GAVS ABDU'L-HÂKİM EL-HÜSEYNÎ'DEN (k.s.)

SOHBETLER


Düzenleyen: Dr. Necati Aksu



Kırkıncı Sohbet

 

İnsan dünya işlerini nasıl yürüteceğini, nasıl idare edeceğini, ne gibi tedbirler alacağını gayet iyi bilmektedir, Yaz için, kış için, bahar için ne yapması lazım geldiğini bilir ve öyle hareket eder. Herhangi bir şeyde zarara uğramaması için alınacak tedbirleri bilir ve almakta kusur etmez. Kış gelmeden evvel, evinde, bahçesinde, köyünde neler yapması lazım geldiğini bilir ve onları kış gelmeden, yapar. Bahar gelmeden de yapacağı işleri bilir ve zamanında yapar. Yani dünya işleri için her mevsimde ne yapması lazım ise gayet iyi bilir ve gereken tedbirleri alır. Kısacası insan dünya işlerinde zarara uğramaması için her ne yapması icab ediyorsa gayet iyi bilmekte ve onları yapmada hiç kusur işlememektedir. Fakat maalesef dünya işleri için aldığı tedbirlerin üçte birini, dörtte birini bile Allah için almamaktadır. Üzüntüyle söylenebilir ki insanın ahiret için Allah yolu için tedbir aldığı görülmemektedir. Maalesef, insan nasıl aldatıldığının, şeytan ve nefs tarafından nasıl kandırıldığının, ne gibi noksanlarının olduğunun, ne gibi tedbirler alması lazım geldiğinin farkında bile değildir.

Bugün için insan âhiret kârının nerede olduğunu bilmemekte dolayısı ile onu elde etmek için herhangi bir tedbiri alamamaktadır. Âhiret işlerini düşünmemekte, âhiret işinden dolayı ziyana uğramasından gam çekmemektedir. Âhiret için biraz çalışırken bütün gücünü, bütün zekâ ve gayretini dünya için harcamaktadır.

Eskiden böyle değildi. Şimdi insanlar böyle hareket etmektedirler. Akıllarını, fikirlerini, zekâ, kabiliyet ve kuvvetlerini dünyayı elde etmek için kullandıkları halde, âhiret için çok az emek sarf etmektedirler.

Eskiden ise bunun tam tersine idi. İnsanlar gayretlerini, imkân ve tedbirlerini öncelikle âhireti elde etmek için kullanırlardı, Şimdiki gibi sadece dünyaya yönelmemişlerdi. Hem eskiden şimdiki kadar dünyanın zevk ve sefası da yoktu.


Şimdiki imkânlar yoktu, otobüsler, taksiler mevcud değildi. Genellikle herkes evinden, köyünden pek dışarıya çıkmazdı. Ancak altı ayda veya yılda bir şehir yüzü görürlerdi. Hep köyünde olduğu için dünyanın pek çok keyf ve zevkinden de habersizdi. Fakat şimdi öyle değil. Şu otobüsler, taksiler ve benzeri nakil vasıtalarıyla herkes kolaylıkla büyük şehirlere gidebilmekte, ta Ankara'yı İstanbul'u gezebilmektedir. Malum, bu gibi büyük yerlerde ise dünyanın keyf ve zevki çok bulunduğundan iyice de tedbir almak lazım gelmektedir.

Hazret (k.s.a.) duâsında "Ya Râb, beni nefsin azgınlık zamanına bırakma" dermiş. İşte onun, uzak kalmak istediği nefsin azgınlık zamanı şimdidir. Çünkü şimdi zevk ve sefalar çoğalmış, şehirler tamamen zevk ve sefâ yeri olduğu gibi, şehir dışı, dağ başları bile zevk ve sefâya dalmış bulunmaktadır.

Bugün insanlar kolaylıkla birbirine karışmaktadırlar. Ecnebî memleketlerine seyahat edilmekte, ecnebîler ise kolaylıkla içimize girip çıkabilmektedirler. Bunun neticesi olarak da ahlâksızlıkları bize bulaşmakta, sapık hareketleri tatbik edilmektedir. Müslümanlardan birçok kimse onlardan gördüklerini yapmakta ve haliyle dünyanın arkası sıra koşmaktadırlar.

Onların kıyâfeti, ahlâk ve hayatı tatbik edilince de Müslümanlık azalır. Onların huy ve ahlakını alıp tatbik eden Müslümanlar büyük zarara uğramışlardır. Müslümanlığı bırakıp onların arkası sıra gitmektedirler.

Eskiden böyle bir tehlike yoktu. Çünkü kimse kolay kolay köyünden, evinden dışarı çıkmazdı. Altı ayda bir veya senede bir şehre, kasabaya yaya gider veya gitmezdi. Zira o zaman seyahatler ya yaya olarak veya hayvan sırtında gitmek suretiyle yapılırdı ki çok meşakkatli olurdu. Hiç kimse o zorlukları göze alıp seyahate heves etmezdi. Dolayısı ile nefsin azgınlıkları şimdiki gibi değildi.

Bugün ulaşımın bu kadar kolay, vasıtaların bol olması ve nefsin azgınlaşması insanda kıyametin yakın olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Çünkü dinin çok zayıfladığı görülmektedir.

İslamiyet olduğu müddetçe, din tatbik edildiği sürece Allah dünyayı harap etmez. Her tarafı sağlam ve yeni, tamiratı yapılmış bir evin kolay kolay yıkılmayacağı; kapısı, penceresi, duvarları sağlam olan evin kolayca zarar göremeyeceği gibi, Din de sağlam olduğu müddetçe, tatbikatı yapıldığı müddetçe dünya harab edilmez. Ama direkleri kırılmış, duvarları çatlamış, bakımsız ve harab bir evin sabah akşam yıkılması herkes tarafından beklendiği gibi, Dinin zayıflaması da kıyametin geleceğine, dünyanın harab edileceğine işarettir. Rabbü'l-Âlemin dünyayı amel-i sâlih işlensin, rızâsı tahsil edilsin, emirlerine uyulsun, kendisine kulluk edilsin diye yaratmıştır. Eğer bunlar yapılmaz, bunlar unutulursa, din terk edilirse, haliyle kıyamet kopar.

Din terk edilirse, din kalmazsa, şeriat hükümleri tatbik edilmezse, sâlih ameller terk edilirse, Allah rızâsı gözetilmez, Allah sevgisi kalmazsa artık o zaman nihayet olmuş demektir. (Kıyamet alâmetlerinden bahsedilmekte olup hadis-i şeriflerde îzah edilen vasıflar anlatılıyor. Nâşir.)

İnsan bir bostan kurduğu zaman, gâyesi ondan mahsul almaktır. Mahsul aldığı müddetçe de bostanı muhafaza eder. Mevsim sonu gelir, bostan mahsul vermemeye başlar, patlıcanlar büyümez, domatesler kızarmazsa, bostan sahibinin yapacağı en normal şey bostanı bozmak olur.

İşte bunun gibi şu dünya sâlih ameller işlensin, Zâtı tanınsın, rızâsı tahsil edilsin, diye Rabbü'l-Âlemin tarafından yaratıldığı halde, içinde sâlih ameller işlenmezse, Allah'ın rızası gözetilmezse, kısacası İslâmiyet terk edilirse, o zaman verimden kesilen bostanın yıkılması gibi yıkılır.

Bugün maalesef dünyanın harap olması için sebep teşkil eden bütün emareler mevcuttur.

İnsan özenerek, emek vererek kurduğu bostandan hayır gelmeyeceğini anladığı zaman, sonbaharın soğukları başlayıp da bostanın verimden düştüğünü anladığı anda, bunca emek verdiği o bostanı terk eder, ondan elini çeker. Çünkü bostan artık gayesine hizmet etmemektedir. Alâmetler onu göstermektedir.

Rabbü'l-Âlemin'in bir bostanı olan bu dünyada da birçok alâmetler belirmiş, dine karşı mânialar (engeller) çoğalmıştır. Durum böyle olunca da bostan sahibi Rabbü'l-Âlemin, bostanını bozacak, şu dünyayı harap edecektir.

Fakat insan, şu dünya ne zaman harap edilecek diye üzerinde fazla durmamalı, işte âhir zamandır diye gevşememelidir. İnsan, kendi ameline bakmalı, âhiret için alacağı tedbirlerde kusur etmemelidir. Zira insanın dünyanın yıkılmasıyla işi yoktur. Dünyanın nasıl yıkılacağı, âhir zamanın ne zaman olacağı onu ilgilendirmez. Allah'ın işinin ne olduğunu, ne zaman dünyanın son bulacağını insanın düşünmesi uygun değildir. İnsan ancak kendi vazifelerini düşünmeli, kendisine yapılan emirlere bakmalıdır. Allah'ın işlerini düşünmesi doğru değildir.

Dünyanın harab edilmesi insanı ilgilendirmez. Zira insanın kıyâmeti önündedir. Büyük kıyâmetten evvel kendi kıyametini düşünmelidir. Bir kimsenin ölümü onun kıyameti demektir. İnsanın ölümüyle kendi kıyâmeti kopmakta, işleri nihâyete ermektedir.

Öyle ise insan dünyanın harab olmasıyla fazla meşgul olmamalıdır. O, Allah'ın işidir, onu düşünmeye lüzum yoktur. İnsan kendi kıyâmetini düşünmelidir.

İnsan ölümle dünyadan ahirete naklolmakta, ameli kesilmekte, sonu gelmekte, nihâyete ermektedir. Ölümle insan emekli olmaktadır. Evet yirmi–yirmibeş sene çalışıp emek veren bir memur nasıl sonunda tekâüt oluyor, hükümeti onu emekliye ayırıp tekâüt maaşı bağlıyor ve o kimsenin vazife ve memuriyeti sona eriyor ise, ölümle de insan dünya hayatından emekli olmakta, kıyâmeti kopmakta, dünya hayatından eli çekilmekte, vazife-i dünyeviye'si sona ermektedir. Ameliyle, hayır ve günahıyla baş başa kalan insanın kıyâmeti, hep beraberindedir. Bir dakika bir saniye bile kendinden ayrılmamaktadır.

İnsanın düşünmesi lâzım gelen en mühim şey kıyâmet günü ne yapabileceği, kendini zebanilerin elinden nasıl kurtarabileceğidir. Kendini kurtarmak için ne gibi tedbirleri vardır, sâlih amelleri var mıdır? İnsan bütün bunları mülâhaza etmeli, bunların hazırlığını dünyada iken yapmalıdır. Şâyet insan oturur da ömrünün muhasebesini yaparsa, onun tamamını dünya için harcamış olduğunu görür. İnsan ömrünün muhasebesini başlangıçtan sona kadar yaparsa, halisâne, Allah için yapılmış amel pek göremez. İnsanda böyle bir muhabbet böyle bir aşk görülmemektedir. İnsan ömür muhasebesi yaptığı zaman, ömrünün tamamının dünya uğruna geçtiğini, günah, gıybet, keyf ve sefayla boşu boşuna tükendiğini görür, kendinde hakiki bir sâlih amel, hâssaten Allah için yapılmış bir amel göremez. İnsanın halisâne, aşkla, şevkle, muhabbetle yapılmış, kabule şayan olduğunu ümit ettiği bir ameli kendinde görmesi zordur.

İnsanın işi çok zordur. Bir tek ümidi Allah'ın rahmetindedir. Zira Allah'ın rahmeti insanın günahlarından çok daha fazladır. Eğer insanın günahları yer ve gök tabakalarını dolduracak kadar çok olsa da, Allah'ın rahmeti karşısında yok gibidir.

 

İnsanın ümidi ancak Allah'ın Rahmetinde ve Rahmetinin iktizâsı (gereği) olarak Peygamber'in şefaatinde, evliyâullah'da, Sadat-ı Nakşibendi'de, Allah'ın dostlarındadır. Yoksa insanın kendisinde pek kurtuluş yolu görülmemektedir. Çünkü insan ömrünün tamamını günahla, emre muhalefetle geçirmekte, heba etmektedir.

Zira insanda Allah sevgisinin alâmetleri görülmemektedir. Allah için çalışma, Allah yoluna aşk ve muhabbetle bağlanma gibi zahiri alametler görülmemektedir. Zahire bakılırsa insanda kurtuluş için hiçbir ümit yoktur. Ancak Allah, rahmetiyle, yapılanları kabul ederse o zaman kurtuluşa erilir.

Allah'ın rahmeti, fadlı ve keremi çoktur. Yoksa insanın ameli hiç işe yaramaz. Eğer oruç tutuyor, namaz kılıyor ise, kıldığı namaz, tuttuğu oruç hep şekildedir. Zahirde kalmaktadır. Eğer Rabbü'l-Âlemin fazl ve keremiyle kabul ederse istifade etmek ümidi olabilir.

Kitaplardan, eski insanların hayatlarını imrenerek öğrenmekteyiz. Onların ne kadar Allah'a aşık olduğunu, Allah'a olan aşklarından bütün ömürlerini ibadet etmekle tükettiklerini görüyoruz. Onlar dünyanın bütün zevk ve safâsından el çekmişler, nefs ve şeytana galebe çalmışlar, bütün güçleriyle Allah yolundan ayrılmamışlardır. Onlardaki Allah muhabbeti, Allah aşkı şimdi hiç kimsede görülmemektedir.

Eski insanlardan, gidip Beytullah'ın avlusuna kapanıp senelerce hiç çıkmayıp vefat edinceye kadar ibâdetle meşgul olanlar vardı. Beytullah'tan çıkmaya korkarlardı. Şayet çıkar da dışarda emr-i Hak vâki olup da vefat edersem halim nasıl olur, diye endişe ederlerdi. Hep Beytullah'ta kalırlar, gıdalarını da sadece zemzem suyu içerek ve biraz hurma yiyerek temin ederlerdi. Ne ekmek ve ne de bir başka yiyeceğe iltifat etmezlerdi. Vefat edene kadar Beytullah'tan çıkmaz, orada ibâdetle meşgul olurlardı. Çünkü amelleri Allah içindi, hakiki ve samimi idi. Dolayısı ile makbuldü.

Bu şekil çalışmanın Allah için olduğunu insan kolayca anlayabiliyor. Gayeleri Allah'tı ve ömürlerini Allah yolunda tüketirlerdi.

Ya şimdi? İnsan bir hayır işe başladığında bir an önce bitirip dünyaya dönmekten başka bir şey düşünemez. Namaza durduğu zaman bile namazın ne zaman bitip de dünya işlerine döneceğini düşünür.

İnsan kıldığı namazda bile dünya ile meşgul olmaktadır. Aklı ve fikri hep dünyadadır. Namazda iken belki on şehri dolaşır, belki yirmi yeri gezer. Nasıl namaz kıldığının farkında bile olmaz, Kimin huzurunda olduğunun, kiminle konuştuğunun kime ibadet ettiğinin şuurundan mahrumdur.

إِيَّاكَ نَعْبُدُ

«Ancak sana ibadet ederiz.» (Fatiha: 4) derken söylediğinden haberi olmaz.

Bir günde insanın yapmış olduğu ibadetleri toplasan bir saati bile bulmaz, Günde yirmi üç saat dünya için harcanırken Allah için harcanmış olan bir saat bile hep dünya ile doludur. O bir saati bile doldurmayan ibadette de bir an evvel dünya işlerine döneyim diye acele edilmektedir. Namaz kılarken dünyanın keyf ve zevklerine bir an evvel kavuşmayı hayal etmektedir.

Hal böyle iken nasıl Allah'ın râzı olması beklenebilir. Böyle bir ibadet nasıl rıza-yı İlâhî'yi kazanmaya vesile olabilir? Zor, çok zor. İnsanın işi çok zordur. İnsanı ancak Allah'ın rahmeti, fazlı, keremi ve ihsanı kurtarabilir. Çünkü insanda hüsn-ü niyet diye bir şey kalmamıştır.

İnsan pişmanlık duyacak, feryat ve figan edecek. Fakat fırsatı kaçırdıktan sonra pişmanlık hiç de fayda vermeyecektir.

Fırsatı kaçırdıktan sonra duyulacak pişmanlıktan, yapılacak feryat ve figandan fayda umulmaz ve kimse de yardıma gelmez.