İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Muhammed bin Ali bin Muhammed bin Hacer Heytemî’dir. Künyesi Ebü’l-Abbâs olup, lakabı Şihâbüddîn’dir. 899 (m. 1494) senesi Receb ayında, Mısır’da doğdu. 974 (m. 1566) senesinde, Mekke-i mükerremede vefât etti. Cennet-ül-Muallâ kabristanındaki Taberiyyîn türbesine defnedildi.

İbn-i Hacer ismiyle şöhret buldu. Dedelerinden biri, lüzumsuz konuşmaz, ancak ihtiyâç ve zarûret olduğunda konuşurdu. Konuşmaması sebebiyle onu bir taşa benzettiler ve Hacer (taş) dediler. Sonra da böyle meşhûr oldu.

İbn-i Hacer daha küçük yaşta iken, babası vefât etti. Onun tahsili ve terbiyesi ile, babasının hocası büyük tasavvuf âlimi Şemsüddîn bin Ebi’l-Hamâil ve onun talebesi Şemsüddîn Şenâvî meşgûl oldular. Şemsüddîn Şenâvî, onu Heytem’den Tanta’ya götürdü. Orada Kur’ân-ı kerîmi ezberledi ve bir müddet tahsil gördü, ilk derse, Seyyid Ahmed Bedevî’nin makamında diz çökerek başladı. 924 (m. 1518) senesinde Kâhire’ye gitti. On dört yaşında iken Câmi’ul-Ezher Medresesi’ne girdi Kâhire’de; Kâdı Zekeriyyâ, Abdülhak Sinbâtî, Mücellen Nefs Şafiî, Şemsüddîn bin Ebi’l-Hamaî, Şemsüddîn Şühdî, Şemsüddîn Semhûdî, İbn-i İzzeddîn Basiti, Emîn Gamrî, Şihâbüddîn Remlî, Tablâvî Şafiî, Ebü’l-Hasen Bekrî, Şemsüddîn Lekânî, Şemsüddîn Tahrayî, Şemsüddîn Abbâdî, Şemsüddîn Bedvî, Şemsüddîn bin Abdülkâdir Fardî, Şemsüddîn Delcî, Şihâbüddîn Natvî, Şihâbüddîn Reksî, Şihâbüddîn bin Abdülhak Sinbâtî, Şihâbüddîn Bülkînî, Şihâbüddîn bin Tıhân, Şihâbüddîn bin Neccâr, Şihâbüddîn bin Sâig gibi asrının meşhûr âlimlerinden; sarf, nahiv, me’ânî, mantık, ferâiz, hesâb, usûl-i fıkıh, fıkıh, hadîs, tefsîr, kelâm ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Şafiî mezhebinde ve diğer hak mezheblerde büyük bir âlim olarak yetişti. Yirmi yaşında, din ve fen ilimlerinde mütehassıs oldu. Talebe yetiştirmek ve fetvâ vermek üzere icâzet (diploma) aldı. Yetişmesinde büyük yardımı dokunan hâmisi Şemsüddîn Şenâvî’nin de teşviki ile, onun yeğeni ile evlendi. Bu sıralarda Şafiî mezhebi fıkhına dâir er-Ravda adlı eseri, önce ihtisar edip (kısaltıp), daha sonra da şerh etmeye başladı. Bu eser, değerini bilmeyenler tarafından parçalandı. Bu duruma İbn-i Hacer çok üzüldü.

İlk defa 932 (m. 1526) yılında Mekke-i mükerremeye gitti. Bu yolculuğunda ilk eserini yazmaya başladı. Hac sonu Mekke’de bir müddet kaldı. Eserini de Mısır’a dönüşünde tamamladı. 937 (m. 1531) senesinde tekrar ailesiyle birlikte hacca giden İbn-i Hacer, bu seferinde Mekke-i mükerremede uzun müddet kaldı. Sonra da Kâhire’ye döndü. 940 (m. 1534) senesi hac mevsiminde, yerleşmek üzere Mekke’ye gitti ve otuz üç sene, vefâtına kadar orada kaldı. “İmâm-ül-Haremeyn” ismiyle meşhûr oldu. Halka fetvâ ve ders verirdi. Çok talebe yetiştirdi. Bir taraftan da kıymetli eserlerini yazdı. Eserlerinin hemen hemen tamâmını burada te’lîf etti. Hicaz’da ve diğer beldelerde şöhreti yayıldı, insanlar ondan istifâde için yanına toplandılar.

İbn-i Hacer, yaşadığı asırda büyük hizmetler yaptı. İnsanlara doğru yolu gösterip, eşsiz eserler yazdı. İbn-i Hacer’in yaşadığı devirde, Mısır ve Hicaz Osmanlı Devleti’ne bağlı idi. Mekke-i mükerremedeki devletin temsilcisi emirler tarafından da büyük hürmet ve i’tibâr gördü. İbn-i Hacer, adâlet mevzûunda yazdığı kırk hadîs kitabını, devrin Osmanlı Pâdişâhı Kanunî Sultan Süleymân Hân’a ithaf etti. Sultan’dan ve devlet ricalinden son derece hürmet gördü. İbn-i Hacer, Ehl-i sünnet Müslümanlarının gözbebeği oldu. Âlimler tarafından övüldü. Asrının bir tanesi idi.

Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî onu çok övdü. “İbn-i Hacer-i Mekkî’nin sözleri, yazıları, dört mezhebde de hüccettir, seneddir” buyurdu.

Âlimler onun gibi ve onun kadar eser yazmaktan âciz kaldılar. Eserleri tekrar tekrar basıldı. Yirmi tanesi 1338 (m. 1919) yılına kadar çok defa basıldı. Biyografi müelliflerinin eserlerinden tesbit edildiğine göre, eserlerinin başlıcaları şunlardır:

1- El-A’lâm bi Kavâti-il-İslâm: 1293 (m. 1876) senesinde Mısır’da 160 sahife olarak basıldı. Hakîkat Kitabevi tarafından neşredildi.

2- Tuhfet-ül-muhtâc: İmâm-ı Nevevî’nin Minhâc’ının şerhidir. Dört cild hâlinde, Mısır’da 1282 (m. 1865) senesinde; üç cild hâlinde de 1290 (m. 1873) senesinde Bulak matbaasında basıldı. Şafiî mezhebinde en kıymetli fıkıh kitabıdır.

3- Tuhfet-ül-ahyâr fî mevlid-il-Muhtâr.

4- Tathîr-ül-cenân vel-lisân: Yüz altmış dört sahife olarak “Savâik” adlı eserinin hamişinde (ilâve yazı, dipnot, hâşiye); 1307-1308 (m. 1890) senesinde Mısır’da ve 1983’de İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırıldı. Bu eserinde Hazret-i Mu’âviye’nin ve Amr İbni As hazretlerinin Ashâb-ı Kirâmın büyüklerinden oldukları, İslâmiyet'e yaptıkları hizmetlerini bildirmekte, Ashâb-ı Kirâm arasında olan muharebeler hakkında çok fâideli ve lüzumlu açıklamalar yapmaktadır.

5- El-Cevher-ül-münazzam fî ziyâret-i Kabr-il-Mükerrem: Yüz dört sahife olarak Bulak matbaasında 1279 (m. 1862) ve 1309 (m. 1891) senelerinde basılmıştır.

6- Hâşiyetün alel îzâh fil-menâsik lin-Nevevî: Hac ibâdetine âit olan bu eseri, Mısır Meymeniyye matbaasında 1323 (m. 1905) senesinde; Cemâliye matbaasında da iki yüz elli bir sahife olarak 1329 (m. 1911) senesinde basıldı.

7- Hayrât-ül-hisân fî menâkib-il-İmâm-il-a’zam Ebî Hanîfet-in-Nu’mân: Mısır Hayriyye matbaasında 1304 (m. 1886) ve 1311 (m. 1893) senesinde basılmıştır. “Mevâhib-ür-Rahmân” adıyla Türkçeye tercüme edilen bu eser, İmâm-ı A’zam’ın büyüklüğünü anlatır.

8- Ez-Zevâciru fin-nehyi an iktirâf-il-kebâir: İki cild hâlinde, hamişinde de “El-A’lâm” ve “Keff-ür-ruâ’” adlı eserleri ile birlikte Bulak matbaasında 1284 (m. 1867); Meymeniyye’de 1310 (m. 1892)-1331 (m. 1912) senelerinde basıldı. Büyük günahları bildiren bir eserdir.

9- Şerh-ül-erbe’în lin-Nevevî:

İmâm-ı Nevevî’nin te’lîfi olan kırk hadîsin şerhidir. 1307 (m. 1889) senesinde Mısır’da basıldı. Diğer adı Feth-ül-mübîn’dir.

10- Şerh-ül-Kasîdet-il-Bürde: Yüz altmış sekiz sahife olarak 1309 (m. 1891) senesinde Bulak matbaasında; ayrıca 1301-1303 (m. 1885) senelerinde de Kâhire’de basıldı.

11-Es-Savâik-ül-muhrika: Hindistan’da âlimler, velîler çok olduğu hâlde ve İslâm güneşi yükselmiş olup, cihanı nûrlandırmakta iken, kalbleri cehâlet ile kararmış, menfaat, hırs ile bozulmuş olan zındıklar, Ashâb-ı Kirâma dil uzatıyor ve taassubu, edebsizliğe kadar götürüyorlardı. O zaman, Hind Sultânı Hümâyûn Şah (radıyallahü anh) olup, dînini çok sever, âlimlere pek hürmet ederdi. İhsânı ve adâleti ve herkesin şânına yakışan idâresi ile, Müslümanlara her sûrette iyilik ederdi. Kendisi, Hindistan’daki Gürgâniyye devletinin kurucusu olup, Bâbür Şâh’ın (radıyallahü anh) oğlu idi. İşte böyle mes’ûd bir zamanın âlimleri, sapıkları susturmak için toplanarak, İbn-i Hacer hazretlerine başvurdular. O da, Sahâbe-i Kirâmın (r.anhüm) üstünlüklerini, iki büyük kitapta yazıp, delîl, sened ve vesîkalarla düşmanların dillerini kesti. Bu kitabı iki kısımdır. Birincisinde; Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali hazretlerinin hak halîfe olduklarını, üstünlüklerini ve Ashâb-ı Kirâmın hepsini sevmemiz lâzım olduğunu, Âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle isbât etmektedir. Râfızîlerin Ashâb-ı Kirâmın çoğunu kötülediklerini, Ehl-i sünnet mezhebindeki Müslümanlara bu yüzden saldırdıklarını, bu sebeble bid’at sahibi olduklarını, sapık ve yanlış yolda bulunduklarını, İslâmiyet'e çok zarar yaptıklarını yazmaktadır. Kitabın ikinci kısmı, “Tathîr-ül-cenân” ismi ile meşhûrdur. 1307 (m. 1889) senesinde Kâhire’de yüz altmış dört sahife olarak basılan bu eserin ikinci tab’ı, 1385 (m. 1965) senesinde iki yüz altmış üç sahife olarak basılmıştır. Devamındaki “Tathîr-ül-cenân” da altmış sekiz sahifedir. Bu eser, İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından ofset yoluyla bastırılmıştır.

12- El-Fetâvâ-el-Hadîsiyye: 1307 (m. 1889) ve 1329 (m. 1911) târihlerinde Mısır’da iki yüz kırk sekiz sahife olarak basılmıştır. Yeni baskıları da vardır.

13- El-Fetâvâ-ül-kübrâ el-Fıkhiyye: Dört cüz hâlinde Kâhire’de Meymeniyye matbaasında 1333 (m. 1914) senesinde basıldı.

14-Feth-ül-cevâd fî şerh-il-irşâd: iki cüz olarak 1305 (m. 1887) senesinde Mısır’da basıldı.

15- Keff-ur-Ruâ,

16-Menâsik-ül-hac: İki yüz kırk sahife olarak 1323 (m. 1905) senesinde Meymeniyye, daha sonraları Mekke ve Mısır’da defalarca basıldı.

17- El-Minah-ül-mekkiyye fî şerh-ıl-Hemziyye: Busayrî’nin meşhûr kasidesinin şerhidir. 1292 (m. 1875) senesinde Bulak matbaasında basıldı.

18- En-Nûhab-ül-celîle fil-hutâb-il-cezîle: İki yüz yetmiş sekiz sahife olarak 1290-1308-1310 (m. 1873-1890-1892) senelerinde Mısır’da basıldı.

19- El-Erbe’în-il-Adliyye: Kâtip Çelebi’nin, Kanunî Sultan Süleymân’a armağan edilmiştir diye kaydettiği meşhûr eserdir. 1152 (m. 1739) senesinde Leiden’de basıldı.

20- Şerh-ül-muhtasar-ül-fıkh-iş-Şâfiî: 1301 (m. 1883)-1305 (m. 1887) senelerinde Kâhire’de basıldı.

21- Feth-ül-Bârî,

22- El-Kavl-ül-muhtasar fî alâmât-il-Mehdî: Mehdî aleyhisselâmın ikiyüz kadar alâmetini bildirmektedir.

23- Kalâid-ül-ukbân,

24-Nasîhat-ül-mülûk: Bunlar çok kıymetli eserleridir.

Basılmamış olan birçok eseri daha vardır. Bunlardan ba’zıları şunlardır: Meblag-ül-i’râb fî fadl-il-Arab, Ma’den-il-Yevâkît, Tahrîr-ül-makâl, el-Kavl-ül-muhtasar, el-İfsâh an ehâdîs-in-nikâh, Dürr-ül-mendûd, Tenbîh-ül-ahyâr, Eşrâf-ül-vesâil ilâ fehm-iş-Şemail.

Allâme İbn-i Hacer-i Mekkî’ye soruldu: “Diri olan velî için nezr yapmak caiz midir? Nezr olunan şeyleri o velîye veya herhangi bir fakire vermek lâzım mıdır? Ölmüş olan velî için nezr yapmak caiz midir? Nezr olunan malı velînin çocuklarına ve akrabasına, yahut onun yolunda bulunanlara, talebesine, hizmetçilerine vermek lâzım mıdır? Mezar üzerine, kabir, duvar, parmaklık, sıva gibi şeyler yapmak için nezr sahih olur mu?

Cevâb olarak buyurdu ki: “Diri olan velî için adak yapmak sahîhdir. Adak olunan malı ona vermek vâcibdir. Başka hiçbir yere vermek caiz olmaz, ölmüş velî için nezr yapmağa gelince, mal meyyitin olsun diye niyet edilirse, nezr bâtıl olur. Sahîh olmaz. Başka bir hayr için, meselâ, çocuklarına, talebesine, türbesindeki veya başka yerdeki fakirlere vermeği, yedirmeği niyet ederse, adak sahih olur. Niyet ettiği şeyleri vermesi vâcib olur. Adak sahibi hiçbir şey niyet etmedi ise, zamanındaki Müslümanların âdetlerine bakılır. Hemen her Müslüman, ölü için nezrim olsun diyerek, yazdığımız yerlerden birine vermeği ve sevâbını ölüye bağışlamağı düşünmektedir. Adak yapan da, bu yerleşmiş, kökleşmiş âdetleri bildiği için, onlar gibi nezr etmiş olur. Vakfda olduğu gibi nezri sahih olur. Vakfda, şartlarını söylemese, yerleşmiş adetlerdeki şartlara göre vakfetmiş sayılmaktadır. Mezarların yapılması, sıvanması için yapılan nezrler bâtıldır. Fakat İmâm-ı Ezrâî ve Zerkeşî ve başkaları buyurdu ki: Peygamberlerin, evliyânın ve âlimlerin mezarlarını, yırtıcı hayvanların ve hırsızların ve düşmanların açmasından korumak için üzerine duvar, parmaklık gibi şeyler yapmak caizdir. Böyle fâideli şeyleri adamak sahih ve caiz olur ve iyi olur. Bunlar için vasıyyet yapmak da böyledir.

İbn-i Hacer-i Mekkî buyurdu ki: Mü’minlerin rûhları (İlliyyîn) denilen makamda, kâfirlerin rûhları (Siccîn) denilen yerdedir. Her rûh, cesedine, bilinmeyen hâlde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyâdaki bağlılıklar gibi değildir. Rü’yâ gören kimsenin, gördüğü şeylere olan bağlılığı gibidir. Fakat, ölülerin cesedlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rü’yâ görenin bağlılığından pek çok kuvvetlidir. Bunun içindir ki, İbn-i Abdülberr’in, rûhlar kabirlerinin yanındadır sözü ile yukarıdaki sözün arasını bulmak güç olmaz. Rûhların kendi cesedlerine te’sîr ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Meyyit kabirden çıkarılıp başka kabre konursa, rûhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp, toprak maddeleri, sıvıları ve hâsıl olan gazları dağılınca, bu bağlılık yine bozulmaz.”

“Nifak ya’nî münâfıklık, zâhirin bâtına uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. İ’tikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür, işlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. İ’tikâdda, îmânda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenâdır, ifâ etmek, yerine getirmek niyeti ile va’d yapmak caizdir, hattâ sevâbtır. Böyle va’di ifâ etmek vâcib değildir, müstehâbdır. Îfâ etmemek tenzîhen mekrûh olur. Hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, yapmak niyeti ile verdiği sözü tutmazsa günah olmaz” buyuruldu. Hanefî ve Şafiî mezheblerinde, ahdi bozmak da, özürsüz mekrûh, özürlü caizdir. Fakat bozacağını önceden haber vermek vâcibdir. Hanbelî mezhebinde va’de vefa vâcibdir. Yerine getirmemek haram olur. Yapması dört mezhebde de sahih olan bir şeyi yapmak takvâ olur.”

“Ey kalbi Allah sevgisi ile, Resûlullah sevgisi ile dolu olan müslüman! Birinci vazîfen, Peygamberimizin (aleyhisselâm) Ashâb-ı Kirâmının sevgisini, Ehl-i Beyt-i Nebevinin sevgisi ile kalbinde cem’ etmektir. Ehl-i Beyti, Resûlullahın evlâdı oldukları için sevdiğimiz gibi, diğerlerini de, O’nun ashâbı oldukları için sevmeliyiz. Çünkü, Ashâb-ı Kirâmın nâil oldukları şeref pek yüksektir. O şerefe başkaları kavuşamaz. O şereften birisi, Resûlullahın (aleyhisselâm) mübârek nazarları onlara işlemiş ve hepsine ma’nevî imdâd ile yardım etmiştir. Bu hâssa, bunlardan başkasında bulunmuyor. Bunların kemâlâtına, geniş ilimlerine, Peygamber efendimizden (aleyhisselâm) aldıkları hakîkat mirasına, sonra gelenlerden hiçbiri kavuşamamışlardır. Her müslümanın, bunların hepsini âdil, sâlih, velî, âlim ve müctehid bilmesi lâzımdır. Selef-i sâlihîn ve ulemâ-i kâmilin de bu i’tikâdda idiler. Kendilerinden bir hatâ çıksa da, cenâb-ı Hak hepsini af ve mağfiret ile müjdelemiştir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allah onların hepsinden râzıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar” buyurulmuştur (Beyyine-8). Sahâbe-i Kirâmdan birini kusurlu bilmek ve kötülemek, bu âyet-i kerîmeye inanmamak olur. Şüphe yoktur ki, hazret-i Mu’âviye (radıyallahü anh), Sahâbe-i Kirâmın neseb i’tibâriyle büyüklerindendir. Peygamber efendimize (aleyhisselâm) neseb ile ve nikâh ile çok yakın ve mahremleridir.

Server-i âlem (aleyhisselâm), onun hilm ve cömertliğini medh ve sena buyurmuştur. Onda İslâmiyet, sohbet, neseb, nikâhla akrabalık şerefleri toplanmıştır ki, bunların her biri, Cennette Resûlullahın (aleyhisselâm) yanında bulunmağa sebep olan şereflerdir. Bunlara hilm, ilim ve halifelik şerefleri de katılınca, kalbinde az bir safa ve sıdkı ve salâhı ve imânı ve iz’ânı olan kimse için artık bu husûsta fazla anlatmağa lüzum kalmaz.”

Zevâcir’den ba’zı bölümler:

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Uyluğunuzu göstermeyiniz, ölünün ve dirinin uyluğuna bakmayınız.”

“Avret yerini başkasına gösterene, Allahü teâlâ şiddetli azâb yapacaktır.”

“Avret yerini açmak büyük günahtır.”

“Üç kişi Cennete hiç girmeyecektir: Birincisi; deyyus, ya’nî karısının başka erkeklerle düşüp kalkmasına göz yuman kimse. İkincisi; kendisini erkeklere benzeten kadınlar. Üçüncüsü; içki içmeğe devam edenler. “Kadınların kendilerini erkeklere benzetmesi demek, onlar gibi giyinmesi, başlarını onlar gibi traş etmesi olup, büyük günahlardandır.

“İki kişi vardır ki, Cehenneme gireceklerdir: Birincisi; yanlarında kırbaçlar, coplar taşıyıp, insanları haksız olarak dövenlerdir. İkincisi; erkeklere kendilerini çıplak gösteren, ya’nî ince, altındaki deri görünen elbise ile erkekler yanına giden kadınlardır. Bunlar, kötü iş için erkeklerin yanına giderler.”

Ebû Dâvûd, hazret-i Âişe’den (radıyallahü anha) bildiriyor ki: Kız kardeşim Esma, Resûlullahın yanına geldi. Arkasında ince elbise vardı. Derisinin rengi belli oluyordu. Resûlullah (aleyhisselâm) baldızına bakmadı. Mübârek yüzünü Çevirdi ve “Yâ Esma! Bir kız namaz kılacak yaşa geldiği zaman, onun, yüzünden ve iki ellerinden başka yerlerini erkeklere göstermemesi lazımdır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, kadınların yabancı erkekler yanına açık saçık çıkmaları büyük günahtır. İmâm-ı Zehebî buyuruyor ki: “Erkeklere zînetini gösteren kadınlara, meselâ altın, inci gibi şeyleri örtüsünün üstüne takan, koku süren, boyalı, ipek kumaş örtünmüş olan, kol ağızları geniş olup kolları görünen ve bunlar gibi kendilerini erkeklere gösteren kadınlara, Allahü teâlâ dünyâda ve âhirette azâb edecektir. Bu kötülükler, kadınlarda çok olduğu için, Resûlullah (aleyhisselâm); “Mi’râc gecesi Cehennemi gördüm. Cehennemdekilerin çoğunun kadın olduğunu gördüm” buyurdu.

“Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, hamama peştemal ile örtülü girsin! Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan kimse, zevcesini hamama göndermesin!”

“Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan bir kimse, yabancı bir kadınla bir odada yalnız kalmasın!”

“Erkeklerin dizleri ile göbekleri arası avrettir.”

“Zinâ eden kimse, puta tapan kimse gibidir.” Bu hadîs-i şerîf, zinânın büyük günah olduğunu göstermektedir.

“Şarap içmeğe devam eden bir Müslüman öldüğü zaman, Allahü teâlâ onu puta tapan kâfir gibi cezalandırır.” Zinânın, şarap içmekten daha kötü, daha günah olduğu muhakkaktır.

“Bu ümmetin hayırlı olması, aralarında zinâ yayılıncaya kadar devam edecektir. Zinâ aralarında yayılınca, Allahü teâlâ hepsine azâb eder.”

“Aralarında zinâ ve ribâ yayılan bir memlekette bulunanlara, Allahü teâlânın azâbı helâl oldu.” Ribâ, faiz almak ve faiz vermek demektir.

Resûlullah (aleyhisselâm), ashâbına sorarak: “Zinâyı nasıl bilirsiniz?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ ve O’nun Resûlü zinâyı haram etmiştir. Kıyâmete kadar haramdır” dediler. “Bir kimse, komşusunun kadını ile zinâ ederse, yabancı on kadınla zinâ etmekten daha çok azâb çeker” buyurdu.

Yabancı kadına şehvetle elini süren kimsenin, kıyâmet günü eli boynuna bağlanacaktır. Onu öperse, dudakları, Cehennem ateşinde yanacaktır.”

“Yabancı bir kızla zinâ etmek büyük bir günahtır. Evli kadınla yapmak daha büyük günahtır. Mahrem akrabası ile zinâ yapmak hepsinden büyük günahtır. Dul kadının zinâ yapması, kızın yapmasından daha büyük günahtır. Yaşlı adamın yapması, gençlerin yapmasından daha büyük günahtır. Âlimin zinâsı, câhilin zinâsından daha büyük günahtır.”

“Allahü teâlâ buyurdu ki: Velîlerim sebebi ile bana düşmanlık eden, bilsin ki, benimle harb halindedir. Kulumun, farz ettiğim şeylerle bana yaklaşmasını sevdiğim kadar, başka hiçbir şeyle yaklaşması sevgili olmaz. Kulum bana nafile ibâdetleri yapmakla yaklaşınca, onu severim ve her istediğini veririm.”

“Bir kimse bana salavât okursa, bana bildirilir. Ben de ona duâ ederim.”

“Bir Müslüman bana selâm verince, rûhum bedenime gelir, selâmına cevap veririm. Peygamberler mezarlarında diridirler.”

Resûlullah (aleyhisselâm); “Toprak, Peygamberlerin cesedlerini çürütmez. Cum’a günleri bana çok salavât okuyunuz! Ümmetimin okuduğu salavât, her Cum’a günü bana bildirilir.” buyurdu. Ashâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! Sen mezarda çürüdükten sonra, selâmlar nasıl bildirilir?” dediler. Cevâbında: “Allahü teâlâ, toprağın Peygamberleri çürütmesini haram etmiştir” buyurdu.

Âyet-i kerîmede; “Ey mü’minler! Birbirinizin mallarını bâtıl yoldan yemeyiniz!” buyuruldu (Bakâra-188). Bâtıl yol, faiz, kumar, gasb, sirkat, hile, hıyânet, yalancı şâhidlik, yalan yemîn ederek aldatmaktır.

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Helâl yiyen, farzları yapıp haramlardan sakınan ve insanlara zarar vermeyen bir Müslüman Cennete gidecektir”

“Haram ile beslenen beden, ateşte yanar.”

“Şerrinden, zararından emîn olunmayan kimsenin, dîni, namazları, zekâtları, kendisine faide vermez.”

Yine hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Hileli mal satan, bizden değildir. Gideceği yer Cehennemdir.”

“Çok namaz kılan, oruç tutan, sadaka veren, fakat dili ile komşularını incitenin gideceği yer Cehennemdir” Kâfir olan komşuyu da incitmemek, ona da iyilik yapmak ihsân etmek lâzımdır.

“İki Müslüman, dünyâ çıkarları için dövüşünce, ölen de öldüren de Cehenneme gidecektir.”

“İnsanlara zulm eden, kıyâmette bunun azâbını çekecektir.”

Gayr-i müslimlere zulm yapmak da böyledir.

“Üç kimsenin duâsı muhakkak kabûl olur. Mazlûmun, misâfirin ve ana-babanın.”

“Kâfir olsa da, mazlûmun bedduâsı reddedilmez.”

“Günahlar içinde azâbı en çabuk verilecek olanı, hükümetine isyan etmektir.”

Âlimlerin çoğu, günâhı, büyük ve küçük günah diye iki kısma ayırmışlardır. Büyük günahların kısa olarak ta’rîfi: Her farzın terki, âyet ve hadîsle haram olduğu bildirilen her şey ve Cehennem ile korkutulan her günah.

Küçük günahların ta’rîfi: Haklarında âyet ve hadîs olarak haram olduğu bildirilmeyen, fakat harama yol açan günahlardır. Diğer bir sözle mekrûh olan şeyi yapmaktır. Günahların küçüklüğü sebebiyle, bu günahlar benimsenmemeli ya’nî bunlara da ehemmiyet verilmelidir. Çok mühim olan bu husûsu belirtmekte zarûret vardır ki, aralarında istiğfar veya hayırlı bir işle giderilmemiş üç küçük günah bir araya gelirse, büyük günah, ya’nî kebîre olur. Küçük, büyük diye ayırmaksızın, her türlü günahtan kaçınmalıdır.

Günahlardan sakınmak: Allahü teâlâ, kullarını kendisine karşı gelerek günah işlemekten sakındırmış, emirlerini dinlemeyip karşı gelenleri perişan eylemiştir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruldu: “Allahü teâlânın farz kıldığı şeyleri zayi etmeyiniz. Koymuş olduğu sınırları tecâvüz etmeyiniz. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylere riayetsizlik etmeyiniz. Allahü teâlâ unuttuğundan değil de, size merhametinden dolayı ba’zı şeylerden bahis buyurmadı. Siz onları araştırmayınız.”

Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) annesi Ümmü Süleym, Resûlullaha (aleyhisselâm); “Ey Allahın Resûlü! Bana nasîhatta bulun” deyince, Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm) şöyle buyurdu: “Günahları terk et. Çünkü bu en faziletli hicrettir. Farzlara devam et. Çünkü farzlara devam, en faziletli cihaddır. Allahü teâlâyı çok zikret. Çünkü kul, Allahü teâlâyı zikirden daha sevimli bir şeyle Allahü teâlânın huzûruna varamaz.”

Bilâl bin Sa’îd (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Günâhın küçüklüğüne bakma. Fakat kime karşı geldiğine bak.”

Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Günâhı terk etmek, tövbeden daha kolaydır.”

Muhammed bin Ka’b el-Kurazî şöyle buyurdu: “Günâhı terk etmek, Allahü teâlânın katında en sevimli ve en makbûl bir ibâdettir.”

Resûl-i ekrem (s.a.v) buyurdu ki: “Siz, bir şeyi emr ettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar onu yapınız. Bir şeyi yasakladığım zaman da ondan sakınınız.”

Fudayl bin İyâd (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Günah kişinin yanında ne kadar küçük görülürse, Allahü teâlâ katında derece büyük olur. Günah kişinin yanında ne kadar büyük görünürse, Allahü teâlânın katında da o derece küçük olur.”

Şöyle rivâyet edilir: “Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; “Ey Mûsâ! Yarattıklarımdan ilk helâka ve hüsrâna uğrayan İblîs’tir. Çünkü, ilk önce İblis bana karşı geldi. Bu bakımdan bana âsî olanları (emirlerimi dinlemeyip, bana karşı gelenleri) helak olanlardan sayarım” buyurdu.

Ya’kûb el-Kârî şöyle anlatır: “Rü’yâmda esmer uzun boylu birisini görlüm. Herkes onun peşinden gidiyordu. Onun kim olduğunu sorunca, Veysel Karânî olduğunu söylediler. Ben de onun peşinden gitmeye başladım. Bir müddet sonra ondan bana nasihatte bulunmasını istedim. O zaman bana şöyle buyurdu: “Allahü teâlâya tâatte bulunduğun zaman, O’ndan rahmetini iste. Günah işlediğin zaman, intikam almasından çok sakın ve kork. Bu hâlde de Allahü teâlâdan ümidini kesme.”

Vehb bin Münebbih buyurdu ki: “Allahü teâlâ, İsrâiloğullarına şöyle buyurdu: Bir kul bana itaat ettiğinde, ondan râzı olurum. Ondan râzı olunca, onu ve onun eserlerini mübârek bereketli kılarım. Benim bereketimin sonu yoktur. Bir kul bana âsî olunca, ona gazâb ederim. Gazâb edince, ona la’net ederim. Benim la’netim, yedinci torununa kadar ulaşır.”

Mâlik bin Dinar (radıyallahü anh) şöyle anlattı: Allahü teâlâ Peygamberlerinden birisine şöyle vahyetti: “Kavmine söyle, düşmanlarımın girdikleri yerlere girmesinler, düşmanlarımın giydiklerini giymesinler, düşmanlarımın yediklerini yemesinler. Yoksa onlar benim düşmanlarım gibi olurlar.”

Ammâr bin Dâda anlatır: “Bana Kelmes şöyle dedi: “Ey Ebû Seleme! Bir günah işledim. Kırk seneden beri ağlıyorum.” Ben; “O işlediğin günah nedir?” diye sordum. “Beni bir arkadaşım ziyâret etmişti. Ona balık alıp ikram ettim. Yemek yedikten sonra, komşumun duvarından bir parça toprak alarak, misâfirimin ellerini temizlettim, işte kırk seneden beri bunun için ağlarım. Çünkü, duvardan o toprağı sahibinden izin almadan almıştım” dedi.

Ömer bin Abdülazîz vâlilerden birisine şöyle yazdı: “İnsanlara zulüm yapmaya gücünüz ve kudretiniz olduğu zaman, Allahü teâlânın kudretini hatırlayınız, insanlara zulüm yaptığınız zaman, âhırette onun cezasını çekeceksiniz. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ mazlûmun hakkını zâlimden alacaktır. Allahü teâlâdan yardım istiyerek, zâlimin zulmüne karşı duran kimseye zulmetmekten çok sakın. Allahü teâlâ, kulu kendisine samimiyetle sığındığı zaman, hemen o kuluna yardım eder.”

Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Allahü teâlâ melekleri yarattığı zaman, başlarını semâya kaldırdılar; “Yâ Rabbî! Kiminle berabersin?” diye suâl ettiler. Allahü teâlâ; “Hakkını ona verinceye kadar mazlûm ile beraberim” buyurdu.

Selef-i sâlihînden birisi şöyle buyurdu: “Ey günah işleyenler! Allahü teâlânın size karşı hilminin uzun ve çok olmasına, işlediğiniz günahların cezâlarını hemen vermediğine bakıp da aldanmayınız, işlediğiniz günahlar sebebiyle, Allahü teâlânın gazâbından sakınınız.”

Abdullah bin Medînî, bir arkadaşının şöyle anlattığını nakletti: “Bir kaybımı aramaya çıkmıştım. Bir müddet dolaştıktan sonra, bir kabrin yanında bir yere oturdum. Bir ara kabirlerden gelen bir ses işittim. Kalkıp kabirlere doğru yaklaştığımda, birisinden bir inilti geldiğini işittim. O inilti; “Ah oruç tutardım, namaz kılardım. Şimdi ise titriyorum” diyordu. Orada bulunanları da çağırdım. Onlar da aynen benim duyduklarımı duydular. Sonra ben yine kaybettiğimi aramaya devam ettim. Ertesi gün tekrar aynı yere gelip dinlediğimde, o kabrin sahibi yine aynı şekilde inliyordu. Sonra evime döndüm. Korkumdan iki ay hasta yattım.” Abdullah bin Medînî kendisi de şöyle anlattı: “Ben de bunun benzeri bir hâdiseye şâhid oldum. Küçükken merhum babamın kabrine Kur’ân-ı kerîm okumak için giderdim. Bir Ramazân-ı şerîfte, sabah namazından sonra kabristana vardım. Babamın kabrinin yanına oturdum. Bir miktar Kur’ân-ı kerîm okudum. Bu sırada orada bulunan bir kabirden acı bir inleme ile, âh âh sesleri geliyordu. Duyanların kalbini yaralıyordu. Bir müddet bu sesi dinledim. Bu arada oraya birisi geldi. Ona; “Bu kabrin sahibi kimdir?” diye sordum. O da şöyle cevap verdi: “Bu kabir falancanındır. Ben onu küçüklüğümden tanırım. Devamlı namazlarını mescidde cemâatle kılardı. Fazla konuşmazdı. Benim onun hakkında bildiğim bu kadar.” öyle birisinin bu hâlde bulunmasına çok teaccüb ettim. Fakat onun durumunu araştırdığımda, tüccâr olduğunu ve ticâretinde faiz yediğini öğrendim. Yine o şahıs hakkında bana şöyle anlatıldı: “Onun kabri açılmıştı. Bu sırada, onun boynunda büyük bir zincir ve bu zincire bağlı bir köpek görüldü. Onun başucunda durmuş, dişleri ve tırnakları ile onu ısırmaya çalışıyordu. Biz bundan çok korkup, derhâl toprak ile örttük.”

Günah işlemek sebebiyle, Allahü teâlânın gazâbından dolayı kabir azâbına uğramaktan Allahü teâlâya sığınırız.

Süleymân bin Cebbar şöyle buyurdu: “Bir günah işlemiş ve onu basit görmüştüm. Rü’yâmda bana; “Küçük bile olsa günâhı küçük görme. Çünkü bugün senin yanında küçük olan, yarın Allahü teâlânın yanında büyük olur.”

Günahlardan insanı men eden, alıkoyan şeylerin en te’sîrlisi; Allahü teâlâdan, O’nun intikamından, gazâbından, O’nun azâbla muâmele etmesinden korkmaktır. Allahü teâlânın emirlerine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin veya acı bir azâbın isâbet etmesinden çok sakınsınlar ve korksunlar.

Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm), ölüm hâlinde bulunan bir gencin yanına teşrîf ettiler. Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm) o gence; “Kendini nasıl buluyorsun?” buyurdu. O genç; “Allahü teâlânın rahmetini umuyorum. Günahlarımdan da korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm); “Bir kulun kalbinde bu ikisi bir araya gelirse, Allahü teâlâ o kula umduğunu verir, korktuğundan emîn kılar” buyurdu.

Vehb bin Verd şöyle anlattı: “Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: Firdevs Cennetinin sevgisi ve Cehennem korkusu, belâ ve musibetlere karşı sabır meydana getirir. Kulu dünyâ lezzetlerinden, şehvetlerinden ve günahlarından uzaklaştırır.”

Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde her göz ağlıyacaktır. Fakat, Allahü teâlânın haram kıldığı şeylere bakmayan, Allah için uykusuz kalan, Allah korkusundan sinek başı gibi yaş dökenler müstesna (Bunlar, kıyâmet gününde ağlamayacaktır).”

Peygamberimiz (aleyhisselâm) bir hadîs-i şerîflerinde; “Mü’min, bir günah işlediği vakit, kalbine siyah bir nokta, bir leke vurulur. Tövbe ederse, kalbi cilalanır. Ya’nî, bu leke silinir, yeniden parlar. Tövbe etmez, isyana devam ederse, siyah lekeler kalbini kaplayıncaya kadar artar” buyurmuştur.

Bir mü’min, istemeyerek bir günah işledikte, bir vakit namazı kılmadığında, kalbinde bir üzüntü, bir pişmanlık duyar. Tövbe eder, bir daha yapmamağa karar verir, fakat bu günahları işlemeğe devamla, özürsüz namazları terke devam ederse, kalbindeki bu üzüntü gittikçe azalır ve nihâyet hiçbir üzüntü duymaz.

İbn-i Hacer-i Mekkî hazretleri, “Tathîr-ül-cenân” kitabında şöyle yazıyor: Abdullah İbni Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber “aleyhisselâtü vesselâm” efendimize geldi ve; “Yâ Muhammed! Mu’âviye’yi (radıyallahü anh) sana tavsiye ederim. Kur’ân-ı kerîmi yazdırmakta ona emniyet et, güven!” dedi.

Resûl-i ekrem (aleyhisselâm), bir gün mübârek zevcesi Ümm-i Habîbe’nin (radıyallahü anha) odasına geldi. O esnada hazret-i Mu’âviye başını, kız kardeşi Umm-i Habîbe’nin (radıyallahü anha) kucağına koymuş uyuyordu. Resûl-i ekrem (aleyhisselâm) bu hâli görünce buyurdu ki: “Yâ Ümm-i Habîbe! Kardeşini bu kadar çok mu seviyorsun?” O da; “Kardeşimi çok seviyorum” dedi. Peygamberimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki: “Onu, Allahü teâlâ ve Resûlü de seviyor.”

Hazret-i Mu’âviye, Peygamber efendimize (aleyhisselâm) yakın akraba olmak ile şereflenmiştir. Çünkü, kız kardeşi Ümm-i Habîbe (radıyallahü anha), Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) zevcelerinden idi.

Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: “Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim âileler, Cennette benimle beraber olacaklardır.”

Hazret-i Mu’âviye’nin faziletlerini bildiren hadîs-i şerîflerden birisi de budur ki, Resûlullah (aleyhisselâm) hazret-i Mu’âviye’ye buyurdu ki: “Sen melik olduğun zaman, ya’nî halîfe olduğun zaman, vazîfeni iyi yap!” Hazret-i Mu’âviye buyurdu ki: “Benim halîfe olmağa arzu ve hevesim, bu hadîs-i şerîfi işittiğim zaman başladı. Zîrâ bu hadîs-i şerîf benim halîfe olacağımı müjdeliyordu.” Server-i âlem (aleyhisselâm), hazret-i Mu’âviye’nin ileride halîfe olacağını haber vermişti. Bu haber de mu’cizelerinden biridir. Mu’âviye (radıyallahü anh), bu hadîs-i şerîfin muhakkak meydana çıkacağına îmânı olduğundan, halîfe olacağı zamanı bekliyordu. Fakat bunun hakîkî zamanı, Emîr-ül-mü’minîn İmâm-ı Ali’nin (radıyallahü anh) vefâtından ve İmâm-ı Hasen’in (radıyallahü anh) hilâfeti kendinden ayırarak ona verdiği andan sonra idi. Mu’âviye (radıyallahü anh) acele ederek, vaktinden önce, Âişe ve Zübeyr ve Talhâ’nın (r.anhüm) İmâm-ı Ali (radıyallahü anh) ile harb etmelerinden sonra bu arzusunu yerine getirmek istedi ki, bunda yanılmıştı. Fakat bu hatâsı, ictihâdda hatâ olduğundan, hiçbir şey denemez.

Server-i âlem (aleyhisselâm), Ebû Bekr ve Ömer’e (r.anhümâ) danıştı, iki defa; “Fikrinizi bana söyleyiniz!” buyurdu. Onlar; Allahü teâlâ ve Resûlü (aleyhisselâm) daha iyi bilir” dediler. Sonra, Mu’âviye’ye (radıyallahü anh) haber gönderdi. Yanlarına gelince, Resûlullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: “İşlerinizde Mu’âviye’yi bulundurunuz. Çünkü o, kavidir, emîndir.”

Diğer bir hadîs-i şerîfte; “Yâ Rabbî, Mu’âviye’ye hesabı ve kitabeti bildir! İslâm memleketlerinde, ona yüksek mevki ve makam ver! Emîrlerinin yapılmasını kolaylaştır! Onu azâbdan koru!” diye duâ buyurdu. İmâm-ı Ömer (radıyallahü anh), Mu’âviye’yi (radıyallahü anh) medh ve sena edip, hazret-i Ebû Bekr Şam’ı alınca, oraya vâli yaptığı kardeşi Yezîd’in vefâtında, onu kardeşinin yerine vâli ta’yin etti ve halîfe kaldığı on sekiz sene içinde vazîfesinden azl etmedi. İmâm-ı Osman ve İmâm-ı Ali de (r.anhümâ), halîfe iken Mu’âviye’yi (radıyallahü anh) Şam vâliliğinde bırakıp azl etmediler. O zaman birçok vilâyetler, vâlilerinden şikâyet ettikleri hâlde, Mu’âviye (radıyallahü anh) dâima sevilmiş, kimse onu şikâyet etmemiştir.

İbn-i Hacer-i Mekkî hazretleri, “Fetâvâ-i fıkhiyye” kitabında buyuruyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi Arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile tercüme edip, Kur’ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile haramdır. Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh), Fâtiha’yı İranlılara Fârisî harflerle yazmadı. Tercümesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin Fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur’ân-ı okumak haramdır. Kur’ân-ı kerîmi Arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değiştirmek bile sözbirliği ile haramdır. Böyle yapmak, Selef-i sâlihînin, ya’nî ilk yıllardaki Müslümanların yaptıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde (Ribû) yazılı ise de, (Ribâ) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ) yazmak caiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi böyle yazarken ve başka dile tercüme ederken, Allah kelâmının i’câzı bozulmakta, nazm-ı ilâhî değişmektedir. Herhangi bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini değiştirmek haramdır. Çünkü, âyetlerin sırası kat’î olarak doğrudur. Sûrelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin yerini değiştirerek, okumak, yazmak, mekrûh olmuştur. Kur’ân-ı kerîmi başka harflerle veya tercümesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaştırır demek doğru değildir. Doğru olsa bile, caiz olmasına sebep olamaz.”

“İslâm âlimlerinin çoğuna göre, duâyı inkâr eden kâfir olur. Kur’ân-ı kerîme inanmamış olur. Duâ ile istenilen şey, ya kabûl olup verilir. Yahut, âhirette verilir. Yahut, günahın affedilmesine sebep olur. Allahü teâlâ, kulunun duâ etmesini, yalvarmasını sever. Duânın kabûl olması için şartlar vardır. Bunlardan biri, helâl yemek, helâl giymektir, Biri de, kalb ile, ya’nî gönülden istemektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, çok duâ edenleri sever. Duâ edip, ümidini kesmeyen, va’d olunan üç şeyden birine elbette kavuşur.”

“Peygamberlerin türbelerinde namaz kılmak sahihtir. Mekrûh dahî değildir. Peygamberler, mezarlarında diridirler. Fakat, onların hayatları, her bakımdan bizim hayâtımız gibi değildir. Yemeleri, içmeleri, ibâdet yapmaları lâzım değildir. Meleklerin hayâtına benzer. Lezzet almak için ibâdet yaparlar. Çünkü kabir hayâtında cenâb-ı Hakkı müşâhedeleri, dünyâdakinden daha mükemmeldir.”

İbn-i Hacer-i Mekkî hazretleri, “Es-Savâ’ık-ül-muhrika” kitabının önsözünde buyuruyor ki: “Bu kitaptaki yazıların hakîkatlerini, özlerini kavrayacak kadar derin ilme mâlik olmadığım hâlde, bu yazıları yazmağa beni sürükleyen sebep, Hatîb-ül-Bağdâdî’nin “El-Câmi” kitabında bildirdiği şu hadîs-i şerîf olmuştur: “Fitneler, bid’atler yayıldığı ve ashâbım kötülendiği zaman, hakîkati bilen, bildiğini bildirsin! Bildiğini bildirmeyenlere, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ, bunların ibâdetlerini ve hiçbir iyiliklerini kabûl etmez.”

Bu eserdeki ba’zı hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Allahü teâlâ, beni insanların en asilzâdesi olan Kureyş kabilesinden seçti ve bana insanlar arasından en iyileri arkadaş, sâhib olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezirler olarak ve din-i islamı insanlara bildirmekte yardımcı olarak seçti. Bunlardan ba’zılarını da Eshâr olarak, ya’nî zevce tarafından akraba olarak ayırdı. Bunları seb edenlere, iftira edenlere, söğenlere, Allahü teâlânın ve bütün meleklerinin ve insanların la’neti olsun! Allahü teâlâ, kıyâmet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabûl etmez.” (Ebû Bekr ve Ömer (r.anhümâ), hem vezirleri idi, hem de ashâbı idi. Çünkü, birisi ezvâc-ı mütahherâttan Âişe’nin, ikincisi de, Hafsa’nın (r.anhüm) babası idi. Peygamberimizin (aleyhisselâm) mübârek zevcesi Umm-i Habîbe (radıyallahü anha) annemizin erkek kardeşi olan Mu’âviye ve babası Ebû Süfyân ve anası Hind (r.anhüm) de ashârdan olup, bu hadîs-i şerîfe dâhildirler.)

“Ashâbımın ve akrabamın ve bana yardım eden, gösterdiğim yolda gidenlerin sevgisinde benim hakkımı koruyunuz! Onları sevmek sûretiyle benim peygamberlik hakkımı koruyanları, Allahü teâlâ, dünyâda ve âhirette belâlardan, zararlardan korur. Benim peygamberlik hakkımı düşünmeyerek, onları incitenleri, Allahü teâlâ sevmez. Allahü teâlânın sevmediği kimselere azâb etmesi pek yakındır.”

“Allahü teâlâ, bütün insanlar arasından beni seçti. Bütün üstünlükleri ve iyilikleri ihsân eyledi ve benim için ashâb ayırdı, seçti. Ashâbım arasından benim için akraba ve yardımcılar seçip ayırdı. Bir kimse, benim için, benim peygamberliğim için bunları sever ve sayarsa, Allahü teâlâ da, onu Cehennemden muhafaza eder. Bir kimse, benim hatırımı düşünmeyerek, ashâbımı sevmez, onlara dil uzatır, incitirse, Allahü teâlâ da, onu Cehennem azâbı ile yakar, sızlatır.”

“Allahü teâlâ, beni bütün insanlar arasından ayırıp seçti. Bana ashâb ve akraba olarak en iyi insanları seçti. Bunlardan sonra, birçok kimse gelir ki, ashâbıma akrabama dil uzatırlar. Onlara yakışmayan iftiralar söyleyerek, kötülemeğe uğraşırlar. Böyle kimselerle oturmayınız! Birlikte yiyip içmeyiniz! Bunlardan kız alıp vermeyiniz.”

El-Kavl-ül-muhtasar fî alâmât-il-mehdiyy-il-muntazar” adlı eserinden ba’zı bölümler:

Hazreti Mehdî’nin alâmetleri: Hazreti Mehdî, Ehl-i beytten olacaktır. Hazreti Hasen’in neslinden gelecektir. Hazreti Mehdî’nin ismi, Resûlullah efendimizin (aleyhisselâm) ism-i şerîflerinden, ya’nî Muhammed olacaktır. Babasının ismi de, Resûl-i ekremin (aleyhisselâm) babasının ismi gibi olacaktır. Hazreti Mehdî’nin alnı geniş ve dişleri aralıklıdır. Bu durumu, Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ benim neslimden, dişleri aralıklı, alnı açık, yeryüzünü adâletle doldurarak, malı ve mülkü insanlara bol bol ikram eden bir evlâdımı gönderecektir. Zulüm ve fıskla dolu olan dünyâ, o geldikten sonra adâletle dolup taşacaktır.” Resûl-i ekrem (aleyhisselâm) bir hadîs-i şerîfte; “Mehdî’den önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adâlet ile dolar” buyurdu. Gökte ve yerde bulunan bütün mahlûkat ondan râzı olacaktır. Onun adâleti her yeri kaplayacak ve insanlar arasında Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) sünnet-i seniyyesi ile muâmele edecektir. Onun devrinde, ümmetin gerek iyileri ve gerekse kötüleri, o âna kadar görülmemiş şekilde, pek çok ni’metlere kavuşacaklardır. Çok yağmur yağmasına rağmen bir damlası zayi olmayacak, toprağa atılan az bir tohum ile çok ürün alınacaktır. Doğudan siyah bayraklı bir ordu çıkacak ve bu ordu hiçbir kavmin yapmadığı bir savaş yaptıktan sonra, Hazreti Mehdî zuhur edecektir.

Hadîs-i şerîfte; “Mehdî’nin başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; “Bu Mehdî’dir. Sözünü dinleyiniz!” diyecektir.” buyuruldu. Allahü teâlâ, İslâmiyeti nasıl Resûlullah efendimizle (aleyhisselâm) başlatmışsa, Hazreti Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedr gazâsında bulunan Ashâb-ı Kirâm kadar olan bir grup insan ona bi’at edecek ve her zâlim onun karşısında mağlup olacaktır. Zamanı o kadar adâletle dolacak ki, kabirdeki ölüler, dirilerek imrenecektir. Onun bayraktarı, doğudan Temimî nesline mensûp bir genç olacaktır. İnsanlar hakka dönünceye kadar, Hazreti Mehdî mücâdelesine devam edecektir. O, fitnelerin zuhur ettiği bir zamanda gelecek ve ihsânı karşılıksız olacaktır. Hazreti Mehdî mü’minlerle beraber Kudüs’te sabah namazı kılarken Îsâ aleyhisselâm gökten inecek ve Hazreti Mehdî onu insanlara tanıtacaktır, Îsâ aleyhisselâm namazını Hazreti Mehdî’nin arkasında kılacaktır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Hazreti Îsâ, saçlarından sanki sular damlıyormuş gibi gökten inecektir. Hazreti Mehdî ona; “Yâ Îsâ, geç de bize namaz kıldır” dediğinde, Îsâ aleyhisselâm “İkâmet senin için getirilmiştir” diyecek ve benim evlâtlarımın birisinin arkasında namaz kılacaktır” buyurdu. Hazreti Mehdî’nin rengi Arabî (ya’nî beyaz), bedeni İsrâilî’dir. Sağ yanağı üzerinde yıldız gibi parlayan bir ben vardır. İnsanlar, arıların beyleri etrâfında toplandığı gibi, Hazreti Mehdî’nin etrâfında toplanırlar. Zülkarneyn ve Süleymân aleyhisselâm gibi, bütün dünyâya sahip olur. İslâmiyet aleyhine söylenen bir söz ona ağır gelir. Hazreti Mehdî, sözüne karşı gelindiği zamanlar, sağ elini sol uyluğuna vurur.

Mehdî, âdil bir hakem olarak çıkacak, haçları kıracak, domuzu öldürecek ve malı, mülkü dağıtacak, fakat bolluktan dolayı kabûl eden olmayacaktır. Hazreti Mehdî, yeryüzünün hazînelerini çıkaracak ve küfür diyarlarını fethedecektir.

Ma’sûm insanlar katloluncaya kadar Mehdî çıkmayacaktır. Bu katliamlara, yerde ve göktekiler tahammül edemez bir hâle geldiğinde zuhur edecektir. Hazreti Mehdî gelince, insanlar onu aşk ve muhabbetle kucaklayacaklardır. Hazreti Mehdî, bütün haramların helâl sayıldığı, büyük bir fitneden sonra ortaya çıkacaktır. Hilâfet, ona evinde otururken gelecek ve devrinde yeryüzünün en hayırlısı kendisi olacaktır.

Hazreti Mehdî doğu tarafından çıkacaktır. Karşısına dağlar bile dikilse, onları ezip geçecek, o dağlarda kendisine yol bulacaktır. Mehdî çıkmadan önce, Medine’de simsiyah taşların bile kan içinde kaybolacağı büyük bir vak’a olacaktır. Bu hâdise de, bir kadının öldürülmesi, bir kamçının sallanması kadar kolay olacaktır.

Hazreti Mehdî çıkmadan önce, milletler arasında ticâret ve yollar kesilecek, insanlar arasında fitne çoğalacaktır. Çeşitli ülkelerden birçok âlim, birbirlerinden habersiz olarak Mehdî’yi aramak için yola çıkacak ve âlimlerin her birine 310 kadar insan refakat edecektir. Sonunda hepsi de Mekke’de buluşurlar. Birbirlerine, oraya niçin geldiklerini sorarlar. Sonra hep birlikte aradıktan sonra, Hazreti Mehdî’yi bulacaklar, ona; “Sen Mehdî’sin” dediklerinde, o kabûl etmeyerek onlardan kaçacak, sonunda onlar onu ikna edecekler ve ona bî’at edeceklerdir. Daha sonra Allahü teâlâ, bütün insanların kalblerini onun muhabbetiyle dolduracaktır.

Hazreti Mehdî, birçok beldede câmi inşâ eder. Mehdî’nin doğum yeri Medine’dir. Hicret edeceği yer Kudüs’ tür. Hazreti Mehdî’nin sakalı bol ve sık olacaktır. Gözü sürmeli olacaktır. Dişleri parlak olacaktır. Yüzünde bir yıldız gibi parlayan ben bulunacaktır. Omuzunda, Peygamber efendimizdeki (aleyhisselâm) nübüvvet mührü bulunacaktır. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) bayrağıyla çıkacaktır. O bayrak dikilmemiş olup, siyah ve dört köşelidir. Resûl-i ekremin (aleyhisselâm) vefâtından sonra hiç açılmamış olup, ancak Hazreti Mehdî tarafından açılacaktır. Allahü teâlâ onu üçbin melekle destekleyecektir. O melekler, Hazreti Mehdî’ye karşı gelenin yüzüne ve arkasına vuracaktır. Yaşı otuz ile kırk arasında olacaktır. Esmer ve orta boylu olacaktır. Hâşimî soyundan olup, hilâfeti Hazreti Îsâ’ya devredecektir.

Hazreti Mehdî uçan bir kuşa işâret ettiği zaman, kuş hemen bu emirle yere düşecek, kuru bir ağaç diktiğinde, ağaç hemen yeşillenip yapraklanacaktır. Onun zamanında, kurtla koyun bir arada oynayacak, yılanlar insanlara bir zarar vermeyecektir. İnsan tarlaya bir avuç tohum atacak, yedi yüz avuç ürün kaldıracaktır. Riya, ribâ, zinâ, içki kalmayacak, ömürler uzayacak ve emânet zayi olmayacaktır. Kötüler helak olacak, Resûl-i ekreme (aleyhisselâm) buğz eden kimse kalmayacaktır. Hazreti Mehdî, hiçbir bid’atı bırakmayacak ve bütün sünnet-i seniyyeyi ihyâ edecektir.

Hazreti Mehdî’nin alâmetlerinden biri de, Deccâl’in onun zamanında ortaya çıkmasıdır. Hadîs-i şerîfte; “On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz: Ateş, Deccâl, Dâbbet-ül-erd, Güneşin batıdan doğması, Îsâ’nın (aleyhisselâm) gökten inmesi, Ye’cûc ve Me’cûc’ün çıkması, doğuda, batıda ve Arabistan’da ay tutulması olacak. Bunlardan sonra Yemen’den bir ateş çıkıp, halkı bir araya getirecektir.” buyuruldu. Deccâl hakkında Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Geçmiş peygamberler, şaşı, kör, yalancı olan Deccâl’in büyük fitne ve belâ olduğunu haber verip, ümmetlerini onun şerrinden, zararından korkuturlardı.”

Hazreti Mehdî Kostantiniyye’yi fethederken, Deccâl Şam ile Irak arasında bulunur. Önce kurtarıcı olduğunu iddia eder. O zaman dinsizler ve Müslümanlar ona tâbi olurlar. Bir gözü kördür, iki gözü arasında “Kâfir” yazısı çıkar. Okuma yazması olmayan her mü’min bunu okuyabilir. Bunun üzerine bütün Müslümanlar onun yanından ayrılır. Deccâl, sonra peygamber olduğunu, daha sonra ilâh olduğunu ilân eder. Deccâl’in Cennet diye gösterdiği aslında Cehennem, Cehennem diye gösterdiği ise Cennettir. Kehf sûresinin başındaki âyetleri okuyanlar, onun şerrinden muhafaza olacaklardır. Onun fitnelerinden biri de şudur “Bir Arabîye; “Ben senin ananı ve babanı şu anda göstersem, bana inanır mısın?” diye sorunca, o genç; “Evet” cevâbını verecek. O anda şeytanlar, o Arabîye anası babası şeklinde görünecek ve; “Ey oğul! Bu senin Rabbindir. Ona tâbi ol” diyecekler.”

Deccâl, bir askeri iki parçaya bölecek ve; “Bakın bunu şimdi dirilteceğim” diyerek, askeri diriltecek. Bunu gören dinsizler onu gerçekten Rab zannedecekler.

Deccâl, göğe emrederek yağmur yağdıracak, yere emrederek bitki çıkartacak, kuru nehirlere emrederek onlarda su akıtacaktır. Deccâl’in bir eli diğerinden uzundur. Bu uzun elini denizin en dibine daldırarak, içindeki balıkları çıkartacaktır. Kendisini yalanlayan bir kavmin arasına gidip, onların bütün hayvanlarını helak edecektir. Deccâl’in iki kulağı arası yirmi metre olan ve altında yetmiş bin yahûdinin gölgelenebileceği bir merkebi olacaktır. Herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanları çeşitli zararlar vererek korkutacaktır. Mekke ve Medine dışında bütün dünyâyı feth edip, kırk gün veya kırk sene hüküm sürecektir. Sonunda Suriye veya Filistin’de Îsâ aleyhisselâm ve Hazreti Mehdî tarafından öldürülecektir. Deccâl’den sonra Ye’cûc ve Me’cûc denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. Ye’cûc ve Me’cûc, Nûh aleyhisselârnın oğlu Yafes’in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Her birinin bin çocuğu olur. Cin ve insanların adetlerinin onda dokuzu Ye’cûc ve Me’cûc’dür. Arkasında kaldıkları seddi her gün oyarlar. Sed, gece eskisi gibi olur. Dinsizdirler. Sed arkasından çıkınca, insanlara saldırırlar, insanlar şehirlere binalara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehirleri içip kuruturlar, Îsâ aleyhisselâm ve ashâbı duâ ederler. Boyunlarında bir yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölürler. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından yeryüzü yaşanmayacak bir hâl alır.

Daha sonra Dâbbet-ül-arz denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip; “Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz” diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden’den çıkacaktır.

“Hayrât-ül-hisân” isimli eserden ba’zı bölümler:

“Allahü teâlâya hamdolsun ki, Peygamberlerin huyları ile bezenen âlimleri, onların vârisleri yaparak, seçkin kullarından eyledi. Âlimleri dünyâda ve âhırette rehber yaptı. İnsanlara hakkı anlatmakta, kaynaklardan hükümleri çıkarmakta, müctehidleri âlimlerden ayırdı, insanların ihtiyâçlarını gidermede, bedenî ve rûhî yapıyı ayakta tutmada, âlimlere direk vazîfesi gördürdü.

Âlimler öyle iktidar sahibidirler ki, bütün sultanların saltanatı onların ayakları altındadır. Onların rey ve kalemleri herşeyin üstündedir. Âlimler, yıldızlara nûrları ileten ana yıldız, bütün gezegenlere güneşin ışığını ileten asıl güneş gibidir.

Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka hiçbir ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Resûlüdür. O öyle Resûldür ki, halkın zâhirî ve bâtınî ma’nâda hidâyetleri için çalışan âlimlerin feyz kaynağı olmuştur. Salât-ü selâm, O’nun, âlinin ve ashâbının üzerine olsun.

Dünyâ ve âhirette selâmete ermek için, Peygamberlerin vârisleri âlimler ile, Allahü teâlânın dostları ve müctehidler hakkında ulu orta konuşmamak lâzımdır. Müctehidler arasındaki ictihâd farkları, onların faziletleri ve kazandıkları sevâb açısından bir eksiklik, noksanlık olmadığı gibi, bunların hepsinin de hidâyet üzere oldukları hakîkattir.

İmâm-ı Beyhekî’nın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem (aleyhisselâm) şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın kitabından size herhangi bir hüküm verilirse, onunla amel lâzımdır. Terk edildiğinde özür kabûl edilmez. Eğer aradığınız hükmü Allahü teâlânın kitabında bulamazsanız, benim sünnetime tâbi olunuz. Sünnetimde de o hükme âit birşey bulamazsanız, Ashâbımın dediklerine sarılınız. Zira ashâbım, gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz. Ashâbımın ihtilâfı da sizin için rahmettir.”

Mezhebler arasındaki hüküm farklılıkları, çoğunlukla delîllerde kuvvet, ihtiyât ve takvâya yakınlık i’tibâriyle efdal olanı aramaktan dolayı ortaya çıkmıştır. Bu durum, belirli mes’elelerdedir. Her müctehidin ictihâdı, şüphesiz doğrudur.

Bize lâzım olan şey, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinden olan müctehidlerin fıkhî mes’elelerdeki ihtilâflarını büyük bir ni’met, geniş bir rahmet, apaçık fazilet kabûl etmektir. Bu husûsta güzel bir incelik vardır. Bunu câhiller göremezler.

Bir mezhebe bağlı olanın, diğer mezheb hakkında ileri geri konuşmaması lâzımdır. Böyle bir özellik, insanlar arasında buğz ve adavete sebebiyet verir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde; “Bir velî kuluma eziyet eden kimse, benimle harb etmiş gibidir” buyuruyor, ilmiyle amel eden İslâm âlimlerinin hepsi, Allahü teâlânın velî kullarıdır. İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Geçmiş ümmetlerin helak sebeplerinden biri de, âlimlerine dil uzatmaları ve din husûsunda şiddetli münâkaşalara düşmeleriydi.”