|
|
ADÂB-I FETHULLAH |
|
İçindekiler Giriş (Önsöz) Nakşibendi Tarikatı'nın Gayesi Hayvani ve İnsani Kalbin Gerçeği ve Teveccüh Konusu Rabıtanın Çeşitleri, Yararları ve Nasıl Yapılacağının Açıklanması Zikir Letaifler ve Zikir Nefy ve İsbat Zikri Nefy ve İsbat Zikrinin Rükünleri Mürşide Teslim Olmanın Dereceleri Müridin Mürşidiyle İlgili Dikkat Etmesi Gereken Edepler Müridin Diğer Müritler Yanındayken ve Yalnızken Dikkat Etmesi Gereken Edepler Mürit Topluca Şu Edeplere Uymalıdır Kamil ve Mükemmel Mürşidin Özellikleri Hüzün Açlık Tevazu |
Giriş (Önsöz) |
|
Velilerin kalplerini irfan nuru ile aydınlatan göğüslerini hikmetlerle süsleyen ve insanların onlardan faydalanmasını sağlayan Allah'a (c.c) hamd olsun. Fakir, zengin herkese gönderilen ve «İman Süreyya Yıldızı'na bağlansa bile Faris oğullarından bir kavim ona ulaşacaktır» buyuran Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimizin, alinin, ashabının üzerine sayısız salat, selam ve rahmet olsun. Onlar Allah'ın (c.c) ahlakıyla edeplendiler, yüce ahlaklarını pekiştirdiler ve doğru yolun isteklilerine hak yolu gösterdiler. Bundan sonra açıklayacağımız kutsal kelimelerdir; o kelimelerden yansıyan misk kokulu yararlı edeplerdir. Zira benim babamın temiz sinesinde yayılmıştı. Pederim, Efendim Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s) yüce bir şeyh idi. İrşad kutbuydu. Fitne ve fesadı engeller; ekmel ve apaçık şeriatı destekler, parlak Nakşibendi Tarikatı'nı ihya ederdi. Gerçek şudur ki, O zahiri ve Batıni ilmiyle yeryüzünü doldurmuştu. Bağlılarından büyük bir kesimi de her şeye kadir olan Allah-u Teâla'ya (c.c) kavuşturmuştu. O insanlık özelliklerinden sıyrılmış melekleşmişti. Babam aslen Mardinli Zuvli Tarikatı'nın kurucusu ve Hazreti Ömer (r.a)'in neslinden olan meşhur Şeyh Musa'nın soyundandır. Tarikatın güzellikleri ve gerçeklerin kokusu yayılan bu risalenin yayınlamasına aşırı dikkat ettim. Çünkü birçok meşhur kitapta bile bulunmayan ve öğrenilemeyen konular bu kitapta toplanmış ve açıklanmıştır. Yardımımız ve sığınağımız Allah Teala'dır (c.c); başarı da ancak O'ndandır, O'na tevekkül ederiz ve O'na dayanırız. Babam bu risaleyi, şeyhinin sağlığında ve O'nun emriyle, şeyhinin halifesi olan Erzincanlı Şeyh Muhammed Sami'ye yollamıştı. Söylenildiğine göre bu risale Şeyhi Piri Tahi'ye sunulmuş; o da : «Eğer bunu yazsaydım, bir iki kelime hariç aynısı olurdu» demişti. Son söz olarak bu risalenin Nakşibendi
Tarikatı'nda gerekli tüm kuralları kuşattığını söyleyebiliriz. [Şeyh Alaaddin
(k.s.)] |
| Nakşibendi Tarikatı'nın Gayesi |
|
Cemaliyle melekleri nurdan, Celaliyle iblisi ateşten,
insanı topraktan yaratıp ruh üfürüp emir aleminden latifeleri yerleştiren ve
sonra da Cemal ve Celal sıfatıyla ona tecelli eden Allah'ın
(c.c) yüce ismiyle başlarım. O, Rahman ismiyle bütün canlıları yaratıp bu
dünyada yaşatan; ahirette ise Rahim ismiyle sadece müminlere tecelli ederek
cennetine koyacak olandır. Tüm alemleri yoktan var eden; « El Berru» ismiyle
mahluklarını yetiştirip yaşatan ve kemâlata erdiren Rabb-u Teala'ya hamd
olsun. Bizi doğru yola ileten ve gerçek kemâlata erdiren O'dur. Özellikle
bizim hidayete ermemize sebep Efendimiz Hazreti Muhammed'in (S.A.V) ehli
beytinin ve ashabının üzerine salat, selam ve rahmet olsun.
Aksine felâket belâ ve ayrılık halinde daha fazla uyanık olur. Mürid sünnete uyarak bütün mekruh ve haramları hatta en iyi davranışın (hilaf-ı evlâ) dışındaki uygulamaları bile yapmaz; dinin emirlerini yerine getirir. Eskiden yapmış olduğu haram ve mekruhlardan veya yapmadığı dini emirler için istiğfar eder. Bunlar uyulması gereken önemli kurallardır.
|
|
Hayvani ve İnsani Kalbin Gerçeği ve Teveccüh
Konusunda Bilgi
İnsanda hayvani ve insani olmak üzere iki kalp vardır :
A) Hayvani Kalp : Yeri, sol memenin altında, üst tarafı büyük ve toplu, alt
tarafı küçük bir et parçasıdır. Benzeri hayvanlarda da olduğundan hayvani
kalp denmiştir.
B) İnsani Kalp : Emir aleminden gözle görülmeyen bir cevher (öz) olup ilk
yeri Arş'tır ve devamlı tecelli (bilinmezden gelen ilahi nurun belirmesi),
üstünlük kurma ve yetenek yeridir.
Oldukça geniş ve büyüktür. Hayvani kalbe yerleştirilmiştir. Gerçekte bu
kalp Arş'tan çok büyüktür. Kudsi Hadis diye bilinen sözde şöyle
buyurulmuştur. «Yer ve gök beni kuşatamaz; ancak mü'min kulumun kalbi Ben'i
kuşatır.» Bu, hadis değil tasavvuf ehli Şeyh Abdullah Tüsteri'nin ilham
yoluyla söylediği bir sözdür.
Uyanması istenen kalb bu insani kalbdir. Çünkü emir aleminde Allah-u Teala'nın
(c.c) tecellilerinin yeridir. Kuşatır (yesani) kelimesi Cenabı Hakk'ın
(c.c) Zat'ının değil tecellisinin kuşattığı anlamındadır. O'nun Ulu
Zatı bir yerde bulunmak ve kuşatılmaktan kesinlikle uzak ve yücedir.
İnsani kalbin uyanması ve gelişmesi için içtenlikle çok ibadet etmek; tam ve
zorlu çalışma gerekir. Bundan dolayı mürid insani kalbin yeri olan hayvani
kalbe devamlı yönelerek bakmakla emrolunmuştur. Bunu elde etmek için talip
şöyle düşünür:
Bu şekilde inanan mürid teveccühe oturarak üstadının gelerek kendisine
yönelmesini ve kalbini tedaviye başlamasını sabırsızlıkla bekler. Sanki bir
gözüyle kalbine, diğer gözüyle yardım dileyerek arzuyla üstadına bakar.
Teveccüh'te oturan kardeşlerini aracı ederek,
yalvararak yardım ister. Ondan yardım dilenmekten başka çaresi olmadığını
itiraf eder. Üstadının senini duyunca Mecnun'un Leyla'nın sesiyle sevindiği gibi sevincinden uçar ve haz
duyar. Korku ve ümit arasında bir duyguyla yardım dilemeyi artırır.
Korkmasının nedeni şimdiye kadar tüm işlerini Allah-u Teala'ya (c.c)
ısmarlamıştı, O'na dayanmıştı. Şimdi ise O'nun bir kulunun emri altındadır;
uygunsuz bir iş yaparsa durumu çok kötü olur. Çünkü Allah'ın (c.c) affetmesi
ile kulunun affetmesi aynı değildir.
Talip ümit yönüyle şu şekilde düşünür. Şimdiye kadar benim ruhum nefsimin
elinde köle idi, şimdi ise Allah'ın (c.c) bir velisinin yardımı ve etkisi
altındadır. Kötü ve çirkin nefs nerede, velinin yardımı nerede? İkisi
arasında çok fark vardır. Müridinin yarar görmesi için Teveccüh süresince Allah-u Teala'nın (c.c) rahmeti, nebilerin ve velilerin ruhları, melekler, Sahabe-i Kiram'ın yardımını hazırdır diye inanması gerekir.(1) Fakat bunların hepsi feyizden yararlandırma yetkisini üstada vermiştir.
O da bu feyzi ancak kabule uygun edep sahibine verir. Bu edep bedenin edebi,
kalbin gayreti, dikkati ve ruhun sevgisidir. Şüphe yok ki nefsi gaflette ve
bedeni edep dışında olan yarar göremez. Mürid bu konularda kendini kusurlu
görerek şöyle düşünür:
«Hastalık nedeniyle attar dükkanına (şifalı bitki ve güzel koku satılan
yere) gitmiş, parası olmadığı için derdine derman alamıyor; bari dükkânın
yanına bir yere oturayım, belki alışveriş yapanlar bana bir şeyler bağışlar,
ben de onunla iyileşirim.» İşte bu durumda olduğunu düşünen mürid, nefsini teveccühte hazır
olan herkesten aşağı bilmeli ve yok etmelidir.
Böylece güzel kokuları duyabilir. Üstadı hazır olunca daha fazla uyanmaya,
yalvarmaya başlar. Büyük devletin elinden kaçmaması için çabalar. Yarar
sağlamak için müridin korku, ümit, haz ve sevgi hallerinin artması
gerekir.
Teveccüh sırası kendisine geldiğinde, Üstadı nefes verdikçe feyz almak için
o nefesini içine çeker. Üstadın nefesini içine çektiğinde kalbindeki pası ve
karanlığı yok ettiğine inanır ve kendi de kalbindeki pası ve karanlığı
dışarı atmak için nefesini sağa ve sola doğru boşaltır. Üstadının nefes alıp
vermesiyle kalbindeki yaraların kapandığını, iyileştiğini ve kalbinin
beyazlaştığını düşünür. Üstadından ricada bulunarak bu durumu daha
fazlalaştırmasını ister. Teveccüh bitince, müridin içindeki
rahatsızlıklarının derecesi ortaya çıktığından rabıta anlatılır ve zikir
eğitimi yapılır. |
| Rabıtanın Çeşitleri, Yararları ve Nasıl Yapılacağının Açıklanması |
|
Rabıta'nın bir çok çeşidi vardır :
Fakat korku olursa rabıtayı bırakır. Eğer kendisinde herhangi bir hal
belirmezse mürit üstadından yardım istemeyi en büyük kazanç bilir. Çünkü
aciz ve cimri değildir. Fakat her şey Allah-u Teala'nın (c.c) ezeldeki
ilmine göre belirli bir zamanda olur, daha önce açığa bakmaz. Mürid nefsine
: « Büyüklere bağışlanan sevgi ve aşktan sana da pay verilir» diyerek
avutur. Nefsi inanmaz ve kendisine; «Sen kötü talihli ve yoksunsun» diyerek
karşı çıkarsa, mürit derhal Allah'a (c.c) sığınarak : « Nefsim kusur
sendedir» suçlamasıyla yalvarmalıdır.
Ayrıca nefsinin iyi işlerinden ve kemâliyetinden (olgunluğundan) Allah'a
(c.c) sığınmalıdır. Allah'ın ezelde kendisi hakkında iyilik ve yardımının
olduğunu; yüce hedef ve amaçların O'nun bağışlanmasıyla gerçekleşebileceğini
bilmelidir. Her türlü kemalatı (olgunluğu) O'ndan istemelidir. Mürit
yeteneğine güvenmemeli; yalnızca Allah'ın iyilik ve cömertliğini kendisi
için yeterli görmeli ve üstadının yardımını dileyerek kesinlikle kendisiyle
Allah-u Teâla (c.c) arasında aracı olduğuna inanır. Bu düşünce onun nefsini
tembellik ve ümitsizlikten kurtarır. Cenab-ı Hakk'ın (c.c) şu ayeti bunu
göstermektedir.
1) Hatme yapılırken rabıta : Hatme başlamadan önce hatmenin hoş geçmesi,
gönül rahatlığıyla yapılması ve mürşidinin orada hazır bulunması dilenir.
Böylece onun yardımıyla kalp huzuru elde edilir. Hatme duası okunurken
isimleri geçen tarikat büyüklerinin ruhaniyetleri hazırdır. Her biri kendine
uygun muhabbet (sevgi) , ma'rifet (Allah'ı (c.c) bilme), dünyayı terk
etme, sabır, sıkıntılara katlanma gibi kıymetli armağanlarla birlikte
gelirler. Bu armağanların dağıtılması üstad hatme yapılmasına aracı
olduğundan onun eliyle olur. Hatme yapılması müritlerin yararı içindir ve
onlar da bu armağanları ancak üstadlarından isterler.
2) Şekli (suri ) ve manevi rabıta : Müridin şeyhini gözünde canlandırarak
düşünmesidir. Sanki üstad karşısından oturmuş, yüzü ayın ondördü gibi nur
saçar. Oradan çıkan ışıklar müridin kalbine gelir, sonra da tüm bedenine
yayılır. Şekli rabıtanın diğer bir çeşidi de müridin mürşidini tüm bedenini
saran nurdan bir giysi gibi düşünmesidir. (Telebbüs -elbise- rabıtası )
Bu giysiden yayılan ışığın kalbine, diğer latifelerine ve sonra tüm bedenine
yayıldığını düşünür.
Bu Rabıtanın Çeşitleri :
Üstadın sözlü emirlerini o bulunmasa bile yerine getirmek; yasaklarından
sakınmak; hoşlanmadığı şeyleri bırakmaktır.
Üstadın her şeyi kuşattığını ve her şeyde tasarruf ettiğini
(etkileme
yetkisi verildiğini) düşünmek; üstadın kemalatının dışa vurduğunu açıkça
görmek.
Üstadını görmeyi ve onunla buluşmayı kalbi yanarak aşırı istemek. Onunla
ilgisi olan şeyleri (evladını, mallarını, evlerini, bağlılarını ve
hizmetçilerini) düşünmek. O'ndan ayrılmaktan üzülmek.
Bir günahtan kaçınırken, yolda yemek yerken, üstadını kendi ile birlikte
görmek. (bu durumda edebli olunmalıdır. )
Mürid uyurken, ayağını uzatırken ve abdest bozarken kıbleden sakındığı gibi
üstadının bulunduğu yönden de sakınmalıdır.
Üstadın bulunduğu yönü nurla kaplanmış, diğer yerleri karanlık görmek ve
şeyhinin bulunduğu yöne yönelmek.
Mürit bütün ibadetlerini hal ve hareketlerini tümüyle rabıta yapmalıdır.
Namazdan, uykudan, ders alma e vermeden önce rabıta yapmalıdır. Çünkü ki
rabıta arasında yapılan işler tamamen rabıtayla geçirilmiş olur.
Uyandıktan sonra üstadını başı ucunda düşünmek. Böylece yatarken , kalkarken
edebe uyulur.
Dost ve arkadaş toplantılarında, yemek davetlerinde mürşidinden öğrendiği
sohbetleri yaparsa maddi iştahtan önce manevi iştah elde edilir.
Müridin hanımı ile buluşmadan önce mürşidinin sohbetini yapması çok
yararlıdır. Buna özen gösterilmelidir. Bu sohbetten hanımında manevi şehvet
doğar, sonra ruhta manevi sevgi oluşur.
Müridin diğer alim ve şeyhlerin yanındayken ve özellikle kendi şeyhine karşı
iseler rabıtaya önem verir. Böylece onlar mürşidine olan sevgi ve ihlası
azaltıcı etkide bulunamazlar ve manevi halini ortadan kaldıramazlar.
Haset (çekememezlik) ve gıpta (imrenme)'yı önleyen
rabıta :Güzel binek, değerli yiyecek, şahane evler, yeşil ve etkileyici
yerleri gördüğünde mürit rabıta yaparak şu şekilde düşünür: «Keşke mürşidim
burada olsaydı şu su başında sohbet etseydi, ne güzel olurdu veya şu güzel
giysileri giyseydi, şu güzel binite binseydi, şu şahane köşkte otursaydı.»
Bu şekilde düşününce haset ve gıpta yerine sevgi doğar, insan günah
işlemekten kurtulur. Ayrıca bu durum nazara (göz değmesi) da engel olur.
Nimetler (iyilikler) karşısında rabıta : Üstadım bende bu nimetlerin
bulunmamasından dolayı zayıflık ve ümitsizlik gördü; Allah-u Teâla'ya (c.c)
yalvararak rica etti onun duası nedeniyle Cenabı Hak (c.c) bana bu nimeti
bağışladı. Bundan dolayı nimeti veren Allah-u Teâla'ya ve aracı olan
üstadıma teşekkür etmem gerekir.
Musibet (bela) anında rabıta : « Üstadım bende kibir, kendini beğenme, şımarıklık ve dünyaya düşkünlük gördü. Nefsimdeki bu kötülüklerin gitmesi için Allah-u Teala'ya (c.c) yalvardı, rica etti. Cenab-ı Hakk da (c.c) bana bu musibeti verdi. Çünkü; «
Allah-u Teala'nın (c.c) rahmeti, kalpleri
kırık olanların yanındadır.» Hadisi şerifine göre: « Bu musibet benim için
esasta en büyük iyiliktir. Bu bela nedeniyle gaflet ve kendimi beğenmekten
kurtulur, uyanık olurum. Bundan dolayı Allah-u Teâla (c.c) ve üstadıma
teşekkür etmeliyim» diye düşünür.
|
|
Zikir iki çeşittir :
2. Nefy-u İsbat (Kelime-i Tevhit ) zikri.
Yirmi beş kez diliyle « Estağfirullah» der. Sonra sekiz adet Fatiha'yı
okuyarak Sadatlara hediye eder. Daha sonra mürşidine rabıta yaparak kalp
huzuruyla zikr etmek için yardım ister. En sonunda ağzını kapatır, dilini
damağına yapıştırarak Allah, Allah diye virdini çekmeye başlar. Her yüz adet
bitince diliyle bir kez «İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi» Allah'tan
başka gayesi olduğu için de kendini bu konuda yalancı görür.
Çünkü gerek zikir etmede, gerek başka gayesi olmadığını söylemede samimi
değildir. Bu duruma üzülür ve gayesinin düzgün olması için üstadına
yalvarır. Zikri bitinceye kadar bu şekilde devam eder.
Bitirince de «Görevimi gafletle yaptım. Gafletle yaptığım zikir günah
işlemek gibidir» der ve yaptığı ibadeti Cenab-ı Hakk'a (c.c) yaraşır
bulmayarak yeniden yirmi beş kez « Estağfirullah» çeker. Bu istiğfarı oruç,
namaz, Kur'an-ı Kerim okumak ve okutmak, farz veya nafile ibadetler gibi
hayır işlerinin başında ve sonunda devamlı yapar.
Celal zikri konusunda Sadat-ı Kiram şunları söylemişlerdir : Alalh
(c.c)
kelimesinin kalbinde nurla yazılı olarak düşünmek; sözsüz sadece kalbden
anlamını söylemek; sürekli kalbden anlamını söylemek; sürekli kalbden Allah
(c.c) sözünü geçirmek; anlamını düşünmeden sadece sözü kalben söylemek veya
kalben hem anlamı hem de sözü devamlı anmak. Bunların en güzeli
sonuncusudur.
Kitap ezberleyen öğrenci gibi, önce Cenab-ı Hakk'ın
(c.c) huzurunda bulunma düşüncesine kendini alıştırır, sonra da kalbini O
yüce zikre bağlar. Bu şekilde zikir yapmak sevap kazanıp, cezayı gidermek
için değil; esas amaç olan murakabeyi (Alalh-u Teala'nın (c.c) huzurunda olma) elde etmek
içindir. Gerçekten de zikrin bu türü çok güzeldir ve hızla murakabenin
kazanılmasına neden olur.
Zikir ederken gaflet ve kuruntu (vesvese) olursa bunları kovmakla
uğraşmamak gerekir. Çünkü bunlardan kurtulmak çok zor ve karışıktır. Zikir
yapan sıkılmamalı, kızmamalı, belki de bunlar yaptığım zikirden dolayı
oluyor diye düşünerek kalbinin zikrini izlemelidir.
Bu şekilde zikirden hoşlanır. Allah'u Teala (c.c) bir kulunun kalbinin
uyanmasını ve gönlünün huzura kavuşmasını dilerse ona bir takım belirtiler
gösterir. Bu belirtilerden en açık olanları; nefsin kötü tutkularından ve
arzularından kaçınma ile haram ve mekruhlardan sakınmadır. Bunlar görülünce
latifelerle Zikir etmenin zamanının geldiği anlaşılır. Latifelerin
makamlarının (yerlerini) anlatmak uzun uzadıya açıklamayı gerektirdiğinden
dikkatlice okumalı ve anlamaya çalışmalıdır.
|
| Letaifler ve Zikir |
|
Latifelerin Açıklanması ve Zikri
:
Emir alemi arşın üstündedir; görüntü ve madde olmaksızın Allahu Teala'nın
(c.c) emriyle yaratılmıştır.
Alem-i mülk, alem-i halk denen madde alemi ise arşın altında hava küresine
kadar olup beş duyu ile anlaşılabilir.
Emirler aleminden olan beş latifeden biri insani kalb'dir. Madde aleminde
yer, insanın sol memesinin dört parmak altındadır. İkincisi insani ruh olup
sağ memenin dört parmak altındadır. Üçüncü sır'dır ve sol memenin iki parmak
üstündedir. Dördüncüsü hafa ismini alır, sağ memenin iki parmak üstündedir.
Beşincisi boyun çukurunun iki parmak altında bulunan ahfa'dır. Bu latifeler
İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretlerinin buyurduğu gibi nurdan yaratılmıştır.
Bunların varlığını keşif sahipleri de söylemektedir. Çünkü bu latifeler esas
yerlerine döndükten sonra yerleri boş olarak görülmektedir.
Gerçekten Allah-u Teâla (c.c) bu latifelere kendi Rabbani kemalatından
kemaliyet (olgunluk) ve yetenek vermiştir. Bunlar emir aleminden madde
alemine taşındıktan sonra, insan bedenine konulurken, nefis onların
nurlarını karartmış, kemalat ve yeteneğini de eksiltmiştir. Allah-u Teala'nın
(c.c) latiflere verdiği kemâlat şu şekildedir:
Kalb için zati tecelli ve huzuru yaratmıştır.
Ruh için zati sevgi ve cezbeyi yaratmıştır.
Sır için zati vahdeti (Cenab-ı Hakk'ı (c.c) bir bilmek) yaratmıştır.
Hafa için istiğrak'ı ahfa için izmihlal'i yaratmıştır.
İstiğrak : Duygularla ve düşünceyle anlaşabilen tüm varlıkları,
dağılmaksızın Allah-u Teala'nın (c.c) Zati tecellisine batmış olarak; O'nun
yüce zatını ise bütün yaratılanı kuşatmış olarak görmek ve anlamaktır. Suya
dalmış kişinin su, suyunda o kişi olmadığı gibi, suya dalan kişi dalışının
derinliğinde görülmez. İstiğrak halinde kul kuldur, Rabb de Rabb'dır. Yani
istiğrak halinde Allah-u Teâla (c.c) gerçekten değil de, belirme ve ululuk
yönünden tüm varlıkları kuşatmış olarak algılanır.
İzmihlal (Kaybolma, dağılma) : Tüm eşyayı Allah-u Teala'nın
(c.c) ilahi
varlığında dağılmış ve yok olmuş olarak görmektir. Bu suyun sütün içinde
kaybolduğu gibidir. Fakat bu da gerçek birleşme değildir. Zira yaratılanla
yüce yaratıcısının birleşmesine inanmak açıkça küfürdür. Allah-u Teala'nın
(c.c) varlığı kuvvetlidir, hükümrandır, mutlaktır ve yaratılanların varlığı
esastır.
Latifeler insan bedeniyle birleşince, nefs emirler aleminden olan beş
latifeyi karartmış nurlarını söndürmüş ve feyz alma kapısını kapatmıştır.
Bu kötü olay şunlara neden olmuştur :
Kalbin zati sevgisi ve huzuru dünya sevgisine, huzuruna ve olaylara bağlı
kalmaya dönüştü.
Ruhun zati sevgisi dünya sevgisi ve nefsin hırslarına dönüştü.
Sırrın vahdeti (birlik duygusu) nefsin kendini tek varlık olarak görmesine
dönüştü.
Hafa'nın istiğrakı dünyanın hazlarına dalmaya dönüştü.
Ahfa'nın izmihlali ise dünya hırsına dalmaya ve dünya uğruna kendini yok
etme durumuna dönüştü.
Bunların sonucunda nefis kendi isteklerinden başka tüm kemalatları unutulmuş
ve umursamaz olmuş; sadece kendini görür hale gelmiştir.
Madde aleminde olan beş latifenin temel özelliği eksiklik; karanlık ve
kusurdur. Dört unsur (elaman) toprak, su, ateş ve hava ile nefsi emareden
oluşan bu beş latifenin özellikleri şunlardır : Toprak elemanlarının eksik yanı ibadetlere ilgisizlik, emirlere uymamak,
yasakları yapmaktır.
Su elemanının eksik yanı nifak (iki yüzlülük) tır. Bu suyun bulunduğu kabın
rengi ve şeklini alması gibidir. İyi kişiler yanında iyi, kötü kişiler
yanında kötü olur.
Ateş elemanın eksik yanı nefsi sevmek ve onun uğruna kızmaktır. Bundan da
çekememezlik, hırs ve şehvet ateşi doğar.
Hava elemanının eksikliği kibirdir. Bu da tüm yaratıklardan kendini üstün
görerek Hakk'a sırtını dönmektir.
Nefsi emmarenin eksiği ise Allah (c.c) korusun- ilahlık iddiasıdır.
(Nefsin
Tanrı olduğunu ileri sürmesidir.)
Cenab-ı Hakk (c.c) bir kulunu doğru yola getirmeye dilerse kerem ve
iyiliğinden cezbe verir ya da razı olduğu işler yaptırır; bundan da yine
cezbe doğar. Cezbeden başka, kulunu nefis kemalata ermiş ve başkalarını
kemale erdirebilen bir mürşidi kamille karşılaştırır; bu zatta onu
olgunlaştırarak gerçeğe erdirir. Bu mürşidi kamil latifelerin üzerindeki
kötü etkisi kaybolur. Latifeler asıl makamlarına dönmeyi isterler ve sonuçta
ilk kemallerine kavuşurlar. Bu kavuşma yüce bir yolculukla olur: Yeryüzünden
kalbin makamı olan arş'ın dış yüzüne kadar dokuz bin yıldır. Kalbin
makamından emir alemindeki ruhun makamına kadar dokuz bin yıllık uzaklık
vardır. Böylece her makam arası dokuz bin yıl olduğuna göre yeryüzü ile ahfa
latifesinin makamı arası kırk beş bin yıllık uzaklıktadır.
Ahfa latifesini makamı emir (melekut) aleminin sonudur. Daha sonra
latifeler emirler aleminden Allah (c.c) sıfatlarına doğru yükselme başlar.
Çünkü sıfatlar alemi emirler aleminin aslının aslıdır. Sonra sıfatlar
aleminde isimler alemine sonra şuun (olaylar) alemine, oradan da ilahi
zat'a yükselirler. Ancak sıfata kadar makamla ondan sonrasına da hal ile
yükselme gerçekleşir. Makamla yükselme süreklidir ve kişiliğe mal olmuştur;
sabit ve değişmeyerek devam eder. Hal ise bunun tersinedir, gelip geçici bir
durumdur, kişilik yapısına mal olmuştur.
Latifeler makam ve kemallerine (asıl yerlerine ) vardıkları zaman kalbin
kemali olan tam huzur; ruhun kemali olan tam cezbe; sırrın kemali olan tam
birlik (vahdet); hafa'nın kemali olan tam yokluk (benlikten arınma) ve ahfa'nın kemali olan tam izmihlal
(ilahi varlıkta kaybolma) kendiliğinden
gerçekleşir. Bazen bu latifeler asıl yerlerine vardıkları halde mürit bunu
bilmez ve yorgunluğunu anlamaz. Fakat bu varışın belirtileri vardır ve
bunlar Nakşibendi kitaplarında etraflıca açıklanmıştır.
Bazen latifelerin bir kısmı ilerler, diğer kısmı ilerlemez.Yalnızca tam
cezbe veya cezbe olmaksızın tam huzur olabilir. Buna seyr-i fillah (Allah'ta (c.c) ilerleme), seyr-i ulvi
(yüce ilerleme ), seyr-i cezbe (cezbe de ilerleme) ve seyr-i afaki (ufuklarda ilerleme) denilir. Bu durumda
birçok kez mürid sahiv (ayıklık) için mahiv (yok olma) olur. Hatta
kendisine görülenlerin ve hallerinin artışından dolayı kalbini ileri
derecede gayesine bağlayan mürit dünya ve ahiretle ilgili işlerini unutur.
Bu durumda nefy ve isbat zikrinin zamanı gelmiş demektir.
|
|
Kötü arzuları nefyetmek
(kovmak, gidermek) gayesiyle mürit şuhuda (görüntü, zuhurdan zuhura -türeme, ortaya çıkma-) iletilir. Buradaki şuhud ve
zuhurun hepsi velayet-i suğra, - küçük velilik- makamından sayılmaktadır. Bu
velilik kulluğu ve nefsin hastalıklarını bilme makamıdır. Bu makamda nefis
sakin ve mutmain (gönül doygunluğu) gibi görülse de, emirlere uyma ve
yasaklardan sakınma hali, hatta nefsin arzularının azalması onun
özelliğinden değil, alışkanlık kazanmış olmasındandır. Alışkanlıktan dolayı
da emirlere uyma ve yasaktan kaçma istenilen amaca uygun değildir.
Cenab-ı Hakk (c.c) bir kulunu merdiye makamına kavuşturmayı, marifetine
erdirmeyi, seyr-i enfusi (mana seyri) ve kulluğuyla şereflendirmeyi
dilerse, ona Vahdet makamında azamet (büyüklük) ve Celalini (ululuğunu )
gösterir. Bunun yanında Allahu Teâla (c.c) kulunun nefsine ; « Topraktan
yaratılan kul nerede, Alemlerin Rabbi nerede» diye bildirir. Kul bir bakar
ve Alemlerin Rabbi'yle çirkin ve kötü nefsi arasına hiçbir ilgi olmadığını
anlar.
İlahi sevgi, yakınlık ve dostluk davalarının yalandan ibaret olduğunu görür.
Perişan ve pişmanlıkla nefsini hastalıklardan temizlemek için döner. Buna
ikilik makamı denir. Burada müridin latifeleri döner fakat kalbi oraya bağlı
kalır ve oranın sevgisini unutmaz. Huzura kavuşan kul sanki iki kişi olmuş
gibidir.
Birincisi ilahi huzurda yakınlık, dostluk ve sevgi davasında kalır, ikincisi
ise nefsini temizlemek ve kulların işlerini görmek için geri dönmüştür.
Mürid geri döndükten sonra madde alemindeki latifeleri, emirler alemindeki
latifelerinin nurlarının yansıması ve etkisiyle değişime uğrayarak
başkalaşır. Her latifenin eksik yanı kendisine uygun özelliğe dönüşerek
nurlanır :
Toprağın eksikliği olan ibadetlere , emirlere karşı ilgisizlik ve tembellik,
yumuşak huyluluğa ve insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaya dönülür.
Suyun eksikliği olan nifak (ikiyüzlülük), Sıbğatullah (Allah-u Teala'nın
(c.c) boyasıyla boyanmak) rengine dönüşür. Kul Allah-u Teala'nın (c.c)
ahlakıyla ahlaklanır, onun boyasıyla boyanır onun boyasıyla boyanan kişi de
Cenab-ı Hakk'ın (c.c) rızasından başka hiçbir şey bulunmaz. Her gördüğü
veya birlikte bulunduğu kimsede Hakk'ın Kemal ve Cemal'ini görür. Çünkü
Allah-u Teala kemal veya cemal bulunmayan hiçbir yaratık yaratmamıştır.
Hatta kafirler ve yılan gibi vahşi hayvanlar da bile bu kemaliyet ve cemaliyet
gözlenir.
Ateş'in eksikliği olan öfke ve nefse düşkünlük; şer'i şerife uyma ve ilahi
aşka dönüşür. Cenab-ı Hakk'ın (c.c) haram ettikleri yenilip içilince
öfkelenerek karşı çıkar.
Hava'nın eksikliği olan kibir ve kullara karşı büyüklenme hali; halkı
sevmeye ve alçak gönüllülüğe dönüşür. Kendinin yaratıklara ihtiyacı
olmadığını anlar ve isteklerini Rabb'inden başka hiç kimseye bildirmez.
İslamiyet izin verirse kafir de olsa herkesin isteklerini karşılar ve hizmet
eder.
Özetle, emir alemindeki latifeler asli yerlerine yükselip, madde alemindeki
beş unsurun eksiklik ve arzuları değişince, insana hakim olan nefis
terkedilmiş ve hizmetçisiz kalır. Her iki latife grubu da nefse karşı gelir
ve nefis işlerini sürdürecek nurani veya zulmani bir araç bulamaz. Bu
durumda kendi de ister istemez nurani latifelere uyar, onların isteklerine
boyun eğer. İşte bu radiye ve merdiye makamıdır. Artık nefis bu makamda
kalır. Latifelerin hoşlanmadığı tüm şeylerden ve kötü ahlaktan yüz çevirir.
Nefsi arzularını İslamiyet'in sınırları içerisinde yerine getirir. Mesela
kendini ve eşini haramdan korumak ve çoğalmak amacıyla evlenir. Şehvet , haz
gayesiyle değil. Allah'u Teala'nın emrine uymak ve ibadet için yer içer ve
uyur. Kısaca tüm hareketlerini İslamiyet'e uygun ve iyi niyetle yapar. Nefis
istek ve arzularını İslamiyet'e göre yaptığı için nurani latifeler tekrar
onun emrine girerek hizmet ederler. Bu makama ri'cat (dönüş) makamı denir.
Radiye ve merdiye makamından dönüş yapanlar iki kısımdır :
1- Birinci kısmı enbiyada olduğu gibi yalnız kendi nefsi için döner.
2- İkinci kısmı ise Resullerde olduğu gibi yalnızca kendi nefsi için değil
halkı irşad ve davet etmek için dönerler. Bunlar da iki kısımdır :
A) Bazılarında cezbe ateşi ve kararsızlık bitmiş olur. İkinci kez yükselmeye
istekleri kalmaz. Bunlar kendi nefislerinde kusur görürler ve onlarla
uğraşırlar ve hallerini bulanıklıktan tamamen temizlerler. Böylelerinin
tarikatları sağlam ve irşadları da kuvvetli olur.
B) Diğer bir kısmının cezbe ateşi sönmez; suri ve manevi tecellilere, visal
(kavuşma) ve vahdete yönelirler. Şiddetli bir istek nedeniyle ikinci bir kez seyire
(yükselişe) başlarlar. Bu yükselişe seyri uryani (yalın yükselme)
denir. Bunlar kendi nefislerinde kavuşmaya araç olan hiçbir ibadeti ve kemaliyeti görmezler. Tersine kavuşmalarını, yalnızca Cenab-ı Hakk'ın (c.c) fazl-u
keremi'nden görürler. Bu makam en yüce, en şerefli ve en güzel
makamdır. Ancak bu makamda telvin (boyanma) ve terbiyeyi bıraktığı ve
nefsini unuttuğu için bulanıktan kurtulamaz. Kendini saflaştırsa ancak
temkin makamına kavuşur. Bu iki makamı birlikte elde edenler kibrit-i ahmer'den
daha kıymetli ve nadirdir.
Sadat-ı Kiram'dan Hace Alaaddin Atar (k.s) ve bazıları yeni tarikata
girenlere gaflet, vesvese ve kuruntuları önlemek gayesiyle nefy ve ispat
zikrini, ism-i celal zikri gibi vermişlerdir. Bunlar masivatı (Allah-u Teala'nın
(c.c) dışındakiler) yok etmek için « La maksude illallah»
(Allah'tan (c.c) başka gaye yoktur) anlamını kasdettiler. Gavs-ı Azam
Seyyid Sıbğatullah Arvasi gibiler kalbin saflaşması için başlangıçta nefy ve
ispat zikrini; daha sonra kalbin toparlanması için de ismi celal ve
latifeler zikrini vermişlerdir, zira bu ikisi murakabeye girmek için daha
kuvvetli araçtır. Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s) ise bazen zikir olmaksızın
nefesin göbek altında tutulmasını emrederdi. Böyle yaparak içerden zulmet (kalp karanlığı) çıkarıldığını söylerdi.
Özetlemek gerekirse; bazıları kalbi genişletmek amacıyla tam sahivi
(tam
uyanıklığı) seçerek nefy ve ispat zikrini; diğer bazıları da cemiyeti (toplanmayı) çabuklaştırmak için celal zikrini tercih ettiler. Başka sadatlar
ise, hem cemiyeti çabuklaştırmak, hem de tam sahivi elde etmek için her iki
zikri birlikte yaptırdılar. Bu açıklamalar tarikata yeni başlayanlar
içindir.
Velayet-i Kübra sahipleri ise hayalleri kovmak, şehvetleri de engellemek
için belirli zamanların dışında nefy ve ispat zikrine devam etmeyi arzu
ettiler. Belirli zamanlarda yapılan zikrin onların şanına yakışan anlamını
düşünerek dil ile tehlildir (La ilahe illallah ) şeriatın emrettiği
zikirlerin hepsi dil ile yapılır.
|
|
Nefy ve ispat zikrinin dört rüknü vardır :
1- La İlahe İllallah
2- Muhammedün Resulullah.
3- Bu ikisinin anlamlarını düşünme.
4- Nefesi bırakırken kalben « İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi»
demektir.
Nefy ve ispat zikrinin dört şartı vardır :
1- Göbekten alnın üst tarafına doğru uzanan ve seyf (kılıç) denen kalın ve
dik çizgidir.
2- Alnın üst tarafından sağ kulağın arkasından geçerek sağ omuza, oradan da
kalbe gelen mükennis (temizleyici) isimli çizgiyi düşünmektir.
3- Nefesi tutmaktır.
4- Tekliktir. Hem nefesi hem de bir nefesteki zikir sayısını tek yapmaktır.
Nefy ve İsbat'ın edepleri de beş tanedir :
1- Çizginin deri ve et arasında
2- Beyaz ve saydam olarak düşünülmesidir.
3- Çizginin göbekten göğse, oradan boğaza, sonra çeneye çıkmasıdır.
4- Vücudun hiçbir organının kıpırdamamasıdır.
5- Kalbe Allah kelimesini şiddetle vurarak girdirmek ve vuruş anında kalbin bundan etkilenmesini sağlamaktır.
Nakşibendi Tarikatı'nda En Önemli Şey İtikadı Ehl-i Sünnet'e Göre Düzelmek
ve Dört Hak Mezhepten Birine Uymaktır
Şah-ı Nakşibendi Hazretleri'nin (k.s) açıkladığına göre en önemli nokta
dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır. Kemal
derecesine varmak için tek başına bunun yeterli olabileceğini söylediler.
Bunu sağlamak için Ruhsat ve bid'atlerden sakınmak, tüm vacipleri tam
olarak yapmak, mekruh ve haramlardan kaçınmak gerekir.
Hatta hilaf-ı evla (en iyinin dışında ) ve tenzihi (hafif) mekruhlar bile nisbet ve huzuru elde etmeye engeldir, diye buyurmuşlardır. Zira bu yüce
tarikatın temeli ilahi sevgi ve gayrettir. Bu sevginin ve gayretin aşırı
olması sonucu insan kendisi için iyi olanı göremez, dinin dışına çıkar,
fitneye düşer, yersiz sözler, saçmalıklar ve şatahat (kendinde olmadan
söylenen) sözleri söyler.
Sekir (kendinden geçme) ve nefsi görmemek hali kişiye dinin temel
kurallarını unutturur, fitneye düşürür. Halbuki şer'i şerifin dışına çıkma
sevgi ve gayrete engeldir. Bundan dolayı emaneti (muhabbet ve gayreti)
yüklenmekten yerler, gökler ve dağlar korktular. Hatta yaratılanların en
şereflisi olan Peygamberimiz (s.a.v) muhabbet fitnesinden Allahu Teâla'ya
sığınmıştı. Nitekim Efendimiz Hafız Şirazi (k.s) bu inceliği şöyle
belirtmişti: « Gerçek şudur ki, başlangıçta sevgi ve aşk kolayca ortaya
çıkmamıştı. Tersine, sonradan birçok sıkıntı ve zorluklara katlanmakla
ortaya çıkmıştı. »
Çoğu zaman sevgi uygunsuz , hatta çirkin söz ve hareketlerin ortaya
çıkmasına; ehli sünnet inancına zıt görüşlerin doğmasına neden olur.
Cahillerin çoğu, hallerine kendi vicdanlarını şahit gösterir ve şöyle derler:
« Biz Allah ve Resulüne yakınız, durumumuzda kuvvetli bir nispet görüyoruz!»
Aksine vicdanları kendilerini Allah (c.c) ve Resulünden uzaklaştırır ve
yakınlık zannettikleri durum uzaklaşma nedeni olur.
Keşke onlar vicdanlarını Peygamberimize bıraksalardı ve cezbelerini şeriat
sınırında tutsalar ve ibadetlerini ona uygun işleselerdi. Çünkü cezbe
şeriata zıt ise o cezbe sahibini hata yapmaya yönelir. Gerçekten şeriata
uygun olmayan cezbeye sahip olduğuna inanan kişiyi doğru yola döndürmek, yüz
tane gafil kişiyi doğru yola getirmekten daha güçtür.
Kendisi tarikatta bulunurken ve başkasına yol gösterirken vicdanını işe
karıştırmaktan son derece sakınmak gerekir. Şeriatın açık kuralları bunun
dışındadır. Kendi düşüncesine göre davranarak bir haramı veya mekruhu
işlemenin dinimizde yeri yoktur.
Niyeti ciddi ve arzusu gerçek olan Nakşibendi Tarikatı isteklisinin inancını
Ehli Sünnet görüşüne göre düzeltmesi gerekir. Ehli Sünnet itikadının
imamları Şeyh Ebu Hasan Eş'ari ve İmam Ebu Mansur Maturidi'dir. Dinin ileri
gelenleri çok önemsiz kısımlarda onlardan ayrı karar vermişlerdir. Bu
kısımların dışındaki konularda, kimin düşüncesi bu iki imamın düşüncelerine
zıtsa ona uyulmaz ve bu iki imamın kuralları, yöntemleri ve koydukları
esaslar dışında düşünce ileri süren arif, tasavvufçu, tefsirci, hadisçi gibi
fıkıh alimi olmayanların içtihadıyla hareket edilmez. Bu iki imam itikad
konusunda tüm Ümmeti Muhammed tarafından tam ve yetkili kabul edilmiştir.
Yine bu ümmet, keşifte bulunanların keşiflerini, hata yapılabilecek konuları
ve ayet ve hadisleri tevil eden (kendine göre yorumlayan) tasavvufçuların
görüşlerini benimsememiştir. Çünkü bu tasavvufçuların tüm delilleri hata
veya gerçek olabilecek ve dinen uyulması zorunlu olmayan keşiflerdir. Hatta
tasavvufçular keşfe güvenilemeyeceğini belirterek bu konuda hiç kimseden
çekinmeden, utanmadan bizi uyarmaktan kaçınmamışlardır. Zira bu zatların
amaçları Allah-u Teala'nın (c.c) hoşnutluğunu kazanmaktır. Allah-u Teâla
(c.c) onları insanlara yol gösterici olarak yaratmıştır. Onlar Allah'tan
(c.c) korkarlar, sapıklıktan ve bozgunculuktan sakınırlar. Allah (c.c)
onların sırlarını yüce kılsın, iyilikle ödüllendirsin.
Allah-u Teâla (c.c) kuralları arasında paylaştırdığından, her ilim onu iyi
bilen kişiden öğrenilmelidir. Fıkıh ilmi fakihten, İtikat ilmi akaid
alimlerinden, tasavvuf ilmi de mutasavvıftan elde edilir. Kendi dalının
dışında ilim belirtenin ilmi geçerli değildir. Mesela İbn-i Hacer Heytemi
tecvid ilminde İmam Cezeri'yi babası Şeyh Muhammed Cüveyni'den daha çok
benimsemişti. Halbuki kendisi ve babası hakkında; « Eğer bu zamanda bir nebi
olsaydı bunlar olurlardı» denilmişti. Fakat o : « İnci ve mücevher
satıcılarında boncuk bulunmaz» diyerek bu durumu açıklamıştır.
Mürit itikat bilgilerini düzelttikten sonra, ikinci olarak dört mezhepten
birisinin fıkıh bilgileri ile ibadetlerini yapmaya çalışır ki bu tarikatın
temel kurallarındandır. Talip uymuş olduğu mezhebin en seçkin görüşünü
benimsemelidir. Zira mezhepte de tam doğru olmayan görüşlere uymaya bile
izin verilmemiştir, nerede kaldı ki zayıf bir görüş kabul edilsin.
İtikat düzeltildikten sonra, mezhebe göre ibadetlerini yapma işi
gerçekleştikten sonra mürit kalp temizliğine başlar. Zikir ve rabıtanın
birisi veya her ikisi aracılığıyla ihlas ve ilahi sevgi kazanılarak bir
temizleme işi gerçekleşebilir. Bu sırada kalpte herhangi bir hal veya cezbe
ortaya çıkarsa, onun itikat ve şeriata uyup uymadığına bakar. Eğer bunlara
uygunsa devam eder, aksi durumda bırakır. Ayrıca oluşan halden istiğfar
eder. İtikad ve fıkıh ilmine aykırı olanın nefis ve şeytandan gelen istidrac
(kandırma) olduğuna karar verir ve bu halin Allah'tan (c.c) uzaklaştırıcı
olduğunu bilir. Kıysa ve içtihad kapısı kapanmıştır. Bundan dolayı şeriata
zıt inanç, cezbe, hal ve keşfin doğru olduğuna bin melek gelip şahitlik etse
bile kıyas yapma ve keşfi tevil etme yorumlamaya yeltenmemek gerekir.
Şeriata ters haller uzaklaştırıcıdır ve ilahi huzurdan kovulmaya neden olur.
Kabul edilecek görüşler müctehidlerin düşünceleridir. Halbuki biz müctehid
değiliz, yorum ve kıyas yapamayız. Nitekim İbnu Salah ve İmam-ı Nevevi
İctihadın Hicri Dördüncü yüzyıldan sonra bittiğini bildirdiler. Ayrıca
şeytan da akli kıyastan dolayı lanetlenmiştir. Başkaları hakkında ise husn-i
zanda bulunarak iyi yorumda bulunmamız emredilmiştir. Kendi nefsimizi de
bütün yaptığımız işlerden eleştirmemiz gerekir, bilhassa yasaklarda taviz
veremeyiz.
Sadat-ı Kiram ruhsatlardan ve hasene (iyi) de olsa bid'atlardan sakınarak
vicdanlarına göre davranmadılar. Şah-ı Nakşibendi, tarikatın sohbet,
azimetle ibadet etmek, bid'at ve ruhsatlardan kaçınmak olduğunu söylemiştir.
Ruhsatın anlamı en iyinin karşıtıdır Necasetlerden affedebilecek miktar
hariç; söz birliği olan ruhsatlardan dahi büyükler çekinmiştir. Çünkü
ruhsatlar nefsin rahat etmesi içindir. Necaset konusunda ise aşırı azimete
sarılmak vesveseyi çoğaltır. Onun için sadece bu konuda ruhsata uymaya izin
verilmiştir.
Bid'at ise Ashab-ı Kiram zamanında görülmeyen, müctehidlerin kıyasta
belirtmedikleri ve ümmetin söz birliği etmediği şeylerdir.
Ümmetin söz birliği ettiği şeyler medreselerin, minarelerin ve tekkelerin
yapılması, eser yazmak gibi konulardır. Sadatın belirttiği özel edepler,
nefy ve ispat, Celal zikri, teveccüh, hatme ve tarikatın kuralları da bid'at
değildir. Sadatlar inkar ve karşı çıkılmaksızın bunları devam
ettirmişlerdir. Devam etmesi doğruluğunu göstermektedir. Ayrıca biz
kanıtlarını bilmesek de onlar için iyi zanda bulunmaya mecburuz.
İmam-ı Rabbani Hazretleri'nin Mektubat'ında bildirdiği gibi örf ve adete
bağlı bid'atlerin bırakılması iyiyse de feraciye, aba, hırka, şalvar gibi
giysilerin kullanılması ve kaşıkla yemek yemek bid'atlerin dışındadır. Çünkü
bunlar örf ve adete bağlıdır, sakınmak gerekmez.
Bid'at yapılırken ve yakınlığa neden olacak yerlerde söz konusudur. Mesela
namaz tesbihlerini taş veya tesbihle çekmek bid'attır. İbnu Hacer Heyteni
Fethul Mübir adlı eserde bunu açıklamıştır. Yine kitap ve sünnette olmayan
zikri ve duaları kişinin kendi belirlediği zamanlarda okuması; velilerin
eşiğini öpmek, dinde olmayan şeylere inanmak, sofilerin raks ve bazı
hareketler yaparak Allah'a (c.c) yakınlık iddia etmeleri, bazı ağaçların,
taşların kutsal olduğuna inanmak ve bunlardan yardım umarak ziyaret etmek,
bazı kişilerin ihtiyaç giderdiğine inanarak onlara gitmek hep bid'attır.
İbnu Hacer bunların hepsini açıklamıştır.
Yorumu (tevili) olsa bile bazı cahil sofilerin şeriata aykırı sözleri de bid'attır. Halbuki Nakşibendi Tarikatı'nın şeriata aykırı hiçbir şeye izin
vermediğini İmam-ı Rabbani Hazretleri açıklamıştır. Cahil sofilerin: « Sen
bunu bize verdin; sen bizden şunu aldın, şu belayı bize kaldırdın; sen bizim
dünyamızın ve dinimizin sahibisin» gibi sözleri her ne kadar aracı olmakla
yorumlanabilirse de hepsi hurafe ve bid'attır. Hatta bazısı küfre kadar
gider. Örneğin; « Şeyhim bana puta secde etmeyi emretse ederim; yalan yere
Allah'a (c.c) yemin ederim, ama şeyhimin adına yalan yemin etmem» demek
gibi sözler. Halbuki bu sözler açıkça küfrü gerektirir. Küfrü çağrıştıran
her ne kadar olmayacak bir işse de küfrü gerektirir: « Eğer Zeyd semaya uçsa
kafir olurum» gibi. Sözler küfrü gerektirmezse o zaman da tahrimen
mekruhtur. Allah-u Teâla (c.c) bizleri bunlardan korusun.
Büyük günah işlemek veya tarikattan çıktım demek tarikattan çıkmaya neden
olur. Böyle durumda birkaç gün içinde tarikat tazelemek gerekir. Müridin
ilerleyememesi bu gibi haller nedeniyledir. Halbuki büyükler: « Üç gün aynı
halde kalan kimse için ölüm daha iyidir» demişlerdir. Hatta bazı büyükler
Üç gün geçtiği halde müridin durumunu sormaması karşısında hayret eder ve
aciz olurlardı. |
|
Mürşid hakkında ihlasın en düşük derecesi
Müridin, dünya kutuplarla dolu olsa dahi feyiz kapısını ancak şeyhinin
açabileceğini ve bütün ibadetlerinin şeyhin bir tek nazarına (bakışına )
eşit olamayacağına inanmasıdır.
İşin gerçeği şu ki; bilgili bir şeyh, müridinden fazla müridini tanır ve
nefsinin tedavisinin bilir. Çünkü kamil mürşit,müridini birçok yollarda
yürütür ve yetiştirir. Örneğin bazen yalnız rabıta bazen yalnız sohbet bazen
yalnız murakabe, bazen yalnız fikir, bazen yalnız cezbe, bazen de bunların
birkaçı veya hepsiyle yetiştirir. Sözün özü mürit tam teslim olmazsa,
şeyhten yol gösterme ve yetiştirme olamaz. Allah-u Teala (c.c) ve O'nun
Resulü gerçeği daha güzel bilir.
(Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s) Hazretleri'nin birinci mektubu burada sona erdi. Bundan sonraki bölüm Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s) Hazretleri'nin Mevlana Halid Zülcenaheyn Hazretleri'nin (k.s) halifesi olan Şeyh Muhammed bin Süleyman-ı Bağdadi'nin El Hadikayı Nediye kitabından Şeyh Fethullah Hazretleri'ne yazdırdığı adaplardır.)
Şeyh Taceddin-i Hin-i Nakşibendi'nin (k.s) Naciyetul Kübra isimli eserinde
bu konu şöyle açıklanmıştır: « Bazı şeyhlerin hakkın ancak güzel edebe
uymakla ödenebilir. Şeyhe saygıyla davranmak onun hakkını vermek;
saygısızlıkta bulunmak ise zarar etmek ve büyük bir kusurdur. Çünkü mürşide
manevi babalık hakkı vardır.»
Ben de diyorum ki : Manevi nispet Allah (c.c) aşıklarının yanında maddi
babalıktan daha şereflidir. Bu yakınlık Bilal-i Habeşi ve Selman-i Farisi (r.a) Hazretlerini Ehli Beyte dahil etti, amcalık bağı olan Ebu Talip de
manevi nispetten uzak kıldı.
Şeyh Şerafettin Ömer İbni Farid (k.s) bu yakınlık için şöyle buyurdu : «
İlahi aşk yolundaki manevi nispet anne ve babanın yakınlığından daha
fazladır.»
Mürit gayesinden başka her şeyle ilgisini keserek, nefsini tüm yaratıklardan
daha aşağı görmelidir. Kendisi nefsi için hiç kimseden bir hak istememeli,
aksine üzerine geçmiş olan kişilerin haklarını ödemelidir. Hal, maka,
keramet, fena ve beka gibi isteklerde bulunmamalıdır. Böyle amacı olan
nefsine uymuş sayılır. Ayrıca makam ve keşiflere ait kendisinde bir durum
oluşursa tek başına karar vermemeli ve buna güvenmemelidir. Kendisini
tembelliğe ve aşağılık duygusuna kaptırmamalıdır.
|
|
Müridin Mürşidiyle İlgili Dikkat Etmesi
Gereken Edepler
1- Herhangi bir konuda şeyhini aldatmamalıdır. O'na son derece saygı
göstermelidir.
2- O'nun öğrettiği zikir ile kalbini düzeltmeye çalışarak gafletten
kurtulmaya çabalamalıdır.
3- Bir konuda haklı bile olsa şeyhin sözünü ve gayesini anlamaya çalışmalı;
ona karşı ölü yıkayıcısının eli altındaki ceset gibi olmalıdır.
4- Şeyhi bir şey sormadan söz söylememelidir.
5- Herhangi bir isteğini şeyhinden başkasına söylememelidir. Eğer mürşidine
ulaşamazsa ve çok gerekliyse salih, eli açık ve takva sahibi kişilerden
istekte bulunabilir.
6- Ancak mürşidi aracılığıyla istek ve gayesine ulaşabileceğine inanmalıdır.
Sevgisi başka bir şeyhe yönelirse kendi mürşidinden yarar göremez ve feyz
kapısı kapanır.
7- Mürşidinin kendi üzerindeki tasarrufunu kabullenerek emrine uymalı ve her
konuda ona hizmet etmelidir. Çünkü arzu ve sevgi bu yolla oluşur ve ihlasla
gönülden bağlılığın ölçüsü bu yolla anlaşılır.
8- İbadetlerinde adetlerinde ve tüm yaptığı işlerinde mürşidinin isteğini
kendi isteğinden üstün tutmalıdır.
9- Mürşidin iyi ahlakına ve olgunluğuna güvenerek onun hoşlanmadığı şeyleri
yapmaktan kaçınmalıdır.
10- Kendi durumunu mürşidine açıkladıktan sonra bir şey istemeden verilecek
karşılığı beklemelidir. Birisi şeyhine bir şey sorarsa kendisi cevap verme
küstahlığında bulunmamalıdır.
11- Mürşidinin bulunduğu toplulukta yüksek sesle konuşmamalıdır. Çünkü bu
çok kötü edepsizliktir. Bize anlatıldığına göre bir gün İmamı Züfer abdest
alıyordu, hocası İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a) onun yanından geçti. İmam-ı Züfer ayağa kalkmayarak saygıda kusur etti. Bundan dolayı en üstün öğrenci
olacakken derecesi en düşük kaldı.
12- Mürşidinin hiçbir haline kalben dahi olsa karşı koymamalı ve içinde
şüphe belirirse iyiye yormalı; iyiye yoramazsa kusuru kendinde aramalıdır.
Musa (a.s) ile Hızır (a.s) arasına geçen olayı düşünmelidir. Çünkü mürşide
karşılık vermek çok çirkindir ve bundan ortaya çıkacak perdelenmenin ilacı
yoktur. Ayrıca tüm feyiz kapıları kapanır.
13- Mürşidinin çare bulması için iyi veya kötü tüm olayları ona
açıklamalıdır. Çünkü mürşit doktor gibidir; müridin halini öğrendiğinde onun
sorununu düzeltmeye ve iyileştirmeye çalışır. Bu nedenle nasıl olsa şeyhim
benim sorunumu biliyor diye sorunu ona iletmemek doğru değildir. Çünkü bazen
mürşit keşfinde yanılabilir. Velilerin keşfinde yanılması alimlerin
içtihatda yanılması gibidir, yanılan da sevap kazanır. Şeriatın kurallarına
uymadıkça keşiflere uyulmaz. Gerçek bile olsa bunlarla karar verilmez.
14- Müridin şeyhine gönülden bağlılığı eziyetli ve sıkıntılı olduğunda bile
bozulmamalıdır. Moral bozacak sözler, dedikodular ümidini kırmamalı;
Allah'tan (c.c) istediği feyzi ancak mürşidinin aracılığıyla elde
edebileceğine inanmalıdır. Bunun için şeyhine olan sevgisi be bağlılığı
kendi nefsinden, çoluk çocuğundan ve malında daha fazla olmalıdır.
15- Mürşidinin yaptığı ibadet ve hareketlerin hepsini yapmaya
kalkışmamalıdır. Çünkü mürşidinin bulunduğu hal ve derecesiyle ilgili bazı
yaptıkları müride uygun düşmeyebilir.
16- Şeyhinin emirlerini yorumsuz başkasına devretmeden hemen yerine
getirmelidir. Geciktirirse veya yapmasa feyiz kesilir.
17- Mürşidinin verdiği zikir, teveccüh ve murakabe gibi görevleri emrettiği
şekilde yerine getirmelidir.
18- Mürşidi ile birlikte bulunurken hareketlerine, sözlerine, sorduğu soru
ve verdiği cevaplarına dikkat etmeli; ileri- geri konuşmamalıdır. Zira böyle
şeyhin büyüklüğünü ve saygısını müridin kalbinden gider.
19- Mürşidiyle konuşacağı anları iyi ayarlamalı; verdiği cevapları can
kulağıyla dinlemeli, konuşurken edepli ve haddini aşmadan kısa ve öz derdini
anlatmalıdır.
20- Mürşidinin kendisine açıklanan sırlarını gizlemelidir.
21- Allah Teala'nın (c.c) mürşidi aracılığıyla kendisine bağışladığı keşif,
keramet, hal ve düşünceleri şeyhinden saklamamalıdır.
22-Uygunsuz kişilerin yanında mürşidinden söz etmemeli ve onun sohbetlerini
anlatmamalıdır. Onlara ancak akılları ve anlayışları derecesinden açıklama
yapabilir.
23- Mürşide kapılanmak gerçekleştiğinde size Allah'u Teâla'ya (c.c) tanımak
ve bilmek için geldim demelidir. Şeyhi kendisini kabul ettikten sonra bir
şey istemez, ancak hizmet eder. Böylece mürşidinin kendisini kabulü tam
olur. Bu süre boyunca şeyhi bir şey emrederse bildiği şey dahi olsa onunla
uğraşmalıdır.
24- Herhangi bir kimse şeyhine selam söylemek isterse, o görevi üzerine
almamalıdır.
25- Mürşidi ile beraberken başka şeylerle ilgilenmemeli, tam anlamıyla ona
yönelmelidir
26- Mürşidinin karşısında abdest bozmamalı, tükürmemeli, sümkürmemeli,
nafile namaz kılmamalı, tesbih çekmemeli ve bir şeyle oynamamalıdır.
27- Mürşidi emretmedikçe baş köşeye geçmemelidir.
28- Mürşidin seccadesi, yatağı, kapkacağı gibi özel eşyaları
kullanmamalıdır.
29- Karanlık gibi zorunlu haller olmadıkça mürşidinin önünde yürümemelidir.
30- Mürşidinden uzakta iken ilgiyi kesmemek için mektuplaşmalı, bu
mektupları korumaya özen göstermelidir.
31- Abdestsiz olarak şeyhinin yanında oturmamalıdır.
32- Nehir gibi akarsu kıyısında abdest alırken mürşidinden üst tarafta
bulunmamalıdır.
33- Uzakta bulunsa dahi şeyhinin bulunduğu yöne ayağını uzatmamalıdır.
34- Mürşidi bir şeyle uğraşırken veya elini tutup yakalayarak, çekerek
öpmeye çalışmamalıdır.
35- İzin almadan günlük tutma bile olsa karşısında bir şey yazmamalıdır.
36- Şeyhinden olağanüstü halde ve keramet beklememeli ve istememelidir.
37- Mürşidinin kendisine verdiği armağanlara özen göstererek ömrü boyunca
saklamalı; hiç kimseye vermemeli ve satmamalıdır.
38- Mürşidinin ahlakıyla ahlaklanmaya çalışmalıdır.
39- Mürşidinin sevdiklerini sevmeli, hoşlanmadıklarından hoşlanmamalıdır.
40- Mürşidi ayakta dururken kendisi oturmamalıdır. Sırtını şeyhine dönmemeli
ve kapıyı vurarak sertçe örtmemelidir.
41- Bir mürşit müridini tarikattan çıkarırsa tamamıyla ondan ayrılmaz. Çünkü
böyle bir müridin başkasının aracılığıyla kurtulması imkansızdır.
42- Benim mürşidim Peygamberden, sahabelerden, tabiin hazretlerinden daha
büyüktür gibi düşüncelere sapmamalı ve konuşmamalıdır.
43- Mürşidine gözünü dikip bakmamalı; o başka tarafa bakarken rabıta
amacıyla göz ucuyla bakmalıdır.
44- Mürşidiyle birlikte otururken manevi yarar sağlamak için kalbini onun
kalbine bağlı bulundurmak gerekir. Çünkü, nispet ve feyiz şeyhinin
sohbetiyle oluşur ve gafil olanlardan geriye döner, uyanık olanların kalbine
girer. Manevi nispet dumanın yayılması veya yağmurun yapması gibi yayılır ve
onu ancak ihlas ve ilahi sevgisi tam olanlar hisseder.
45- Mürşidiyle birlikte otururken gönlü engin ve iç huzuruyla olmalıdır.
Bunu sağlamak için gözleri kapayıp sanki başının üzerinde duran kuşu
ürkütmeyecek şekilde kıpırdamadan durmalıdır.
46- Zamanı öğrenmek için iki de bir saatine bakmamalı; içine sıkıntı gelince
şeyhin yanında çıkıp gitmelidir.
47- Mürid, şeyhinin çocukları, akrabalar ve komşuları yanında da edepli,
saygılı ve vefalı olmalıdır.
48- Mürşid kendisini yemeğe çağırdığında, mürit güzel yemekler ve içecekler,
rahat yataklar isteğinde bulunmamalıdır. Hazırlananı yemeli; bulunduğu yerde
yatmalı ve bu durumu nispet alması için büyük bir devlet ve nimet
saymalıdır. Bu sırada bir kusur işlerse Cenab-ı Hakk'a (c.c) istiğfar
etmelidir.
49- Hizmet ederken gerek mürşit, gerek diğer müritler, gerekse de misafirler
için yaptığı hizmetin nispet bakımından eşit olduğuna inanmamalıdır.
50- Mürşidiyle herhangi bir konuda görüşmek isteyen onun boş ve uygun zamanı
kollamalı;
51- Mürit mürşidinden herhangi bir şey veya hizmet istememelidir. Sadece
hastalık, sıkıntı gibi durumlarda bilgi verilir. Mürşit ister dua eder,
isterse etmeyebilir.
52- Mürşidi başkalarıyla konuşurken, yanına sokulmamalıdır. İzin isteyeceği
zaman evinden çıkmasını istememeli; çok acil işi varsa uygun bir şekilde
haber göndermelidir.
53- Sabah namazından güneş doğuncaya kadar ve akşam yatsı namazları arasında
özel görevleri olduğundan mürşidiyle konuşmamalıdır.
54- Mürit herhangi bir yerde sohbet etmesi gerekirse mürşidiyle ilgili
konuşma yapmalıdır.
55- Mürşidini ziyaret geldiğinde kendi başına ne kadar kalacağına karar
vermemelidir. İstek ve arzusu olduğu sürece orada kalmalı ve gitme kararını
mürşidine bırakmalıdır.
56- Mürşidini kabul etmeyen kişilerle bir arada bulunmamalıdır.
57- Mürşit herhangi bir konuda yasaklama getirirse (bir yere gitmeyi, bir
şeyi yemeği, bir şey yapmayı yasaklarsa) üzülmemeli, aksine benim yararım
içindi diye sevinmelidir.
58- Gördüğü rüyaları kendi yorumunu önemsemeden mürşidine anlatmalı, onun
yorumuna göre davranmalıdır. |
|
Müridin Diğer Müritler Yanındayken ve Yalnızken Dikkat Etmesi Gereken Edepler |
|
Müridin Diğer Müritler Yanındayken ve
Yalnızken Dikkat Etmesi Gereken Edepler
1- Mürit kardeşlerine kusur aramamalı, geçmişte yaptığı hataları
araştırmamalı, yüzüne vurmamalı ve bunlardan dolayı onları aşağılamamalıdır.
Büyükler buyurmuşlardır : « İnsanların eksikliklerinden kendisine bildirilen
bir hal şeytanın aracılığıyla gelen keşiftir. Allah'u Teâla (c.c) ona
kıymet vermez.» İnsanların kusur ve günahlarını araştıran gönül dünyası (sırrı) zarar görür. Şeyhinden yararlanması kesilir.
2- Bir acı şalgam bile olsa Allah'u Teala'nın (c.c) kendisine verdiği
nimetleri mürit kardeşleriyle paylaşmalıdır.
3- Mübarek geceleri ve toplatın gecelerini kardeşlerine bildirmeli; onlardan
önce uyanırsa onları uyandırmayı kendine görev bilmelidir.
4- Yaptığı ibadetleri diğer müritlerinkinden fazla görürse, nefsini de
onlardan üstün görmemeli, aksine onların uykusu benim ibadetimden hayırlıdır
diye düşünmelidir. Zira uykuda olana günah yazılmaz.
5- Mürşidini terk etmiş ve kendini dünya hırsına kaptırmış müritlerle
arkadaşlık yapmamalıdır. Aksi halde kendisi de onunla birlikte kaybolur
gider.
6- Müritlerden yoksul olanları gözetmede diğerlerine örnek olmalı ve bunu
nafile ibadetlerden üstün tutmalıdır.
7- Hasta ve kimsesiz müritleri arayıp sorarak ihtiyaçlarını yerine
getirmelidir
8- Mürit kardeşleri için her zaman iyi düşünceli ve kalbine gelen kötü
duygulara kulak asmamalıdır.
9- Son nefesini vermekte olan mürit kardeşin yanında gerekirse sabahlayarak
gerekli görevlerini yerine getirmelidir.
10- Diğer müritlere duada bulunmalıdır.
11- Müritler tuvaletlerin temizliğini kendi aralarında sırayla yaparlar.
Fakat mürşit kendisine emrederse sırayla yapmalıdır.
12- Diğer müritlere gerebilecek iğne, iplik, makas, ilaç gibi maddeleri
yanında bulundurmalı ve onların başkasından istememesini sağlamalıdır.
13- Özürsüz hiçbir zaman tek başına yememelidir.
14- Mürit kendisinden eski olan müritlere ibadeti kendisinden az bile olsa
saygılı olmalıdır.
15- Hiç kimseye öfkelenmemeli, çabuk kızmamalıdır. Çünkü öfke kalbin nurunu
söndürür. Tartışma ve ağız dalaşı yapmamalıdır; çünkü bu unutkanlık ve ruh
bulanıklığına neden olur. Birisine öfkelendiğinde ondan özür dilemeli, Cenab-ı
Hakk'a da (c.c) istiğfar etmelidir. Haklı dahi olsa kimseye hakaret
etmemeli; her gördüğü kişiyi Hızır (a.s) veya veli sanarak dua istemelidir.
Herhangi bir konuda iyice düşünmeden karar vermemelidir. Hiç kimseyi hor
görmemeli, yaratıklara şefkatle bakmalıdır.
16- Her zaman sünnete uymalı, takvaya sarılmalı, büyük zatların kitaplarını
izlemeli ve cemaatla namazda birinci safta, başlangıç tekbirinde bulunmaya
devam etmelidir.
17- Fıkıh (ilmihal bilgileri) konularını öğrenmelidir. Cahil sofilerle
konuşurken onların dediklerini fıkıh ölçüsüne vurmalı, hemen
kabullenmemelidir.
18- İmam ve müezzin olmaktan kaçınmalı, makam sevdası olmamalıdır. Şöhret
afet olduğu için ondan sakınmalı, adı anılmamalıdır.
19- Tam olarak tanımadığı kişilere kefil olmamalı ve bu konuda duyarlı
olmalıdır.
20- Müzikte çok uğraşanın kalbinde münafıklık tohumları yeşerdiğinde bundan
sakınmalıdır. Fakat sevenleri ve uyanları çok olduğu için Mevlevilerin sema
yapmasına dil uzatmamalıdır.
21- Çok yemenin, çok konuşmanın ve çok uyumanın edebe aykırı olduğunu
bilmeli ve bunları azaltmaya çalışmalıdır.
22- Yalnızlığı seçmeli, halk içinde bulunduğunda da Abdülhalık Gücdevani
(k.s) Hazretleri buyurduğu «Halvet der Encümen (dışı halkla ve içi Hakk'la
olma; halktan kaçma yoktur.) bizim usulümüzdür, yolumuzdur» sözüne uygun
olarak kalbini Allah'tan başkasına bağlamamaya çaba sarf etmelidir.
23- Siyasetçilerin, zenginlerin ve ehli sünnet dışındakilerle ilgili sohbet
yapmamalıdır
24- Elinden gelirse Allah'u Teala'ya (c.c) kavuşuncaya kadar
evlenmemelidir.
25- Kalbi öldürdüğü için çok gülmekten sakınmalıdır.
26- Gösteriş ve debdebeye düşkün olmamalıdır. Çünkü bu ruhun yükselmesine
engeldir.
27- Kalbinde hüzün, gözünde yaş, davranışlarında ihlas ve duasında yalvarma
bulunmalıdır
28- Evi mescit gibi Hakk Teâla'ya (c.c) yakın olmalıdır.
29- En ufak bir günah işleyince bile hemen tövbe edip bir daha yapmamaya
çalışmalıdır.
30- Rızkını helalden kazanmalı, mekruh ve şüpheli şeylerden sakınmalıdır.
Bunlardan sakınmak için gerektiğinde siyasi davranmalıdır.
31- Ömrünün sermayesi olduğunun bilincine vararak zikirsiz bir an
geçirmemelidir.
32- İkindi namazından sonra Hatme akşam ile yatsı arası
rabıtaya, sabah namazından önce iki tulu arası zikre, gece yarısı namazına (teheccüd), her
gün bir cüz Kur'an-ı Kerim okumaya devam etmelidir.
33- İnsanların kusurunu aramayıp kendi ayıplarıyla ilgilenmelidir. Kendisini
eleştiren olunca hatasını kabul etmelidir. Bir işe başlarken niyeti halis
olmalıdır. Yatmadan önce işini ve gidişatını düşünmeli, hesap günü gelmeden
kendi nefsini hesaba çekmelidir. Yarım kanal işlerini tamamlamalı, üzerinde
herhangi bir kimsenin hakkı varsa ödemelidir. Bu hesabı aleyhinde bulursa
Allah'u Teâla'dan (c.c) af dilemeli, lehine bulursa şükretmelidir.
34- Alçak gönüllü, yumuşak huylu, merhametli ve açık elli olmalı ve
insanlara karşı iyi niyet beslemelidir.
35- Allah'u Teâla'ya (c.c) isyan eden günahkarları görünce onların kalbini
kırmalı ve aşağılamamalıdır. İki namaz arasında sanki namazdaymış gibi
kulluk görevlerini yerine getirmeli ve ilahi haklara saygılı davranmalıdır.
36- Her zaman ve tüm işlerinde din istikametinden şaşmamalıdır. İki gününün
eşit olmaması içi çalışmalı, ilerlemek ve olgunlaşmak için çaba
göstermelidir.
37- İnsanlar kendini ziyaret ettiğinde büyüklenmemelidir. Zikir ve ibadet
toplantıları uzayınca sıkılmamalıdır. Allah (c.c) yolundaki ve
ibadetlerdeki zorluklara ve insanlardan gelen eziyetlere katlanmalıdır.
Nefsin arzu ve isteklerine karşı koymalıdır.
38- Kimseden bir şey istememeli ve zenginlerin kapısına gitmemelidir. Doğru
inanç ve yakin sahibi olmalıdır.
39- Oyun ve boş konuşulan toplantılara gitmemeli; kötü, kaba ve uygunsuz
sözler dinlememelidir. Hiç kimseyle tartışmamalı ve iddiaya girmemeli, asık
suratlı olmayıp güler yüzle davranmalı ve hoşlanılmayan şeyleri görmemek
için gözünün önüne bakmalıdır.
40- Terk edilmiş sünnetleri yaşamaya çalışmalı, yararlı işler yapmalı; zarar
ve gereksiz sözleri bırakmalı; uzun emelli olmalıdır. Ömrünü bulunduğu an
kabul edip onu Allah (c.c) rızasına sarf etmelidir.
41- Verdiği sözlerinde durmalı; tutumlu olmalı; uyumadan önce ölümü
düşünerek büyüklerinin çoğunun ölümü tattığı hatırlamalıdır. Tüm işlerinde
Cenab-ı Hakk'a (c.c) dayanmalıdır.
42- Soyuyla övünmemeli, insanların anlayışına göre konuşmalıdır. Gördü rüya
ve kerametiyle gururlanmamalıdır. Allah'ın (c.c) rahmetinden ümidini
kesmemeli; onun gazabından ve sınamasından emin olmamalıdır. Cenab-ı Hakk (c.c) bir Hadisi Kudsi'de: « Kim günahını küçük görürse, biz onu büyük
görürüz. Kim günahını büyük görürse biz onu küçük görürüz.» Buyurduğu için
mürit küçük de olsa günah işlemekte ısrarlı olmamalıdır.
43- Allah-u Teâla'ya (c.c) Resul'ünü, Ehli Beyt'i, Ashab-ı Kiram'ı,
velileri, ilmiyle amil alimleri, kamil mürşitleri ve Salihleri sevmelidir.
44- Kimseyi aldatmamalı; yasaklardan kaçınmalı; farzları içtenlikle ve önem
vererek yapmalıdır. Nimetlere şükretmeli;; Allah-u Teala'nın kaza ve
kaderine karşı gelmemelidir.
45- Allah'u Teala'nın üzerimizdeki nimetlerini devamlı düşünmelidir. Gıybet
ve zulüm yapmamalı fitne çıkarmamalıdır. İşlerini danışarak yapmalıdır.
İnsanlara sıkıntı veren şeyleri gidermeye çalışmalıdır. Günlerin
uğursuzluğuna inanmamalı, yolcuğuna çıkmak için gün belirlememelidir.
Gençlik, sağlık, zenginlik, boş zaman ve yaşadığı anları iyi
değerlendirmelidir.
46- Allah-u Teala'nın (c.c) korkusundan emirlerini terk etmemeli ve
yasakladıklarını yapmamalıdır. Günahlarını ve kusurlarını Cenab-ı Hakk'ın (c.c) bildiğinden dolayı utancından adeta erimelidir.
|
|
Mal, çoluk- çocuk, rütbe, makam ve baş olma sevdasından vazgeçmelidir.
Yemeğe ve giymeye düşkün olmamalıdır. Bulduğunu yemeli, eline geçeni
giymeli; içini, dışını bir tutmalıdır. Gerçek dahi olsa hal sahibi olduğunu
söylememelidir. Olayların gerçek yaratıcısı olan Allah'u Teâla'ya (c.c) tüm
işlerinde güvenmek gerekir. Böylece yaratıkların aracılığıyla kalbini
bağlamamış olur.
Allah için sevmeli ve nefret etmeli; Sünnet-i Muhammediye uymalı kerametinin
olması veya olmaması yanında aynı olmalıdır. Sevinçli halinde kalbi hüzünlü,
üzüntülü halinde kalbi rahat olmalıdır. Bunu sağlamak için Cenab-ı Hakk'ın (c.c) buyurduğu kudsi hadisi düşünmelidir : « Ben kalbi kırıklarla
beraberim.»
Hangi tarikattan olursa olsun temiz ve takva sahibi müritlerin hepsini
sevmelidir. Meczup'larla tartışmamalı ve onlarla alay etmemeli ve iyilikleri
için Allah-u Teala'ya (c.c) dua etmelidir.
Mürşidine, mürit kardeşlerine ve tüm Müslümanlara özellikle Cuma günü,
Ramazan ayında, arife gününde, seher vakitlerinde, hac sırasında, Allah (c.c) yolunda savaşırken, yağmur yaparken, ezan ile kamet arasında, secdede,
iki hutbe arasında dua etmelidir. Duayı yalvararak ve huşuyla yapmalı; korku
ve ümit duygularını dengelemeli ve kabul edileceğini ummalıdır. Duanın
başında Allah-u Teâla'ya (c.c) hamd etmeli, Peygamberimize salat ve selam
getirmeli ve yine duayı aynı şekilde bitirmelidir.
Tüm işlerinde Allah-u Teâla'ya (c.c) unutmamak; alış- veriş sırasında
Allah'ın (c.c) takdirini kabullenmeli; öldükten sonra sevap defterini
kabartacak iyi işler yapmalıdır. Allah'u Teala'nın (c.c) kendisine
bağışlamış olduğu nimetlerine tüm bedeniyle ve hareketleriyle şükretmelidir.
Kalbinin hastalıklarını iyileştirmeye uğraşmalı ve aşağılık duygusuna kapılmayarak ruhunu yüce duygularla süslemelidir.
Görevlerini titizlikle
yapmalı, onların değerini azaltacak davranışlardan kaçınarak gerçek bir
çabayla Allah-u Teâla'ya (c.c) yönelmelidir. Zenginliği önemsememeli;
yanında toprak ile altın eşit olmalıdır. Zevk ve eğlenceye düşkün olmamalı;
olayların kendisini etkilemesine izin vermemeli; aksine olumsuzlukları
gidermeye çalışmalıdır.
Yapacağı işleri en güzel biçimde yapmalı; dünyada olan bitenden ders almalı;
her zaman Allah-u Teâla'ya (c.c) ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıdır.
Allah-u Teala'nın (c.c) hoşnutluğunu kazanamama korkusundan çocuğunu
yitirmiş annenin ağlaması gibi ağlamalıdır. Üzerine gübre döküldüğünden
güzel bitkilerle karşılık veren toprak gibi olmaya çalışmalıdır.
Yemeği çabuk ve iştahlı değil; hastanın yemesi gibi yavaş e isteksizce
yemelidir.
Mürit bu sayılan edepleri bırakmamalı ve halini devamlı kontrol etmelidir.
İnsan bedenindeki maddi hastalıkları tedavi ettirmezse yok. Aynı şekilde
ruhundaki kibir, riya, haset gibi manevi hastalıkla tedavi ettirmezse
ahireti yok eder. Maddi doktorlar olduğu gibi manevi hekimler de vardır.
Bunlar Allah-u Teala'nın onlara manevi hastalıkların tedavi yöntemlerini ve
ilacını bildirdiği Kâmil-i Mükemmil Mürşit velilerdir.
Sahte ve yalancı şeyhlerin amacı mal toplamak ve dünya çıkarları
sağlamaktır. Bundan dolayı onların sözünü şifa değil, zehirdir; onlarla
beraber bulunmak ise felaket ve uğursuzluktur.
|
|
Kamil ve Mükemmel Mürşidin Özellikleri Her
hareketi şeriata uygun; tarikatın edeplerini, yöntemlerini, zikirlerini
bilen ve müridine seyr-i süluk yaptırabilecek ve makamları geçirebilecek
Allah'a (c.c) vardırabilecek yeteneği olmalıdır.
Bütün kötü huylardan, bid'atlardan ve ruhsatlardan kaçınmalıdır. Fakirleri,
garipleri, zayıfları korur. Nefsini ve kalbini kontrol altına almış;
Peygamberimizle manevi bağlantı kurabilen Allah'a (c.c) vararak fan olmuş
ve tarikattan icazet (diploma) mutlaka almış bir şeyhtir.
Kalp hastalıklarının manevi ilacını bilir ve uzak yakın olmasızın müridinden
haberdardır. Feraset (dinde anlayış) sahibi, sadıktır. (doğru ve
dürüsttür) Müridin bilmesi gereken itikat ve fıkıh bilgilerini
öğretebilecek; ona gerektiğinde feyiz aktarabilecek ve manevi perdeleri
aralayabilecek yeteneğe sahiptir. Müride fıkıh kurallarına aykırı ve
ağırbaşlılıktan uzak emirler vermez. Müridin zahiri ve Batıni durumunu
kontrol edebilir.
Mürit fıkha aykırı hareket eder, nefsine uygun konuşursa onu hoş görmez.
Müritleriyle ilgili şikayet geldiğinde etraflıca incelemeden bir karara
varmaz. Müridin kusurunu görünce ona öğüt verir; fakat kesinlikle ödün
vermez.
Müridin gördüğü rüya ve keşifi ona yorumlamak zorunda değildir. Fakat
keşiften ileri gelen zarar ve hicabı (perdelenme ve yoksunluğu) ortadan
kaldıran görevler vermelidir.
Müridi devamlı yüce ve şerefli hallere yükseltir.
Kendisinin dışında mürşitlerin yetişmesine ve insanların onlara yönelmesine
ve yardımcı olmasına sevinir. Hakimlerin, idarecilerin, siyasilerin ve
bürokratların ileri gelenlerinin ziyaretinden kaçınır.
Müritleri kendisine ait özel sırları ve ibadetleri bilmemelidir. Müritlerinin olabildiğince Allah'a yaklaştırıcı ibadetleri yapmasını ve
Allah (c.c) ve onu yüce Resulü'nün ahlakı ile ahlaklanmasını sağlamaya
çalışmaktır.
Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah'a (c.c) ; Salat ve Selam O'nun yüce Resulü
olan Hz. Muhammed'e (s.a.v), Al ve Ashabına olsun.
|
|
10. Hüzün
Yüce Allah: «Bizden hüznü gideren Allah´a hamdolsun, dediler». (Fâtır,
35/34) buyurmuştur.
Ebu Saîd Hudrî, Resûlullah (s.a.) dan şu hadisi rivayet etmiştir: «Mümine
isabet eden ve onu üzen hastalık, sıkıntı, hüzün ve elem gibi şeylere
karşılık Allah Taâlâ kulunun günahlarını siler, bu nevi musibetler günaha
keffaret olur» (34).
Hüzün; kalbi sıkarak gaflet vadilerine dalmasına ve dağılmasına engel olur.
Hüzün sahibi, hüzünlü olmayanların senelerce katedemedikleri Allaha giden
yolu bir ayda kateder. Hadiste: ´Allah kalbi hüzün içinde olan tüm kullarını
sever´ (35) buyurulmuştur».
Tevrat´ta: «Allah bir kulunu sevince kalbine bir nâiha (ölüye ağlayan kadın)
kor, Allah bir kuluna buğz edince kalbine çalgı kor» (o kişi neşeli olur)
denilmiştir.
Resûlullah´ın her an düşünceli ve devamlı surette hüzünlü olduğu rivayet
edilir (36).
Bişr b. Haris; «Hüzün padişahtır. Bir yere yerleşince oraya (kendisine
rakip olan bir hissin ve) başka bir kimsenin yerleşmesine razı olamaz,»
demiştir.
Derler ki: İçinde hüzün olmayan kalp haraptır, nitekim bir evde insan ikâmet
etmezse o ev harap olur.
Ebu Saîd Kureyşî, «Sebebi, hüzün olan ağlama gözü kör eder; sebebi, şevk ve
özlem olan ağlama ise gözü bürür, fakat kör etmez, Allah Teâlâ´nın: ´Dertli
olan Yakub´un hüzünden gözleri ağarmıştı´ (Yusuf, 12/84) buyurmuş olması
bunu ifade eder», demiştir.
Râbiatü´l-Adeviyye bir adamın: Ah şu hüzün elinden! dediğini duymuş, Ona:
«Ah ne kadar az hüzünlüyüm, de; gerçekten mahzun olsaydın nefes almaya imkân
bulamazdın,» demiştir.
Sufyan b. Uyeyne, «Ümmet içinde mahzun birisi ağlasa, bu ağlama sebebiyle
Allah Teâla o ümmete merhamet eder,» demiştir. Davud Tâî´nin galip hali hüzün idi. Geceleri niyazda bulunurdu. İlâhî, senin derdin benden öbür dertleri sildi süpürdü, uykumla arama girdi».
Her an
başına gelen musibetler yenilenen kimse hüzünden ne ile teselli bulur ve
nasıl kurtulur? Hüzün yemeye-içmeye, havf günah işlemeye mani olur,
denilmiştir.
Sûfilerden birine sorulmuş: Kişinin hüzünlü oluşuna ne ile istidlal edilir?
Şöyle demiş: İnlemesinin çok oluşu ile.
Seriyyu´s-Sakatî, «Bütün insanların hüznü benim olsun isterim,»
Sûfîler hüzün bahsinde fikir beyan etmişler ve bu konuda şu husus üzerinde
ittifak etmişlerdir. Âhiretle ilgili hüzün iyi, güzel, dünya ile alâkalı
hüzün kötü, çirkindir.
Hüznün fazilet olması insanın derecesini yükselttiği zaman onun günahlarını
silme sonucunu doğurmasındandır,» demiştir.
Şeyhlerden biri, müritlerinden birisi sefere çıktığı zaman ona: Bir mahzun
görürsen selâmımı söyle, diye emir verirdi.
Üstat Ebu Ali Dekkak´ın şunu söylediğini işitmiştim: «Sûfîlerden biri güneş
batarken; Ey güneş bugün bir mahzun kişinin üzerine doğdun mu?! derdi»
(mahzun kişi çok nâdir bulunur).
Hasan'ul-Basrî´yi görenler; onu, biraz evvel başına musibet gelmiş bir kişi
zannederlerdi.
Fudayl vefat edince Vekîl şöyle dedi: «Bugün yeryüzünden hüzün gitti!»
Seleften biri: Müminin amel defterinde bulacağı sevabın büyük ekseriyetini
dert ve hüzün teşkil eder, demiştir.
Fudayl b. Iyaz şöyle der: «Selef, her şeyin bir zekâtı vardır, düşünce (kalb)
in zekâtı ise uzun uzun hüzünlenmektir, demişlerdir».
Ebu Hüseyn Verrak bir gün Ebu Osman Hirî´ye hüznün ne olduğunu sormuş ve:
«Hâzin hüznün ne olduğunu sormaya vakit bulamaz, önce hüzünlü olmayı talep
et, sonra hüznün ne olduğunu sor.» cevabını almıştı.
11. Nefsânî arzuları terk ve açlık (Cû´)
Ulu Allah: «Biz sizi biraz korku, biraz açlık ile imtihan ederiz» buyurmuş,
âyetin sonunda: «Sabredenlere müjde var!» demiştir (Bakara, 2/155). Açlığın
sıkıntısına sabredenlere güzel sevap ve mükâfat müjdele, demektir.
Yine Hakk Teâla: «Onlar ihtiyaçları olsa bile başkalarını kendilerine tercih
ederler» buyurmuştur.» (Haşr, 59/9).
Bir gün Hz. Fatıma, Resûlullah (s.a.) a bir ekmek parçası getirmiş,
Resûlullah, «Ya Fatıma, bu nedir?» diye sormuş. Hz. Fatıma: «Pişirdiğim
ekmeğin parçasıdır, bu parçayı sana getirmeden ekmeği yemeye gönlüm razı
olmadı,» demiş. Hz. Peygamber, «Üç günden beri babanın ağzına giren ilk
yiyecek budur,» buyurmuştu.
Açlıkla ilgili birçok sûfînin menkıbesi vardır.
İbn Salim, «Kulun mutâd olarak yediği yemeklerden her gün sadece kedi kulağı
kadar azaltması açlığın adâbındandır,» demiştir.
Derler ki: Sehl b. Abdullah sadece onbeş günde bir yemek yerdi. Ramazan
gelince ay başından itibaren (Bayram) hilâli görene kadar yemek yemezdi. Her
akşam yalnız su ile iftar ederdi.
Yahya b. Muaz diyor ki: «Açlık pazarda satılan bir nesne olsaydı, pazara
giden âhiret taliplerinin ondan başkasını satın almaları caiz olmazdı».
Sehl b. Abdullah, «Allah Teâlâ dünyayı yaratınca günahı ve cehaleti tokluğun
içine, ilmi ve hikmeti açlığın içine iskân etti,» demiştir.
Yahya b. Muaz, «Açlık; müritler için riyazet, temrin, tâib (tevbe edenler)
için tecrübe; zâhidler için siyaset; arifler için ikramdır,» demiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şunu anlattığını işitmiştim; «Sûfîlerden
biri bir şeyhin ziyaretine gitmiş, onu ağlar vaziyette görmüş, neden
ağladığını sormuş, ben açım, cevabını almış, bunun üzerine: Senin gibisi
açlıktan ağlar mı? diye sormuş, Şeyh de; Sus, bilmiyor musun ki, aç
kalmamdan (Allah´ın) muradı ağlamamdır, karşılığını vermişti».
Mahled, «Şam´da yanımızda ikâmet eden Haccac b. Ferâfise´nin elli gün
müddetle ne bir yudum su içtiğine, ne de karnını doyuracak birşey yediğine
şahid oldum,» demiştir. Ahmed b. Yahya Cellâ diyor ki: «Ebu Türab Nahşebi Mekke´ye (Allah bu toprakları korusun) gitmek üzere Basra çölünden yola çıkmıştı. Yol esnasındaki yeme durumunu sorduk. Dedi ki: Basra´dan çıktıktan sonra bir kere Nebac´da, bir kere de Zatı
Irak´da yemek yedim. Oradan da size gelene
kadar bir şey yemedim. Ebu Türab çölü iki öğün yemekle geçmişti». (Ya tayyı
mekân vaki oldu veya yemek yeme ihtiyacı hissetmedi, her ikisi de harikulade
hallerdendir).
Ebu Süleyman Darâni, «Dünya (amelinin anahtarı tokluk, âhiret (amelinin
anahtarı açlıktır,» demiştir.
Sehl b. Abdullah´a: Günde bir öğün yemek yiyene ne dersiniz? denildi. «Bu
sıddik olanların yeme tarzıdır,» dedi. Peki iki öğün yiyenlere ne dersiniz?
denildi. «Bu mümin olanların yeme tarzıdır,» dedi. O halde günde üç öğün
yiyenler hakkında fikriniz nedir? denildi. «Bari ailene söyle de sana ahırda
bir yemlik yapsınlar,» diye cevap verdi.
Yahya b. Muaz, «Açlık nur, tokluk nâr (ateş) dır. İştah oduna benzer, ondan
ateş meydana gelir, bu ateş sahibini yakmadan sönmez.» demiştir.
Ebu Nasr Serrac Tûsi diyor ki: «Sûfîlerden bir zat bir şeyhin huzuruna
gelmiş, şeyh misafirine yemek ikram etmiş, sonra kaç gündür yemek yemedin,
diye sormuş. Beş gün, cevabını alınca demiş ki: Senin açlığın cimrice bir
açlıktır. Üzerinde (dervişlere has) elbise var, nasıl acıkabilirsin?
Fakirlerin (ve dervişlerin) açlıkları bu çeşitten bir açlık değildir».
Ebu Süleyman Darâni, «Gece sabaha kadar namaz kılmaktan, akşam bir lokma
eksik yemek daha fazla hoşuma gider,» demiştir.
Ebu Kasım Cafer b. Ahmed Râzi anlatıyor: «Ebu´l-Hayr
Askalâni´nin canı
balık yemek istemişti. Seneler sonra helal olarak balık yemek imkânına
kavuşmuştu. Balık yemek için elini uzatınca parmağına bir kılçık batmış,
bunun üzerine: Ya Rab! Helale elini iştah ile uzatanın cezası bu! Harama
elini şehvetle uzatanın cezası nice olur, demişti».
Üstad Ebu Bekr b. Furek´in şunu söylediğini duymuştum: «Ailevi meşgalelerle
uğraşmak, helal yoldan şehvete tâbi olmanın sonucudur. Haram yoldan şehveti
teskinin neticesinin ne olacağını varın kıyas edin».
Şirazlı sûfî Rüstem der ki: «Ebu Abdullah b. Hafif bir defa davete gitmiş,
yoksulluk sebebiyle müritlerinden biri ondan evvel yemeğe elini uzatmış,
bunu edebe uygun bulmayan diğer müritler, şeyhten evvel yemeğe elini uzatan
adamı tenkid maksadı ile önüne birazcık yiyecek koymuşlardı. Fakir derviş
edebe uygun olmayan bu hakarete, başına gelen açlık sebebiyle uğradığını anladı.
Mâlik b. Dinar, «Dünyevî arzularına galebe çalan bir kimsenin, şeytan
gölgesinden bile korkar,» demiştir.
Ebu Ali Ruzbârî, «Bir sûfî beş gün açlığa tahammül edemez ve açım, derse onu
derhal çarşıya götürünüz ve maişetini çalışarak kazanmasını emrediniz,»
demiştir (Sûfîlik, dilencilikle olmaz).
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şeyhlerin birinden şunu hikâye ettiğini işitmiştim:
«Cehennemlik kimselerin iştiha ve arzuları perhizkârlıklarına (ve yemeden
sakınma hallerine) galebe çaldı. Bundan dolayı rezil oldular,» demiştir.
Yine Ebu Ali´den işittim, şöyle diyordu: «Sûfînin birine, iştahın yok mu»
diye sorulmuş, o da: iştahım var ama perhiz yapıyorum, diye cevap vermişti».
Yine Dakkak der ki: «Sûfîlerden birine, iştahın ve yeme arzun var mı? diye
sorulmuş, o da: Arzu etmemeyi arzu ediyorum, diye cevap vermişti. Bu fikir
evvelkinden daha mükemmeldir».
Ebu Nasr Timâr diyor ki: «Bir gece Bişr Hafî bize gelmişti. Ona: Seni bize
gönderen Allah´a hamdolsun, Horasan´dan gelen pamuğu kızım eğirdi, ipliği
sattı, bize et aldı, iftarı burada birlikte yaparız, dedim. Şöyle dedi:
Birinin yanında yemek yemek âdetim olsa sizde yerdim. Sonra ilâve etti:
Senelerdir canım patlıcan yemek istiyor, fakat bunu yemek mümkün olmadı. Et
yemeğinin içinde helal patlıcan da var, dedim, öyle ama patlıcan yeme arzum
safvet bulmadıkça (durulmadıkça) yiyemem, dedi».
Sûfî Abdullah b. Bâkûye (r.a.) nin Ebu Ahmed Sağîr´den şunu naklettiğini
işitmiştim. «Ebu Ahmed diyor ki: Ebu Abdullah b. Hafîf her gece iftar için
kendisine on tane kuru üzüm götürmemi emreyledi. Bir gece acıdım ve onbeş
tane kuru üzüm götürdüm. Bunu gören ibn Hafîf bana baktı ve: Böyle hareket
etme emrini nereden aldın? dedi ve on tanesini yedi, öbürlerini bıraktı».
Ebu Türab Nahşebî anlatıyor: «Bir defa müstesna, nefsim hiç bir şey arzu ve
temenni etmemişti. Seferde iken bir defa ekmek ve yumurta arzu etmişti, yolu
bırakarak bir köye saptım, köylülerden biri yakama yapıştı ve, hırsızlarla
bu adam da vardı, dedi. Bana yetmiş kırbaç vurdular. Sonra içlerinden biri
beni tanıdı ve: Bu adam Ebu Türab Nahşebi´dir, dedi. Benden özür dilediler,
içlerinden bir adam bana acıdı, evine götürdü, ikramda bulundu, ekmek ve
yumurta verdi. Nefsimin arzusuna ancak epey dayak yedikten sonra
kavuşabilmiştim.
12. Huşû-tevâzu
Yüce Allah: «Namazlarını huşu içinde kılan müminler kurtuluşa ermişlerdir.»
(Müminûn, 23/2) buyurmuştur (38).
Abdullah b. Mes'ud Resûlullah (s.a.) dan şu hadisi rivayet etmiştir:
«Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete girmeyecektir. Kalbinde
zerre kadar iman bulunan kimse Cehenneme girmeyecektir». Adamın biri sordu:
Ya Resûlallah, şüphesiz ki insan elbisesinin güzel olmasını ister (bu kibir
midir?) dedi. Bunun üzerine Resûlullah: «Hayır! Şüphesiz ki Allah güzeldir,
güzelliği sever, kibir hak olan bir şeyi reddetmek, halkı hor ve hakir
görmektir,» buyurdu (39).
Enes b. Mâlik anlatıyor: «Resûlüllah (s.a.) hasta ziyaretine gider, cenazeyi
teşyi´ eder, eşeğe biner, kölenin davetine bile icabet ederdi. Kureyza ve
Nadir muharebesi sırasında başında hurma ağacı liflerinden yapılmış bir
yular ve üzerinde liflerden mamul bir palan yapılmış eşeğe binmişti» (40).
Huşu, Hakk´a boyun eğmek; tevazu Hakk´a teslim olmak, Hakk´ın hükmüne
itirazdan vazgeçmektir,
Huzeyfe, «Dininizden ilk olarak kaybettiğiniz şey huşudur,» demiştir.
Sûfîlerden birine: Huşu nedir? diye sorulmuş. O da: Kalbin Hakk Sübhanehu ve
Teâla´nın huzurunda toplu ve büyük bir himmetle ayakta durmasıdır (Allah´ın
huzurunda murakabe halidir), diye cevap vermiştir.
Sehl b. Abdullah, «Kalbi huşu içinde olana Şeytan yaklaşamaz», demiştir.
Derler ki: İnsanda huşu bulunduğunun alâmeti, kızdırıldığında veya irâdesine
muhalefet edildiğinde veyahut reddedilme durumunda kaldığında bu halleri
kabul ile karşılamasıdır.
Tevazu ve huşu bahsini krş: Ta´airuf, 94; İhya, III, 362. 38. Huşu, boyun
eğmek, itaat ve inkiyad etmek, tevazu, alçak gönüllü olmak, kibirli ve gururlu olmamak, kendini beğenmemek, demektir. Huşu Hakk´a karşı, hudû halka karşı itaatkâr ve mütevazî olmak. 9. Müslim, iman, 39; ibn Mâce, Zühd, 16. 40. Tirmlzî, Cenaiz, 32; İbn Mâce, Zühd, 16.
Muhammed b. Ali Tirmizî der Ki: Huşu sahibi, arzuları tükenen, göğsündeki
arzudan haz alma dumanı sükûnet bulan, kalbi (şeriata hürmet ve) tazim
nurları saçan, bu sebeple şehveti (ve nefsi) ölen, fakat kalbi dirilen, onun
için de organları huşu (ve saygılı bir sükûnet) içinde bulunan kimsedir.»
Hasan Basri, «Huşu, kalp için lüzumlu olan dâimi korkudur,» der.
Cüneyd´e huşûun ne olduğu sorulunca şöyle demişti: «Kalbin gaybı bilene (Allâmü´l-guyûba)
karşı zillet içinde bulunmasıdır.» Allah Taâlâ: «Rahman olan Allah´ın arz üzerinde vakar ve sükûnetle yürüyen kulları vardır.» (Furkân, 25/63) buyurmuştur.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.)
in, «Âyette geçen hevn kelimesi tevazu ve huşu sahibi demektir,» dediğini
işitmiştim. Yine Dakkak´a göre âyetin mânası «Yürürken nalinlerin tasmasını
bile beğenmeyenler» (en küçük bir şey sebebiyle bile kibirlenmeyenler)
demektir.
Sûfîler, huşûun mahallinin kalp olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Sûfilerden biri zahiren hüzünlü gözleri ile yere bakan, omuzları aşağıya
doğru sarkık, büzülmüş birini görmüş ve adama göğsünü göstererek: Ey falan
huşu buradadır. Omuzlarına işaret ederek, (Huşu) burada değildir, demişti.
Rivayet olunur ki, Resûlullah (s.a.) namaz esnasında sakalı ile oynayan
birini görmüş ve: «Bu zatın kalbi huşu içinde bulunsaydı organları da huşu
içinde olurdu,» buyurmuştur (41).
Derler ki: Namazda huşûun şartı, sağda kim vardır, solda kim vardır,
bilmemektir.
Şöyle de denilebilir: Huşu, Hakk Sübhanehu ve Teâla´nın huzurunda edebe
riayet şartıyla sırren (ruhen) boyun eğmektir.
Huşu, Rabbın tecellileri karşısında kalbin soluşudur veya huşu, hakikat
sultanı olan Allah´ın tecellisi karşısında kalbin erimesi ve geri çekilerek
saklanmasıdır veya huşu, Hakk´ın heybetlerinin mukaddimeleridir veyahut;
huşu´ aniden ilâhî bir hakikatin keşfen bilinmesi sırasında birden kalbe
gelen bir ürpertidir, denilmiştir.
Fudayl b. îyaz, İnsanın kalbinde bulunan huşûdan fazlasını üzerinde
bulundurmasından hiç hoşlanmazdı. 41. Süyûtî, II, 130.
Derler ki: Bir kimse kendisine karşı mütevazi olmazsa, başkasına karşı hiç
mütevazi olamaz.
Ömer b, Abdülaziz topraktan başka bir yere secde etmezdi. Resûlullah (s.a.),
«Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez.»
buyurmuşlardır (42).
Mücahid (r.a.) der ki: «Allah Teâla Nuh kavmini tufanda boğunca, bütün
dağlar semâya doğru baş kaldırmışlar, sadece Cudi Dağı baş eğmiş ve tevazu
göstermişti. Onun için Allah Teâla bu dağı Nuh (a.s.) un gemisinin karargâhı
kılmıştı». Ömer b. Abdülaziz bir gece misafirinin bulunduğu bir yerde bir şeyler yazıyordu. Lambada yağ kalmamıştı, sönmek üzere idi. Misafir: Müsaade ederseniz kalkayım lambayı düzenleyeyim, dedi. Ömer, «Hayır! Misafirden hizmet istemek kereme sığmaz,» dedi. Misafir: O halde hizmetçiyi uyandırayım, dedi. Ömer yine, «Hayır olmaz, hizmetçi daha yeni uyudu,» dedi ve kalktı, yağ tenekesine gitti ve lambaya yağ koydu* Bu durumu gören misafir: Ey müminlerin emiri, iyi ama bu işi bizzat kendin yaptın, dedi. Ömer: «Ama Ömer olarak gittim ve Ömer olarak döndüm, neyim eksildi,» diye cevap verdi.
Ebu Said Hudrî (r.a.) rivayet eder ki: «Resûlullah (s.a.)
merkebine ot verir, evini süpürür, ayakkabısını tamir eder, elbisesini
yamar, koyunları sağar, hizmetçilerle beraber yemek yer, el değirmeni
çeviren hizmetçi yorulunca ona yardım eder, pazardan aldığı eşyayı eve
bizzat taşımasına hayası mani olmaz, zengin-fakir herkesin elini sıkar, ilk
defa selâm veren o olur, davet edildiği şey (takdim edilen şey) ham ve kuru
bir hurma bile olsa hor görmez idi. Çok külfetsiz bir dostluğu vardı, huyu
yumuşak idi, yaratılış itibarıyla asil idi. Arkadaşlığı güzel, yüzü güleç
idi, gülmez, fakat daima gülümserdi. Mahzun idi, fakat asık suratlı değildi.
Mütevazi idi, fakat zelil değildi. Cömert idi, fakat müsrif değildi. Her
Müslüman'a merhamet eden rikkatli bir kalbi vardı, tokluk sebebiyle geğirmez,
elini tamahla bir şeye uzatmazdı» (43).
Fudayl b. İyaz, «Nefsinin peşinde gidenin tevâzudan nasibi olmaz,» demiştir.
Fudayl der ki; «Hakk Sübhanehu ve Teâla dağlara şöyle vahyetti: «İçinizden birisi üzerinde Peygamberimle konuşacağım.» Bunun üzerine
dağların hepsi baş kaldırdı, boyunlarını uzattı, sadece Tûr-i Sina boyun
eğdi, tevazu gösterdi. Gösterdiği tevazu sebebiyle Allah Teâla Peygamberi
Musa (a.s.) ile bu dağ üzerinde konuştu.»
Cüneyd´e, Tevazu nedir? diye sorulunca: «Şefkat kanatlarını (ana kuşun
yavruları üzerine gerdiği gibi) halk üzerine germek ve onlara karşı yumuşak
davranmaktır,» demiştir.
İbn Mübarek şöyle diyor; «Zenginlere karşı kibirli görünmek, fukaraya karşı alçak gönüllü olmak tevâzuun gereğidir».
İbrahim b. Şeyban, «Şeref, tevâzuda, izzet, takvada, hürriyet, kanaatdadır.»
demiştir.
Bir gün Abdullah b. Abbas Zeyd b. Sabiti görünce atının üzengisinden tutarak
ona hizmet etmek istedi. Zeyd ne yapıyorsun ey Allah Resulünün amcazadesi,»
dedi. İbn Abbas üzengiyi bırakmadı ve: «Âlimlerimize böyle hürmet
göstermekle emrolunduk,» dedi. Bunun üzerine Hz. Zeyd, İbn Abbas´ın elini
tuttu, öptü ve: «Biz de Allah Resulü (s.a.) nün akrabasına böyle saygı
göstermekle emrolunduk,» dedi.
Urve b. Zübeyr diyor ki: «Hz. Ömer (r.a.) i omuzunda su tulumu taşırken
gördüm ve: Ey müminlerin emiri, bu davranış sana lâyık değildir, dedim. Bana
cevaben; Kabile şefleri bana itaat ederek ve sözümü dinleyerek yanıma
gelmişlerdi. Bunun neticesi olarak içimde kibir ve azamet duygusu belirdi.
Bu duyguyu kırmayı arzu etmiştim, dedi ve yoluna devam ederek kırbadaki suyu
ensardan bir kadının evindeki su kabına boşalttı».
Ebu Hatim Sicistânînin Ebu Nasr Serrâc´dan şunu naklettiğini işitmiştim:
Medine Emiri bulunduğu sırada Ebu Hüreyre sırtında odun getirirken,
«Komutana yol veriniz!» derken görülmüştür.
Adamın biri Şiblî´ye geldi, Şiblî ona: «Sen nesin?» (veya sen kimsin) dedi.
Adam: «´Bâ´ harfinin altındaki noktayım (önemsiz bir kimseyim) efendim.»
diye cevap verdi. Bunun üzerine Şibli: «Kendin için bir makam tanımadıkça
sen bir Şahidisin (Huzur-ı Hakk´dasın, hâlin istikamet üzeredir) dedi.
(Kendini harflerin üstündeki noktalara benzetmeyip ´Ba´nın altındaki noktaya
benzetmesi tevâzudan kinayedir. ´Ba´ harfi altındaki küçük bir nokta ile
diğer harflerden ayırt edildiği gibi ben de önemli olmayan farklarla halktan
ayrılır ve tanınırım. Aslında onlardan ayrı bir yönüm yoktur, halktan
biriyim, demektir. "Ba´daki nokta bu harfe delâlet ettiği gibi ben de
yaratanıma delâlet ediyorum, şeklinde de izah edilmiştir).
Şuayb b. Harb diyor ki: «Bir kere Kabe´yi tavaf ederken aniden biri dirseği
ile beni dürttü, o tarafa baktım, gördüm ki Fudayl b. îyâz imiş. Bana dedi
ki: Ey Şuayb! Eğer şu hac mevsimine bir sen, bir de benden daha kötü kimse
iştirak etmiştir, zannında isen, bil ki bu çok fena bir zandır!»
Sûfîlerden biri anlatıyor: Tavaf esnasında meddahlar arasında bir kişi
görmüştüm, meddahlar o kişi için halkın tavaf yapmasına mani oluyorlardı.
Aynı şahsı bir müddet sonra Bağdat köprüsünde halktan bir şeyler dilenirken
gördüm. Hayrete düştüm. Şaşkınlığımı fark edince bana dedi ki: Ben halkın
tevazu gösterdiği bir yerde kibirlendim. Halkın kendilerini yüksek
gördükleri bir yerde beni zillete mahkûm etmek suretiyle Hakk Taâlâ ve
Takaddes Hazretleri başımı *belâya soktu.
Ömer b. Abdulaziz´e oğlunun bin dirheme bir yüzük kaşı satın aldığı haber
verildi. Ömer hemen oğluna bir mektup yazarak: «Bana gelen haberlere göre
bin dirheme bir yüzük kaşı almışsın. Mektubumu alınca derhal onu sat ve bin
aç karın doyur. İki dirhemlik bir yüzük kullan, kaşı da Çin demirinden
olsun, üzerine: Allah haddini bilene (ve nefsinin değerini idrâk edene)
merhamet eylesin! diye yaz,» demiştir.
Derler ki: Emirlerden birine satın alması için bir köle takdim edilmişti.
Kölenin değeri bin dirhem idi. Parayı vereceği bir zaman Emir fiyatı
çoğumsadı ve köleyi almaktan vazgeçtiğini bildirdi. Getirilen paraları
hazine memuruna iade etti. Bunun üzerine köle dedi ki: Beyefendi, beni satın
almalısın! Çünkü vereceğin her dirheme mukabil bende bir maharet var, hatta
meziyetlerim vereceğin dirhemlerden de fazla. Emir; Neymiş bu meziyetler?
dedi. Köle: Bu hünerlerin en azı ve aşağısını söyleyeyim. Beni satın alsan
da bütün kölelerin başına geçirsen yine kabalık yaparak gururlanmam, kölen
olduğumu bilir ve kibirlenmem, dedi. Bunun üzerine Emir köleyi satın aldı.
Reca b. Hayya´nın şunu söylediği nakledilir: «Ömer b. Abdülaziz hutbe
okurken giyindiği elbiseye on iki dirhem fiyat takdir ettim. Bu elbiseler;
bir kaba, bir sarık, bir gömlek, bir şalvar, bir çift mesh ve bir serpuş
idi».
İbrahim b. Edhem diyor ki: «İslâm içinde geçen ömrüm dahilinde sadece üç
kere sevindim: Bir kere bir gemiye binmiştim, orada bir hokkabaz vardı. Biz
Türk diyarında kâfiri böyle yakalardık, diyor ve başımdaki saçımdan tutarak
beni sallıyordu, bu ise beni memnun ediyordu. Çünkü onun nazarında gemide
benden daha hakir birisi mevcut değildi. Başka bir zaman da hasta vaziyette
mescitte bulunuyordum. Müezzin içeri girdi ve: Defol buradan! dedi. Dışarı
çıkmaya takatim kalmamıştı, ayağımdan tuttu, sürüyerek mescidin dışına attı.
Üçüncü hadise şudur: Şam´da bulunuyordum, üzerimde bir kürk vardı. Kürke
baktım arasındaki bitlerin çokluğundan kürkün tüylerini ayırt edemedim. Bu
manzara beni sevindirmişti».
Derler ki Ebu Zer ile Bilal (r.a.) şiddetli bir tartışmaya girmişlerdi. Ebu
Zer Bilal´ı kara olmakla itham etti. Bilal Ebu Zer´i Resûlullah'a (s.a.)
şikâyet etti. Resûlullah, Ebu Zer´e, «Söylediğin bu söz câhiliyet
dönemindeki kibirden olmak üzere kalbinde kalan bir şeydir,» dedi. Bunun
üzerine Ebu Zer kendini yere attı ve Bilal, ayağı ile kafasına basmadıkça
başını yerden kaldırmamaya yemin etti ve Bilal istenen işi yapmadıkça başını
yerden kaldırmadı (44).
Naklederler ki: Hz. Ömer ganimet olarak gelen hülleleri sahabe arasında
taksim etmiş, Yemen işi bir hülleyi de Hz. Muaz´a göndermiş, Hz. Muaz bu
hülleyi satmış, parası ile altı tane köle almış, sonra da bunları âzâd
etmişti. Hadise Hz. Ömer´e intikal etmiş, Hz. Ömer de başka bir seferinde
hülleleri bölüştürürken Hz. Muaz´a değeri evvelki hülleden aşağı bir hülle
göndermiş. Bunun da değerini bilerek muamele eder» demişti. |