nihayet gölgesi onda yok olur da bu meylin, bu
araştırmanın sırrını bilir, anlar!
A iyi bahtlı kişi, bu
ağaç oynamadıkça o dalın gölgesi nasıl oynar ki? Bildiği yaratıcı tekrar onu
hayvanlıktan insanlığa çekip çevirir... böylece iklimden iklime giden nihayet
insan aleminde akıllı, bilgili ve yüce bir hal alır. Fakat önceki akılları
hatırlamadığı gibi bu akıldan da geçip değişeceğini aklına bile getirmez.
Nihayet bu hırsla,
istekle dolu akıldan da kurtuldu mu yüz binlerce şaşılacak akıllar görür! Gerçi
uyumuştur, önceki ahvali unutmuştur... fakat hiç onu bu unutkanlık aleminde
bırakırlar mı ki? Yine o uykudan uyandırırlar; uyanınca kendi haline gülmeye
başlar... uykuda uğradığım o gam, e keder neydi... nasıl oldu da doğru düzen
halleri unuttum...
Nasıl oldu da o derdin, o
illetin rüyadan aldatıştan, hayalden ibaret olduğunu bilmedim der! Dünya da buna
benzer... adeta uyuyan kişinin gördüğü hayallerdir. Uyuyan sanır ki bu hayaller,
hakikattir ve sürüp gidecek! Fakat ansızın ecel sabahı geldi mi zan ve hile
karanlığından kurtulur. Yerini yurdunu görünce gamlanıp tasalandığına gülmeye
başlar. Uykuda gördüğün iyi ve kötü şeyler, mahşer gününde birer, birer zuhur
eder.
Bu alem uykusunda neler
yaptıysan uyanınca hepsini apaçık görürüsün de, anlarsın da rüya da bu kötü
işleri yaptın ama onlar geçip gitmedi; hepsinin bir tabiri var!
Ey esire sitem ve
cefalarda da bulunan, bu gülüş, düş yorma günün de ağlayıp feryat etmelidir.
Rüyadaki derdin, elemin, zari zari ağlayışın bil ki uyanınca neşeleneceğine
delalet eder.
Ey Yusuf’ların derisini
yırtan, bu derin uykudan uyanınca kurt olarak haşredilirsin! Huyların birer
birer kurt olur da kızgınlıkla uzuvlarını paralar senin. Kısastan sonra ölürsün
ama ölümünden sonra da o kan uyumaz... öldüm kurtuldum artık deme ha!
Bu şimdiki kısas, alemin
nizamı için düzendir... oradaki kısasa nispetle bir oyundan ibarettir. Onun için
Allah dünyaya oyun dedi... çünkü bu ceza, o cezaya karşı bir oyundur. Bu ceza,
savaşı ve fitneyi yatıştırmak içindir... o, adamı hadım etmektir; bu, sünnet
etmek!
Ey Musa, bu söze son
yoktur... kendine gel de o eşekleri bırak, otlasınlar. Otlasınlar da o güzelim
otlardan semirsinler... çünkü aklını başına al; bizim kızgın kurtlarımız var!
Kurtlarımızın feryatlarını biliriz... bu eşekleri onlara verir, onlara
yediririz. Dudaklarından çıkan o güzel nefesin kimyası, bu eşekleri adam etmek
istedi... sen lütfettin ihsanlarda bulundun da onları bir hayli çağırdın...
fakat o eşeklerin talihleri yok, kısmetleri değil! Artık nimet yorganını onların
üstüne ört de hemen gaflet uykusuna dalsınlar. Dalsınlar da bu gaflet uykusundan
sıçrayıp uyanınca bakıp görsünler ki mum sönmüş, saki gitmiş!
Onların azgınlıkları seni
şaşırttı ama onlar, ahirette de hasret şarabını içecekler... bu suretle
adaletimiz, dışarıya ayak basar, kendini gösteriri de kıyamette her kötü işe,
tam layık olan bir ceza verir. Apaçık görmedikleri padişah, daima gizli olarak
onlarla beraberdir. Hani akıl gibi... sen onu göremezsin ama o da seninle
beraberdir.
Sen onu göremezsin ama o,
seni sınamadadır, duruşunu, hareketini görür durur! Ne şaşılacak şeydir bu,
böyleyken sen, aklı yaratanın seninle oluşunu caiz görmezsin! İnsan akıldan
gaflet eder, kötü işlerde bulunur; sonra aklı, insanı kınamaya başlar! Sen
akıldan gafilsin ama o kınama, aklın varlığından değil midir ya?
Eğer aklın olmasaydı,
senden gaflet etseydi nasıl olur seni kınar, bu kınamayla sana sille vururdu?
Fakat senin nefsin, ondan gafil olmasaydı bu delilikte bulunur, bu pis işlere
girişir miydin? Şu halde aklın, bir usturlaba benzer... varlık güneşinin
yakınlığını onunla bilirsin! Aklının sana yakınlığı keyfiyete sığmaz... ne
sağdadır, ne solda... ne arttadır, ne önde! Aklın bile sana yakınlığı, aklın
bile sendeki varlığı keyfiyetsiz, anlatılmaz bir haldeyken ve o yolda akıldan
bahis bile edilemezken o padişahın, Allah’ın sana yakınlığı neden keyfiyetsiz
olmasın?
Parmağındaki hareket, ne
parmağının önündedir, ne ardında... ne sağındadır, ne solunda! Uyku ve ölüm
halinde o hareket parmağından gider... uyanıkken gelir. O hareket olmadıkça
parmağından bir fayda hasıl olmaz... peki ne yolla geliyor o hareket? Gözünün
nuru, gözbebeğindeki ışık, altı cihetten de gelmiyor... fakat ne yolla geliyor?
Taraf ve cihet halk alemindedir... emir ve sıfat alemini cihetsiz bil.
Güzelim bil ki emir
aleminde cihet yoktur... artık emir sahibi olan Allah, elbette büsbütün cihetten
münezzehtir. Aklın bile ciheti yok... elbette beyanı iyice bilen Allah akıldan
üstün akıldır, candan üstün can!
Hiçbir mahluk yoktur ki
onunla alakası olmasın... fakat babacığım, bu alaka, anlatılamaz,
keyfiyetsizdir. Çünkü ruhta ne ulaşma vardır, ne ayrılma, fakat zan, ayrılık ve
birlikten gayrı bir şey düşünemez! Bu buluşma, birleşme ve ayrılmadan gayrı bir
delilin izini bul... fakat iz izlemek, susuzu kandırmaz ki!
Aslıdan uzaksan birteviye
iz izle dur da erlik damarın seni vuslata eriştirsin! Akıl, bu alakaya nasıl yol
bulsun, bu alakayı nasıl anlasın... bu akıl, ayrılık ve buluşma alakalarına
bağlıdır. Mustafa, bunu için bize “Allah’ın zatından pek bahsetmeyin” diye
vasiyette bulundu.
Zaten Allah’ın zatını
düşünmek, hakikatte zatını düşünmek değildir ki! Çünkü düşünenin zannı ve
düşüncesi, ancak yolla taallük eder... o zan ve düşünceyle Allah arasındaysa yüz
binlerce perde vardır!
Herkes, bir perdeyle
kapanmış, ulaştım sanmıştır ama Allah sandığı, ancak kendi vehmidir. İşte
peygamber, bu yüzden o vehim sahibinin yanlışa düşüp de malihulyalara
kapılmaması için vehmini gidermiştir.
Çünkü onun vehminde ebedi
terk ediş vardır. Edepsizi de Allah baş aşağı eder. Baş aşağı oluş da şudur:
İnsan aşağılara gider durur da kendisini üstün sanır. Zaten sarhoşun yapacağı
şey budur: O, göğü yerden fark etmez.
Allah’ın şaşılacak
eserlerini düşünün... ululuğunu, büyüklüğünü görün de kendinizi kaybedin! İnsan
onun sanatına dalar da sakalını, bıyığını kaybederse haddini bilir, sanat
sahibini düşünmeden vazgeçer, sesini bile çıkarmaz!
Candan yürekten “Ben seni
övmem” sözünden başka bir şey söyleyemez...çünkü o bahis, zaten sayıdan, hadden
dışarıdır!
|