İmâm-ı Rabbâni

Müceddid-i Elf-i Sâni

Şeyh Ahmed-i Farukî Serhendî

 (k.s.)

 

Düzenleyen: Dr. Necati Aksu

 
 

NFK'nın anlatımıyla; alt kısımda

 
 

 

İmam-ı Ahmed Rabbani hazretleri, Hindistan'da yetişen en büyük veli ve âlim. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, Müslümanların baş tacı, müceddid, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeğidir. Silsile-i aliyyenin yirmi üçüncüsüdür.

1563 yılında Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı Müceddid-i Elf-i Sâni, ahkâm-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, Sılâ ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için, Faruki nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendî denilmiştir.

Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sâni Şeyh Ahmed-i Farukî Serhendî'dir.

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, salih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı.

İlk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi ezberledi. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri'den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur âlim Abdülhakim-i Siyalkuti'nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri'den okudu.

Kadı Behlul-i Bedahşani'den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risâlet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revâfid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahati ve belagati, sürat-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmiri ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmiri, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; "Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Taliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir" dedi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, daha önce mübarek babasından da Ahrariyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; "Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?" diyerek Muhammed Bakibillah hazretlerinin huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeyi niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeple ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Bakibillah hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend'e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: "Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara'dan getirip Hindistan'ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O, her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."

İmam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me'arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, âlim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve veli yetiştiriyordu.

İmam-ı Rabbani hazretleri bir müddet Serhend'de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocasını ziyaret için Delhi'ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hallerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocasına yapılması mümkün olmayan bir edeple davranıyordu. Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Hace Hüsameddin Ahmed'den işittim. Hocam imam-ı Rabbani'yi methedip övdükten sonra; "Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebelerinden hiçbiri, İmam-ı Rabbani gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasip oldu" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur.
"Biz dört kişi, hocamız Muhammed Bakibillah hazretlerine hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cemiyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Bakibillah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu."

İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi'den Serhend'e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor'a gitti. Lahor şehrinde herkes, imam-ı Rabbani hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed, Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmam-ı Rabbani hazretleri Lahor'da bulunduğu sırada, oranın meşhur âlimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor'daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bakibillah hazretlerinin vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi'ye gidip mübarek kabrini ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Bakibillah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Bakibillah hazretlerine gösterdikleri gibi, imam-ı Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Serhend'e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadiri'nin ruhaniyetinden de icazet almakla şereflendi. Bu icazeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, Şah Kemal'in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan Şah İskender, Kehtel'den gelip, Şah Kemal'in bereketli hırkasını İmam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omzuna koydu. İmam-ı Rabbani gözlerini açınca, Şah İskender'i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: "Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem Şah Kemal'i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu." İmam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: "Hazret-i Şah Kemal'in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hal zahir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani'yi, hazret-i Şah Kemal'e kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; "Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor" diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i cihan Hace Abdülhalık-ı Goncdüvani'den hocam Hace Bakibillah'a kadar bütün halifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrariyye büyükleri; "Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale erişti" dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; "Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir" dediler.

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum." İmam-ı Rabbani hazretleri tasavvufta, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahü Teâlâ kullarına acıyarak, imam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, çok kalblerden bâtılı kaldırdı. Bu yüce İmamın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahü Teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar haset ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice âlimlerin, fadılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasetlerini daha da artırdı. İmamı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar. Yüksek meşayihin bildirdiği vahdet-i vücudu inkâr ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmam'dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; "Meşayih-i izamı inkâr ediyor, Allahü Teâlâ'nın marifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor" dediler. Çeşit çeşit iftiralarda bulundular.

O zamanın sultanı Selim Cihangir Han'ın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftüsü ve etrafındakiler Ehli sünnet düşmanı idiler. Halbuki imam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Ashab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara'da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Han'a yollamıştı. "Bunu İran'da, Şah Abbas-ı Safevi'ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur" demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat'ı ve Horasan'daki şehirleri aldı. Buraları daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan'daki bozuk fırkalar, Ashab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip imam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihanı gönderip, imam-ı Rabbani hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftü ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani'nin üstünlüğünü biliyordu. "Babama secde edersen seni kurtarabilirim" deyince, imam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi.

Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlayabilecek birisi olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, imam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; "Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir" diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, imam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi'ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat imam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; "Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir" buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, imam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkâr tevbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu.

İmam-ı Rabbani hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Hatta halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmam-ı Rabbani hazretleri önceleri; "Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim" buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; "Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak" buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasip oldu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fasık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tevbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.

Zamanının âlimleri, imam-ı Rabbani hazretlerine Sıla ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslamiyet’ten ayrı bir şey olmadığını İslamiyet’e uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkâm-ı İslamiye ile tasavvufu vasletmiş, birleştirmiştir. Bir hadis-i şerifte; "Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer" buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, imam-ı Süyuti'nin Cem'ül-Cevami kitabında vardır. İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda; "Beni iki derya arasında "Sıla" yapan Allahü Teâlâya hamd olsun" diye dua etmiştir. Ashabı, talebeleri ve sevenleri arasında "Sıla" ismiyle meşhur olmuştur. Hadis-i şerifte müjdelenen "Sıla" ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Müceddid-i elf-i sânidir. Yani hicri ikinci binin müceddîdidir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir resûl gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i şerifte, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslam dinini her bakımdan ihyâ edecek, dine sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı saadetteki temiz haline getirecek, zahiri ve bâtıni ilimlerde tam vâris, âlim ve arif bir zatın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmam-ı Rabbani hazretleri yapmıştır.

Bütün İslam âlimleri, bu zatın İmam-ı Rabbani hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resûlullah'ın nurları ile aydınlattı. Bid’atleri temizleyip İslam dinini ihyâ etti. Onun zamanında Hindistan'da ve hatta bütün İslam âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücudu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok cahil, büyüklerin sözlerinin manalarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslamiyet’e karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslamiyet’in hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmam-ı Rabbani hazretleri başta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gayet açık bir şekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği ehl-i sünnet itikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes ve birçok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sâni) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti'dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu methedip övmüşlerdir.

Hace Muhammed Bakibillah'ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: "İmam-ı Rabbani'ye tâbi olmayı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; "Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor" dedim. Hocam sert bir sesle; "Sen, Ahmed'i ne sanıyorsun? O'nun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir" buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hazret-i İmamın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve ovaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: "Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki, o nokta Kur'an-ı kerimin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edep dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim."

Bir gün, hafızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'an-ı kerim okumaya başladı. İmam-ı Rabbani hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'an-ı kerim okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı."

İmam-ı Rabbani hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. "Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeyi mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır" buyururdu.

Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır:
"Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hadiseyi anlattı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin büyük bir kerametini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali'ye karşı savaşanları, hele Hazret-i Muaviye'yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmam-ı Rabbani'nin Mektubât'ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İmam-ı Enes bin Malik buyurdu ki: "Hazret-i Muaviye'yi, sevmemek onu kötülemek, Hazret-i Ebu Bekr'i ve Hazret-i Ömer'i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona sövene, bunlara sövene verilen cezayı vermek lazımdır" yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektubât'ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum.

Rüyamda, senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir halde yanıma geldi. İki mübarek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey cahil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zata götüreyim de gör! Resûlullah efendimizin ashabını sevmediğin için, aldandığını ondan işit" buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nur yüzlü, büyük bir zat oturuyordu. Çekinerek ve saygı ile o zata selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu.

Biraz sonra senin o yüksek üstadın İmam-ı Rabbani, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zat, Hazret-i Ali'dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor" dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. "Sakın, sakın! Resûlullah efendimizin ashabına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, asla kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zatın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husustaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. İyi bir tokat vur!" dedi. Şeyh hazretleri, kuvvetli bir tokat vurdu. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Halbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu halden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tadı, beni başka hale soktu. Kalbimde Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmam-ı Rabbani'ye ve onun yazdıklarındaki marifete inancım iyice arttı."

İmam-ı Rabbani hazretleri 1615 senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekir'e, Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ali'ye de uymuş oluyordu.

1623 senesinde Ecmir'de iken; "Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeye başladı" buyurdu. Serhend'de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır" buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icap ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeye başladı."

İmam-ı Rabbani hazretleri Ecmir seferinden Serhend'e dönünce, artık evinde inzivaya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cuma namazı hariç, evden dışarı çıkmadı. Nur ve esrar menbâı olan hususi odasına; Muhammed Haşim-i Keşmi'den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hariç, başkalarının girmesi çok nadir oluyordu. Halveti seçtiği günlerden bir gün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyh-ül-islam'ın (Ebu Ali Dekkak'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı" sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmam-ı Rabbani hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
"İmam-ı Rabbani hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzuruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrar arz edip; "Hemen gidip, döneceğim" dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fakat; "Gidip en kısa zamanda huzurunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısraını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefat etti.

Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayratlar, belaların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:

"Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu nimetin sevinçlerini saçayım."

Muharrem ayının on ikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyadan öbür dünyaya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Said bir gün, İmam-ı Rabbani hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevabında; "Allahü Teâlâ'ya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Yine oğlu; "Allahü Teâlâ, bu işi, bu dünyada çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Said! Allahü Teâlâ'nın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gayet samimi bir beyanla, dert ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?" diye arz etti. Bunun üzerine; "Allahü Teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyada, insanlık icabı bazen ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Halbuki öldükten sonra, beşeri sıfatlardan tamamen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden itibaren, o günleri saymaya başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmi ikinci gecesi kalbleri hasta ashabına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü Teâlâ, Habibine tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlatı bana ihsan eyledi." Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazret-i Ebu Bekri Sıddık'ın; "Bu gün dininizi tamam eyledim" âyet-i kerimesi gelince kalblerine gelen, yani Peygamber efendimiz vefat edecektir, ilhamından bir işaret bulunduğunu anladılar.

Safer ayının yirmi üçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübarek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu tesir edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefat eylemişlerdi. İmam-ı Rabbani hazretleri, bu hususta da ittibâ'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefat ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Bir gün ince hakikatleri beyanda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hace Muhammed Said; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu marifetlerin beyanını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arz etti. Bunun üzerine: "Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım" buyurdular.

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemaatle namaz kılmayı terk etmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salavâtları, zikri ve murakabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dinimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terk etmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür" buyurdu.

Vefatından biraz önce, kendinden geçme hali görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme halinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arz etti. Cevabında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bazı çok yüksek haller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme halinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutabaata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikir ve murakabeye devam etme hakkında idi.

Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lazımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefat edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbad bin Sariye'den, Tirmizi ve Ebu Davud şöyle rivayet eder: "Resûlullah efendimiz bize vaaz ediyordu. Bu vaazdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Ya Resulallah! Bu sözleriniz veda vaazına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resulullah aleyhisselam buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah’tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilahiyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve hulefâ-i raşidimin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalâlettir, sapıklıktır."

İmam-ı Rabbani hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu: "Dinimizin sahibi Resûlullah efendimiz, nasihatlerin en incelerini bile; "Din nasihattir" hadis-i şerifi gereğince ihmal etmediler. Dinimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz.

Vefat ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu.

Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikirle meşgul oldu. Büyük oğlu Muhammed Said, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerifiniz nasıldır babacığım?" diye arz etti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü Teâlâ'nın ismini söyledi ve biraz sonra da vefat etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da Peygamberlerin Serverine tâbi oldu. Vefatı 1624 senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesabı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vaki oldu.

O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefat ayı olan Rebiül-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzuruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadis-i şerifte; "Bir günlük humma, bir senenin kefaretidir" buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadis-i şerifin manasına uygun oldu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmamın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Halbuki, oğulları vefatından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.

Yıkayıcı, mübarek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alameti olarak, zayıf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, bir araya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Halbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi icap ederdi. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defa vaki oldu. Nihayet oradakiler, bunda derin bir mana ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hace Muhammed Said; "Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadis-i şerifte; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü Teâlâ'nın büyük bir ihsanıdır. Dilediğine ihsan eyler. Onun ihsanı boldur.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin cenaze namazını, oğlu Hace Muhammed Said kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.

Büyük oğlu Muhammed Said buyurdu ki:
"Yüksek babamı, vefatından sonra rüyada gördüm. Allahü Teâlâ'nın kendisine verdiği büyük nimetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükür makamından hiç kimseye bir nasip verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler" buyurdu. Arzettim ki, Kur'an-ı kerimde mealen; "Şükreden kullar azdır" buyuruluyor. (Sebe' suresi: 13) Bu âyet-i kerimeden anlaşılan, bu cemaatin, Peygamberler olduğudur. Yahut da Peygamberlerin en büyük ashablarıdır. Hazret-i Ebu Bekri Sıddık gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni hususi bir ihsan ve inayetle, o cemaate dahil eylediler" buyurdu.

  Eserleri:
  1) Mektubat:
İslam âleminde İmam-ı Rabbani'nin Mektubât'ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektubât, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubât'ın birinci cildi 1616 senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde 313 mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi'ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Haşim'e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Ashab-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i hüsnâ yani Allahü Teâlâ'nın hadis-i şerifte geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de imam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra 1630 senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'an-ı kerimdeki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.

Mektubât'daki mektupların birkaçı Arâbi, geri kalanların hepsi Farîsidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.

  2) Redd-i Revafıd:
Farisi olup, Rafızileri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesikaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.

  3) İsbatün-Nübüvve:
"Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak sözün Vesikaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.


  4) Mebde' ve Me'ad
  5) Adab-ül-Müridin
  6) Ta'likat-ül-Avarif
  7) Risale-i Tehliliyye
  8) Şerh-i Ruba'ıyyat-ı Abd-il-Baki
  9) Mearif-i Ledünniye
10) Mükâşefât-ı Gaybiyye
11) Cezbe ve Sülûk Risâlesi

 


Necip Fazıl Kısakürek'in anlatımıyla...


İMAM-I RABÂNİ’NİN (K.S.) HAYATI

Eseri, Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyüğü… Zatı da, velîlik ikliminin ufku…
*
Hicretin 971’inci yılında Hindistan’ın Serhend kasabasında dünyaya geldiler.

Lahor ve Delhi arasındaki Serhend… Serhend, siyah arslan demek… Vaktiyle burası arslanlar ormanıymış… Sonradan orman kesilip yerine, ümmet ve hakikat ormanlarının en büyük arslanına yataklık etmek üzere şehir bina edilmiştir…
*
İsmi Ahmed… Babası Abdülahad… Yirmi dokuzuncu babası, büyük sahabi Hazret-i Ömer’e varıncaya kadar dedeleri, ilim ve fazilette müstesna kimseler…
*
Çocukluğunda ağır hastalanıyor. Ümid kesilecek kadar… O’nu büyük bir Kadirî şeyhine götürüyorlar. Şeyh çocuğu öpüyor:

– Korkmayın, diyor; uzun yaşayacak ve pek büyük insan olacak…
*
Küçük yaşta Kur’ân’ı ezberliyor. Her şubesiyle bir çok büyükten devşirdiği ilim… Onyedi yaşında tamamlanan tahsil… Edebiyata büyük alaka ve istidat… Eşsiz zeka, muhteşem belâgat, parlak fesahat, keskin görüş, başındaki tacın elmasları… Bu sırada (Tehlil Risalesi), (Rafizileri Red Risâlesi), (Nübüvvetin İsbâtı Risâlesi) kaleme alınıyor.

İleride, dünya çapındaki (Mektûbat)ın öncüleri…
*
Gençliğinde merakı tek: Tasavvuf, marifet, hakikat… Ve bu işin mektebi tarikat… Hususiyetle Nakşîlik…

Okumadığı kitap kalmıyor.

Fakat kitap, kelimeler, harfler, sadece güneşin aynada aksi… Güneşi bulmak lazım… Reçetenin kendisi, kağıdı devâ değildir. İş ilaçta… İlaç da mürşit…
*
Babasının vefatından sonra Hacca gitmek üzere Serhend’e çıkıyor, Delhi’ye uğruyor. Orada Muhammed Bâkibillâh…

İşte Mürşid…

Bir anda kalbini saran feyz…

“Haccı tamamlayayım da dönüşümde hizmetine gireyim ve artık yanından ayrılmayayım” diye düşünürken, gönül tutuşması o hâle geliyor ki, Hac’dan vazgeçiyor ve şeyhe bağlanıp kalıyor. Tam iki ay…

Şeyhinin eteği dibinde geçirdiği zaman bu kadar… İki ay içinde öyle hallere erişiyor ki, başkalarınınki ses hızıysa onunki ışık sürati…

Üstadından emir alıyor:

– Yolun tam icazetini aldın… Memleketine dön ve İrşad halkanı kur! Bundan böyle senin eteklerine yapışsınlar!..
*
Yüzgeri Serhend… Şeyhi, yola düşenlerden çoğunu, onun arkasından Serhend’e gönderdi.

İşte İrşad edicilerin İrşad edicisi, İmam-ı Rabbâni, Müceddid-i Elf-i Sanî, Şeyh Ahmet-i Faruk-i Serhendî Hazretleri…
*
Dünya eteklerinde…

Hatta şeyhi bile…

Muhammed Bâkibillah Hazretleri Delhi’den kalkıp Serhend’e geldi ve eski müridinin kapısından girdi. Ahmed, içeride, kalbine eğilmiş, kendi halinde…

– Rahatsız etmeyin, diyor; ben dışarıda beklerim.

Biraz sonra İmam-ı Rabbâni dışarıya çıkıyor:

– Kim var orada?

– Benim; fakir Muhammed Bâki…

İmam-ı Rabbâni Hazretleri, kırık ve dökük, mürid kılıklı ve düşük halli, bir köşede bekleyen üstadını hürmetle karşılayıp baş köşeye oturttu.
*
Muhammed Bâkibillah Hazretlerinin müridlerinden Seyyid Muhammed Numan:

– İmam-ı Rabbâni’ye bağlanmam emrolunca, büyüğüme, bunu yapamayacağımı ve kalbimin kendi kalbine karşı olduğunu söyledim. Şeyhim kızdı: “Sen Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun güneş kalbi bizim gibi binlerce yıldızı örter!” buyurdu; “Teslim ol!”
*
Şeyh Muhammed Bâkibillah:

– Kalblere deva, gönüllere şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara’dan getirip Hindistan’ın bereketli Toprağına ektim. İsteklilerin yetişip kemale ermesi için uğraştım. Ahmed her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca da, kendimi aradan çektim ve isteklileri ona bıraktım.
*
Nakşî…

Kadirî…

Çeştî…

Sühreverdî…

Kübrevî…

Yollarını daha niceleriyle beraber kutsî nefeslerinde topladılar…
*
(Mektubat)da buyurdukları gibi:

Bir mürakebe ânı… Allah Resülü tecelli ediyorlar…

– Sana, şimdiye kadar hiç kimseye verilmeyen izni vermeğe geldim.

Ve ilave ediyorlar:

– Sen hangi cenazenin namazında bulunursan o affedilecek ve cennete girecektir.
*
Şeyh Hasan (Gavsî):

– İmam-ı Rabbâni; mahbubiyet makamının sahibi ve hidayet meclisi kürsüsünün ziyneti, ferdiyet derecesinin ehli, kutbiyet mertebesinin reisi…
*
Haklarındaki “Müceddid-i Elf-i Sâni” tabiri Mevlânâ Abdülhâkim (Sıyalkütî) tarafından… Kendilerini ilk defa “İkinci Bin Yılın Yenileyicisi” ilan eden, bu zat…

İkinci Bin Yıl, topyekun zamanı da içine alarak, Allahın Resulüne bağlı… şeyh Ahmed Farukî Hazretleri ise, topyekun zamanın Sahibine tam teslimiyet halinde, O’na ait ölçüler ve hikmetlerin İkinci Bin Yılda Yenileyicisi… Böyle olunca, daima başbuğ emrinde, en büyük birliğin kumandanı, İmam-ı Rabbanî hazretleri… Zamanımız onun armasını taşıyor. Daha altı yüz sene taşıyacak… Aradaki asır yenileyicileriyse, hep onun emrinde; ve hep onun emrinde kalacak…

Bu, İmam-ı Rabbânî’yi anlamaya doğru bir dış ölçüdür.
*
Buyuruyorlar:

– Kıyamet gününe kadar bu yola girecek olanları, tek tek gördüm ve bildim. Allahın izniyle hepsinin ismi ve cismi bana bildirildi. Bu yola gireceklerin de baştanbaşa ateşten kurtulacakları bana müjdelendi.
*
Peygamber Müjdesi:

“Ümmetimden (Sıla) lakaplı birisi gelecektir. Onun şefaatiyle Cennete çok kimse girecek…”

Sıla; arasını bulmak, birleştirmek, vasletmekten geliyor. O, veliler velisi, “Vahdet-i vücut” meselesini dibine ve köküne kadar hal ve fasl etti ve şeriatla tarikatı birleştirdi.
*
Tasavvuf alimleri ve kendi yakınları arasında, İmam-ı Rabbanî Hazretleri, (Sıla) diye anıldığına ve kendilerinden evvel hiç kimseye bu takılmadığına göre, işte Peygamber müjdesinin mazharı!..

Bir mektubunda buyuruyor:

– Beni iki derya arasında sıla eden Allaha hamd ederim.
*
Şeyhülislam Ahmed Câmi:
– Allah her dört yüz senede bir, Ahmed isimli bir kuluna büyük ihsanlar verir ve bu ihsanları herkes görür.

Yine Şeyhülislam Ahmed Câmi:

– Benden sonra Ahmed isminde on yedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin tarihinden sonradır ve en büyüğü odur.

İmam-ı Rabbanî’den dört küsur yıl evvel söylendi bu sözler…
*
Zikir halkasında gâibden bir nida duyuyorlar:

– Sana ve kıyamet gününe kadar seninle bana yönelecek olanlara mağfiret ettim.
*
İlk halifeleri Şeyh Numan, rüyasında Allahın Resulüyle Ebu Bekir Hazretlerini görüyor.

Kâinatın Efendisi, Ebu Bekir Hazretlerine diyorlar ki:

– Numan’a haber ver; kim Ahmed’in makbuliyse, benim de makbulüm, Allahın da… Şeyh Ahmed’in istemediğini ben de istemem, Allah da …
*
Müridlerinden biri rüyasında Hızır’ı görüyor ve el almak istiyor:

Aldığı cevap:

– Sen öyle birine bağlısın ki, irşadı sana ve bütün aleme yeter!
*
Seyyid Salih:

– Şeyh Ahmed Farukî Hazretleri beni bir iş için uzakça bir yere gönderdiler. Yolda”Liîlâfi” suresini sık sık okumamı emrettiler, ve eğer bir sıkıntıya uğrayacak olursam, kendilerine, isimleriyle nida etmemi tembihlediler. Yolda ıssız bir sahraya düştüm. Çalılıklardan müthiş bir canavar çıktı. Hemen, Efendimi isimleriyle imdada çağırdım. Canavar bir anda durdu, geriye döndü ve koşarak kayboldu. Yoluma devam ettim.
*
(Ravtâ-tül İslâm) sahibi:

– Şeyh Ahmed Farukî Hazretlerinin, kendilerinden sonra dünyada iki büyük harikaları kaldı. Biri “Mektubat”… Ondaki hikmet ve hakikat derecesine kimse ulaşamadı. Öbürü de çocukları… Hiçbir baba, oğullarına bu derecede tesir edemedi ve onları kendi dengine çıkaramadı.

Başta, kaniyle olduğu kadar ruhiyle de babasının mirasçısı, “Altun Silsile” içinde mukaddes emanetin ilk defa baba elinden alıcısı Şeyh Muhammed Masum Hazretleri… Hepsi yedi oğul…
*
Mürakabede kendilerine, Kadirî nisbetini veren şeyh zuhur edip, omuzlarına Abdulkadir Geylanî Hazretlerinin hırkasını koyuyor. Kadirîlik feyzi içinde uçarlarken hatırlarına bir incelik geliyor:

– Ben Nakşî yoluna bağlıyım. Şimdi de beni Kadirilik bağının tecellileri sarmakta… Sakın bu hal Nakşî büyüklerini incitmesin?..

O zaman, üzerinde ne kadar bağ varsa hepsinin birden büyüleri tecelli edip bir ağızdan hitap ediyorlar:

– Şeyh Ahmed bizdendir!

Ana cadde Nakşîlik… Her nisbetten de kendilerine birer yol…

“Bütün yollar Romaya çıkar” sözü madde ölçüsüne göre âdi bir lâftır; asıl bütün yollar, ruh yolları İmam-ı Rabbanî’ye çıkar.
*
Şeyhin uzaktan cazibesine tutulanlardan biri, günlerce yol alıp Serhend’e geliyor. Kasabaya akşam üstü vardığı için Şeyhi rahatsız etmek istemiyor ve bir tanıdığının evine misafir oluyor.

Gece, tanıdığiyle şeyhten konuşuyorlar. Meğer bu tanıdık, İmam-ı Rabbanî’yi inkar edenlerdenmiş… Kötü konuşuyor.

Ertesi sabah, uzakların yolcusu huzurda… İmam-ı Rabbanî Hazretleri, hiçbir söz açılmadan buyuruyorlar:

– Gece, evinde misafir kaldığın adam sana, bizim hakkımızda bir sürü yalan söyledi.
*
Kendilerine “İkinci Binin Yenileyicisi” ismini veren büyük zat da başlangıçta inkar edenlerden… Rüyasında kendisine okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor…
*
Hastalandılar, ceviz istediler. Bir kab içinde, yanıbaşlarına ceviz konuldu. Eleriyle kabı karıştırdılar ve ancak bir tanesini yediler ve buyurdular:

– Bu cevizleri alın! Hastalara verirsiniz…

Cevizden yiyen her hasta iyi oldu.
*
Seyyidlerden, Kâinatın Efendisine bağlı mukaddes sülaleden birisi, Muaviye Hazretlerine düşmanlık edermiş… Bir gün bu seyyid, (Mektubat)ı okurken orada Muaviye’nin methedildiğini görür ve öfkeyle (Mektubat)ı yere atar. Aynı günün gecesi, rüyasında, İmam-ı Rabbanî Hazretlerini… Seyidi kulağından tutmuş, haykırıyor:

– Cahil! Sözümüze ve ölçümüze güvenmiyorsun, öyle mi? Gel, seni, ceddin ve Peygamber Evinin temsilcisi Hazret-i Ali’ye götüreyim de işin gerçeğini ondan öğren!

Huzura çıkıyorlar. Peygamber Evinin temsilcisi ve güya kendisine sevgi iddia edilerek köpürtülen Muaviye nefretinin vesilesi, Büyük İmam, buyuruyorlar:

– Sakın Allah Resulünün sahabilerine düşmanlık etme! Peygamber dostlarına çatan ve Şeyh Ahmed’in bu davadaki hak ölçüsünü dinlemeyen, felakettedir.

Peygamber Evinin temsilcisi büyük sahabi, ayrıca İmam-ı Rabbanî’ye emir veriyorlar:

– Bu cahil, sözden anlamıyor. Göğsüne vurun da aklı başına gelsin ve tövbe etsin!..

Emir yüksek yerden geldiği için yerine getiriliyor. İmam-ı Rabbanî Hazretleri Seyyidin göğsüne vuruyor.

Seyyid, uyanınca, göğsünde müthiş bir sızı… Ve kalbinde derin bir nedamet, yeni bir anlayış ve tövbe isteği…imam-ı Rabbanî’nin mübarek ellerinden öpmeğe koşan ve bir daha bu eli bırakmayan Seyyid…
*
İlk gençlik çağlarında yazdıkları üç risaleden sonra, tam olgunluk devirlerinde, yalnız mektup yazmakla, suallere cevap vermek ve hakikati tamimlendirmekle yetindiler. Sonradan bunlar toplanıp (MEKTÛBAT)ı teşkil etti ve insanoğlunun en üstün eseri oldu.

Mektubat üç cilddir ve esası Farsça’dır. İçinde birkaç Arapça mektup da vardır. Bütün İslam dillerine tercüme edilmiştir.
*
İmam-ı Rabbanî’nin anlatılmaz büyüklüğünü yine eseri anlatır:

(Mektubat)ın getirdiği, İkinci Binin Yenileyiciliği çapındaki yenilik; “Vahdet-i Vücud” meselesini aklın son haddiyle tesbit etmesi; ve Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin yanlış anlaşılan ve eserle müessiri bir gösterdiği vehmine düşüren “Vahdet-i Vücud” davasını tam gerçeğe bağlamasıdır.

“– Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; ötelerin ötesinde…”

Yani, nerede onu buldum ve teşhis ettim sanırsan onun da ötesinde, namütehani ötesinde…

Meşhur düstur;

– Ne ki, o zannedersin; zannettiğin o şey, ona perdedir.

Böylece:

– “Heme ost” değil; ”Heme ez ost”… “Her şey o” değil; “her şey ondan”…

(Mektubat), İkinci Bin Yıla girerken bir bir fesada bulanan İslam hakikatinin en mahrem inceliklerini, İkinci Bin Yılın Yenileyiciliği haysiyetiyle billûrlaştırmış; ve dağıtılışın, kayboluşun, kaybedilişin son haddinde, her şeyi merkezde toplamış ve kazandırmış, muazzam eser…

Ölçü:

“– Allah ve Resulünün kitaplarından sonra dinin en büyük eseri Mektubat’tır”.
*
İlahi tecellilere; ve İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin büyüklüğüne ve derecesine ait bütün ölçüler (Mektubat)da:

“– Allah bana rahmetiyle tecelli etti; rahmetinden başka hiçbir şey göremedim. Kahriyle tecelli etti; kahırdan başka hiçbir şey göremedim.”
*
Mürid, şeyhine şöyle bağlanmalıdır:

“– Gassâl (yıkayıcı) elindeki ölü gibi…”
*
Mihnet ve ıstırap mı dediniz:

“– Mihnet ve ıstırap, aşkın levazımındandır. Çaresiz katlanılacak… Yoksulluk, dert ve gam… Bunlar Lazımdır. Dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış görmek ister. Bu makamda huzur, huzursuzlukta; karar, karasızlıkta; rahat, rahatsızlıkta… Bu makamda nefse çare aramamak, kendisini mihnet ve ıstıraba bırakmaktır ki, devanın tâ kendisi… O zaman da insan, kendisini sevgiliye ısmarlamış ve bırakmış olur; devlet bundadır. Devlet, ondan ne gelirse razı olup onu kabul etmektedir.”
*
Yakınlık, sadece yakınlık:

“– Bu yolun divaneleri, elde ettikleri hiçbir yakınlıkla teselli bulamazlar. Öyle bir yakınlık isterler ki, uzaklığa benzer; ve öyle bir visal dilerler ki, gurbeti andırır olsun. Yoksa yakınlığa benzer ve visali andırır gurbetlerden ne fayda?..”
*
Ve tek yol:

“– Şerif ve latif mektubunuz, zayıf ve nahif kölenize ulaştı. Sevenlerimiz bilsin ki, Allah ehlinin (Fenâ) diye isimlendirdiği ve tabiî ölümden evvel gelen ölümle ölünmedikçe kuds alemine yükselmek mümkün değildir. Yoksa kalb, bâtıl dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamaz. İslam'ın hakikati ve imanın kemaline de eremez.”
*
En büyük mesele:

“– Vahdet-i vücud ve Zatî tecelli davasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakînin yakîni halinde sabittir. Hak ehlince çoktan beri bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimledir; ve Allah hiçbir şeyle ittihat halinde değildir. Vücudu vâcib olanın, vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki, Muhyiddin-i Arabî ve bağlıları, Allaha (Mutlak meçhul) derler, onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zatî ihata, yakınlık ve mahiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allahın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir.”
*
Nihayet

“– Bu dava, bu fakire pek giran gelmekteydi. Bana en büyük ıstırabı veren bu türlü tevhid ifadesinin verasındaki son hakikati ve o hakikatin ulvîliğini henüz kavrayabilmiş değildim. Allah'a bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki ilmî ve şer’î inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim… Duâm kabul edildi. Önümde hiçbir hicap kalmadı, hakikat bana olduğu gibi göründü. Gördüm ki, alem, sıfatî kemallerin aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir. Yoksa, (vahdet-i vücut)cuların vehmettiği gibi, (Zahir) ile (Mazhar), (Gölge) ile (vücut), birbirinin aynı değildir.”
*
Deryadan daha ne göstereyim?.. Ha birkaç damla, ha dünyanın taşıyamayacağı kadar su…

(Mektûbat): İnsanın; insan ruhunun, ilahi hikmetlerin ve ötelerin, riyazî bir kesinlikle çizilmiş topoğrafyasıdır.
*
Buyurmuşlardır ki:

“– Daha üstümde bir çok derece var… Oralara ancak sert terbiye, Celil terbiyesiyle, bela ve mihnetle yükseline bilinir.”

Ve buyurmuşlardır ki:

– Elli ile altmış yaşım arasında üzerime türlü belalar yağacak…

Dedikleri gibi oldu.

Zamanın padişahı, insana mahsus ulvîlik sıfatlarının, üzerinde misilsizliğe kavuştuğu bu veliler velisini hapse attı, bir kalede iki, üç sene hapsetti.
*
Bir çok alim ve şeyh taslağının etrafı kendilerinden çözülüp İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin çevresinde toplanmaya başlamıştı. Bu akın, bu küçük insanları telaşa düşürdü. Veliler velisi hakkında bir kin, kıskançlık, iftira fırtınasıdır koptu.

– Cüneyd, Beyazid gibi büyükleri inkâr ediyor, onları aşağı görüyor!

Buradan da iftira, şu nazik noktaya çevrildi:

– Hükümeti tanımıyor! Ben hükümet, mükümet tanımam diyor!

Zamanın Sultanı Selim Cihangir, bütün etrafıyla Râfızî… Bundan da faydalandılar; ve sultana İmam-ı Rabbanî’nin Râfızîlik aleyhindeki mektuplarını gösterip:

– İşte!

Dediler.

Sultan, kendisine secde edilmesinin caiz olduğuna dair elinde bir fetva, oğlunu İmam-ı Rabbani’ye gönderdi.

– Bu fetvayı doğrularsan kurtulacaksın!

Cevapları:

– İnsan, böyle bir fetvayı doğrulaması için ölümle korkutulacak olursa (evet!) diyebilir, izin vardır; fakat gerçek din ölçüsü ve izinden faydalanmaksızın azimet ruhu, sultana secdenin caiz olmadığını söylemektedir. Ecel gelince de zaten kimse kimseyi korkutamaz.

Ve kaleye hapis…

İmam-ı Rabbanî’nin etrafında bütün zindan Müslüman… Kalenin muhafızına kadar… Nihayet sultan, ettiğine pişman, zindan kapısını açıyor ve büyük velîden af diliyor.
*
Hicri 1031 Safer ayının 28’inci Salı günü, yeniledikleri asrın başında, gözleri bu asrın Muhammedî nuru karartan zulmetlerinde, bütün dünyaya veda ettiler. Fakat öyle bir nur ipliği bıraktılar ki, karanlık bütün fezayı tutsa onu yine bir paket içinde sarar ve ebediyet istilasını karanlığa bırakmaz.

Galib, Allah; ve ebediyet, nur…
*
Vefatlarında, Hindistan usulünce ellerini göğüslerinde birleştirip bağladılar. Biraz sonra ellerinin titrediği, kımıldadığı, bağını gevşettiği, çözdüğü ve serbest kaldığı görüldü. İmam-ı Rabbanî hazretleri, kollarını, İslam adetince yanlarına uzattılar be öylece hareketsiz kaldılar.

Bu küçücük riayette, İkinci Bin Yılın Yenileyicisine ait, en büyük hakikat ve marifet içinde, şeriate noktası noktasına bağlı olmanın ne harikulade misali var!.. Kerametin üstü!..
*
O, Peygamber yolundan kıl kadar dışarıya sekmedi ve yalnız bu sırrı tâlim etti.
*
Alayişsiz, gösterişsiz, kerametin belirtilmesini hiyanet bilen, şeriatten başka mizan ve ölçü tanımayan, boş ve manasız tek kelimesi ve hareketi olmayan, dışarıdan sarp ve kuru görünüp de içeriden avizelerinin her mumunda bir güneş pırıldayıcı sarayın sahibi, büyükler büyüğü…*

Keşifte, Allahın Resulüne İmam-ı Rabbanî’yi soruyorlar; ve emir üzerine onun “Allah ötelerin ötesinde” düsturunu okuyorlar.

Kâinatın Efendisi, bu düsturu üç kere okuyorlar ve buyuruyorlar:

– Ümmetimin içinde var mı onun gibisi?..

Ümmetin, sonsuzluk ümmetinin, Peygamberi gözüyle görenlerden sonra en büyüğü…
*
İmam-ı Rabbanî Hazretlerinden birkaç kol sonra, kurtuluş kervanının kol başlarından olarak gelen Mevlana Halid Hazretlerinin Farisi Divanından:

“Rabbim;

O sonsuzluk yolcusu,

İlim sahiplerine baş,

Gözle görülmez, akılla erilmez sırlar kaynağı,

İnsanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklerin mazhârı,

Köpüren, dalgalanan, yükselen manaların deryası,

Maddesizlik, mekânsızlık aleminin şahı,

Nuriyle Hind illerini ışıldatan,

Serhend beldesini; Musa Peygambere Allah kelâmının indiği şerefli vadiye çeviren,

Sevgilinin getirdiği dinin ululuğuna sened,

Dibsiz görüş meclisinin ışığı,

Hayal uçmaz yüksekliklere ulaşan,

Dini bütünler ordusunun başbuğu ve eteğindekileri ortaya çeken

Ahmed-i Farukî’nin gözleri nuru hürmetine beni affet!”
*
(Allahım, ben de bu yalvarış hürmetine senden af diliyorum… Mevlana Halid’în eteğini tutanın, eteğini tutanın, eteğini tutanın, eteğinden bir iplikçik tutan ben… Abdulbaki Fazıl oğlu Ahmed Necib…)

Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbânî
Necip Fazıl Kısakürek


 www.necatiaksu.net