TABİİYYECİLERİN VE MÜNECCİMLERİN KARINCAYA BENZETİLMESİ

Bu zavallı ve nasipsiz tabiiyyeciler [tabiatçılar] ve müneccimler [astrologlar, astronomi ile uğraşanlar], işleri, tabiata ve yıldızlara havale eylediler. Bunların hâli kâğıt üzerinde yürüyen karınca gibidir. Siyahlaşan ve üzerinde bir şekil meydana gelen bir kâğıt görür; dikkat eder, kalemin ucunu görür ve sevinip der ki; «Bu işin hakikatini anladım ve kanaat getirdim ki; şekilleri kalem yapıyor». Bu, âlemlerin hareket ettirilmesinden âciz olup, bir şey bilmeyen bir tabiiyyeci gibidir.

Sonra gelen ikinci karıncanın, gözü daha açık ve görüş mesafesi daha fazladır. Der ki: «Hatâ ettin. Çünkü, ben bu kalemi müstakil bulmuyorum. Onun ötesinde başka bir şey daha görüyorum, bu şekilleri o yapıyor». Buna sevinir. «Doğrusunu anladım ki, şekli yapan kalem değil, parmaktır. Kalem ise onun emrindedir» der. Bu, görüşü biraz daha geniş olan ve hâdiselerin yıldızlar vasıtası ile olduğunu zanneden, fakat yıldızların meleklerin emrinde olduğunu ve bunun ötesindeki mertebeleri bilemeyen müneccim gibidir.

Madde âleminde, müneccimler ve tabiiyyeciler arasındaki fark, bir ihtilâf mevzuu olduğu gibi, ruhlar âlemine yükselen insanlar arasında da bu ihtilâf vardır. Zira, birçok insanlar madde âleminden terakki eylediler, maddenin dışında başka bir şeye kavuştular. Sonra evvelki dereceye indiler. Böylece ruhlar âlemine yükselme yolu onlara kapandı. Nurlar âlemi olan ruhlar âleminde de bunun gibi, tehlikeli geçitler ve mâniler çoktur. O derecelerin bazısı yıldız gibi, bazısı ay gibi ve bazısı da güneş gibidir. Bu merdiven, göklerin melekûtu kendilerine gösterilen kimselerin miracıdır. Hususan, İbrahim aleyhisselâm hakkında Allahü Teâlâ şöyle bildirdi: «Böylece İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik» (1). O makamda İbrahim aleyhisselâm şöyle der: «Şüphesiz ki ben, muvahhid [Allah'ı bir tanıyıcı] olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim...» (2). Bunun için Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: «Muhakkak ki, Allahü Teâlâ için yetmiş nur perdesi vardır. Eğer onları açarsa güzelliği bakanları yakar» (3). Bunu, Mişkâtü'l-Envâr ve Misfatü'l-Esrâr kitaplarımızda uzun uzun anlattık, oradan öğrenmek mümkündür.

Maksadımız, zavallı tabiiyyecilerin bir şeyi, sıcaklığa, yaşlığa, soğukluğa ve kuruluğa havale etmelerini bildirmektir. Çünkü onlar diyor ki, eğer bunlar Allahü Teâlâ'nın sebepleri arasında olmasaydı, tıb ilmi bozulurdu. Fakat yanılmalarının sebebi, kısa görüşlü olması ve ilk merhalede takılıp kalmalarıdır. O merhalede tâbilik değil asillik, hizmetçilik değil efendilik ispat etmesidir, O ise, kendini, en arkada, ayakkabıların bulunduğu yeri seçen, en pejmürde hizmetçilerden eyledi. Sebepler arasına yıldızları koyan müneccimler derler ki, böyle olmasaydı, gece - gündüz aynı olurdu. Çünkü, güneş dünyayı aydınlatan ve ısıtan bir yıldızdır. Kış ve yaz aynı olurdu. Yazın sıcak olması, güneşin yakın olmasındandır. [Yazın sıcak olması güneş ışığının daha dik açıyla dünyaya gelmesidir. Dokuz asır evvel böyle söylenmesini normal karşılamak lazım.] Kışın ise uzak oluyor. Güneşi ışık ve hararet [sıcaklık] verici şekilde yaratan Allahü Teâiâ'nın kudreti, Zuhal yıldızını soğuk ve kuru, Zühre yıldızını ise, sıcak ve nemli yaratsa hiç şaşmamak lâzım. Bu, islâmiyet'e dokunmaz. Müneccimin yanıldığı yer, yıldızları asıl ve işlerin havale edildiği son yer zannetmesi ve onları bir kudret ve emir altında görmemesi ve «Güneş, ay ve yıldızlar, onun emri altındadır» (4), kelâmını bilmemesidir. Emir altında olan iş yapar. O hâlde güneş, ay ve yıldızlar kendilerine verilen vazifeleri yapan işçilerdir. Kendiliklerinden değil, iş yaptıran melekler tarafından işte bulunduruluyorlar. Bunlar beyinde bulunan bir kuvvet merkezi tarafından, etrafın tahriki altında iş yapan sinirler gibidir. Kalemin yazması gibi en küçük işler, bunların eli altında olup, geri saflarda bulunan dört ana unsur şeklinde olmadıkları, hattâ baş köşede oturdukları hâlde, yıldızlar da basit birer hizmetçi gibidirler.

(1) 6 - En'âm: 75.       

(2) 6 - En'âm: 79.

(3) H. tsti'zân. J; M. Birr. 115. Cennet, 28.

(4) 7 - A'râf: 54.