|
Zât’a Zâid Sıfatların Varlığı
Ehl-i Hak, Allah’ın sıfatlarının var olduğunu kabul etmişlerdir. Bu
sıfatları, zâtın varlığına zâid bilirler. Allah Teâlâ’nın ilim (sıfatı) ile
bildiğini, kudret (sıfatı) ile kâdir olduğunu bilirler. Diğer sıfatlar da bu
şekildedir. Mu‘tezile, Şîa ve filozoflar ise Allah’ın sıfatlarını kabul etmezler
ve derler ki: Sıfatlarla ilgili olan her şey, zâtın kendisi üzerinde
bulunmaktadır. Meselâ mahlûkâtın ortaya çıkması (keşf olunması, bilinmesi)
Allah’ın ilim sıfatına bağlıdır. Allah Teâlâ için bu keşf olunmanın Allah’ın
zâtında gerçekleştiğini söylerler. O hâlde zât, bu yönden ilmin hakîkatidir.
Kudret ve diğer sıfatlar da böyledir. Vahdet-i vücûda (varlığın birliğine)
inanan sonraki dönem sûfîlerinden bazıları Allah’ın sıfatlarını (zâttan ayrı
olarak) kabul etmeme konusunda Mu‘tezile ve filozoflara uymuşlardır.
Eğer bir kimse: Bu zikredilen sûfîler Allah’ın sıfatlarının mefhûm (anlam) ve
taakkul hasebiyle zâttan ayrı olduğunu söylüyorlar. Tahakkuk hasebiyle yani
hâricî vücûd îtibâriyle ise zâtın aynısı biliyorlar. O hâlde onların mezhebi
filozoflar ile kelâm âlimleri arasında bir orta yol olmaktadır. Çünkü filozoflar
“sıfatlar zâtın aynısıdır” diyorlar, kelâmcılar da “zâttan ayrıdır” diyorlar. Bu
sûfîler ise “sıfatlar, hâricî varlık îtibâriyle zâtın aynısı, mefhûm îtibâriyle
ise zâtın gayrıdır”, diyorlar.
Buna cevâben deriz ki: Bu açıklamayı kabul etmeyiz. Çünkü filozoflar taakkul
ve mefhûm îtibâriyle de sıfatların zât ile aynı olduğunu söylüyorlar. Tartışma
zihnî varlıkta değil, hâricî (varlık sahasına çıkmış) varlıktadır. Mevâkıf
sâhibi bunu açıklamıştır [1]. Kelâm
âlimleri sıfatları, zâta zâid bir varlık ile hâriçte mevcûd bilirler. Mu‘tezile
sıfatların hâriçte zâtın aynısı olduğunu söylüyorlar. Söz konusu sûfîler de bu
meselede kesinlikle filozoflar ve Mu‘tezile ile hem-fikirdirler. Fakat onlar bu
meselede zikredilen fark ile kendilerini filozoflar ve Mu‘tezile’den ayırırlar,
sıfatların yok sayılmasını kabul etmezler. Ancak sen de biliyorsun ki, bu fark,
onlara fayda vermez.
Onların (vahdet-i vücûdu kabul eden sûfîlerin) şeyhi ve reisi şöyle demiştir:
“Bir grup insan, Allah’ın sıfatlarını yok saymaya yöneldiler. Oysa peygamberler
ve velîlerin zevki bunun tersine şehâdet eder. Bir grup ise sıfatların var
olduğunu kabul edip bunların Allah’ın zâtından tam olarak farklı olduğuna
hükmettiler. Bu hâlis küfür ve katıksız şirktir.
Bazıları da şöyle demiştir: Kim Allah’ın zâtını kabul eder fakat sıfatlarını
kabul etmezse câhil ve bid‘atçı olur. Kim de sıfatları kabul eder ancak bunların
zâttan tam olarak ayrı olduğuna inanırsa, o kişi senevî (dualist) [2]
bir kâfir ve küfrüyle câhildir.
Bu söz, sıfatları mutlak yok saymak ile mutlak var saymak arasında orta bir
yolu ispata çalışmaktadır. Tam olarak yok sayan ile filozofu, tam olarak var
sayan ile de kelâm âlimini kastediyor. Ancak sen biliyorsun ki, bu, orta yol
değildir. Aksine onlar sıfatları yok sayanlara dâhildirler.
Onların cür’etlerine şaşılır ki, sâdece keşflerine îtimâd ederek Ehl-i Sünnet
ve Cemâat’in üzerinde icmâ ettiği bir konuda onları hatâlı görüyorlar. Buna
inananları da kâfir ve senevî diye adlandırıyorlar. Gerçi bu kelimelerle gerçek
anlamda küfür ve senevîliği kastetmiyorlar (ama bu lafızları kullanıyorlar).
Doğru bir îtikâd sâhibi için bu kelimeleri kullanmak çok çirkindir. Keşfte ne
kadar hatâ ediyorlar ve bilmiyorlar ki belki bu keşf de o türdendir ve doğru
îtikâda muhâlif olunmaz.
Bu fakîrin bu konuda müstakil bir sözü (görüşü) vardır. O da şudur: Allah
Teâlâ’nın zâtı, sıfatlarıyla irtibatlı olan bütün işlerde tek başına kâfîdir.
Ancak bu, erbâb-ı ma‘kûlün (felsefe ve mantık gibi aklî ilimlerle uğraşanların)
dediği gibi, meselâ ilim sıfatıyla ilgili olan inkişâf (açılma, bilme) zât için
de geçerlidir, şeklinde değildir. Şu mânâdadır ki, Allah’ın zâtı tam bir usûl ve
müstakillik üzeredir ve bütün işleri yapar. Yani ilim ve bilgi ile yapılması
gereken bir işi Allah’ın zâtı ilim sıfatı olmadan yapar. Aynı şekilde kudret
sıfatı ile ortaya çıkan bir şey için bu sıfat olmaksızın zât kâfîdir.
Daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim: Bir taş, (yukarıdan bırakılınca)
yapısı ve tabiatı gereği yukarıdan aşağıya doğru düşer. Taşın zâtı, ilim, irâde
ve kudret işlerini yapmış olur. Oysa onda ilim, irâde ve kudret sıfatları
yoktur. İlmin gerektirdiği durum şudur: Taş, kendi ağırlığı sebebiyle aşağıya
yönelir ve yukarıya meyl etmez. İrâde, ilme tâbîdir. İrâde, aşağıyı tercih
etmesini gerektirir. Hareket de kudretin gereğidir. O hâlde taşın tabiatı, bu üç
sıfat olmaksızın onların işini yapmış olur.
Binâenaleyh, “En yüce misâller (sıfatlar) Allah’a âittir” (en-Nahl,
16/60) âyeti gereğince, aynı şekilde Allah’ın zâtı bütün sıfatların işini yapar
ve bu işleri yaparken sıfatlara ihtiyâcı yoktur. Ancak inkişâf (bilme), tesir
(etkileme) ve tahsis (tercih) ilim, kudret ve irâde gibi sıfatlar üzerinde
cereyân eder. Zâtı ile değil ilim (sıfatı) ile bilir, kudret ile tesir edip
etkileyicidir, irâde ile tahsis ve tercih edendir. Bu sıfatlarla yapılması
gereken her şey hakkında Allah’ın zâtı kâfîdir. Ancak bu mânâlar sıfatlar
üzerinde gerçekleşir. Bu mânâlar olmadan zâta âlim (bilen), kâdir (gücü yeten)
ve mürîd (irâde eden, dileyen) denemez. Meselâ aynı taşta ilim, kudret ve irâde
sıfatı yaratırlarsa, o taşa bilen, gücü yeten ve dileyen denebilir. Ancak bu
zâid mânâlar (özellikler) olmadan bu sıfatların işini yapsa bile onlarla
vasıflanmış olamaz. Şüphe yok ki bu özelliklerin onda bulunması onun kemâlini ve
üstünlüğünü gerektirir.
O hâlde sıfatlarla ilgili bütün işlerde Allah Teâlâ’nın zâtı her ne kadar
yeterli ise de, bu üstün özelliklerin sübûtu için sıfatlar lâzımdır. Zât, bu
özelliklerin bulunması ile kemâl sıfatları ile vasıflanmış olur.
Şöyle denmesin ki: “Bu yoruma göre, Allah’ın zâtının, kendisinden farklı olan
sıfatlar sâyesinde kemâle ulaşmış olması îcâb eder. Bu durum zâtın nâkıs (eksik)
olmasını ve başkasıyla kemâle ermesini gerektirir. Oysa bu imkânsızdır”. Buna
cevâben deriz ki: İmkânsız olan şey, Allah’ın zâtının kemâl sıfatını kendisinden
başka bir şeyden alması ve istifâde etmesidir. Yoksa, o sıfat zâttan başka (zâta
zâid) olsa bile, kendi zâtı ile kemâl sıfatıyla vasıflanması imkânsız değildir.
Kelâm âlimlerinin mezhebinde lâzım olan ikinci şıktır, birinci değil. Nitekim
Seyyid (Şerîf Cürcânî) bu konuyu Şerhu’l-Mevâkıf’ta açıklamıştır.
[1]
el-Mevâkıf,
Adudüddîn
el-Îcî’nin
(ö.
756/1355)
kelâm
kitabıdır.
Seyyid Şerîf
Cürcânî’nin
bu eser
üzerine
yazdığı şerh
meşhurdur.
[2] Senevî
kelimesinin
iki mânâsı
vardır.
Birincisi
hayır ve şer
tanrısı
olarak iki
ilâh kabul
eden
Seneviyye
fırkasına
mensup kişi
demektir.
İkinci
mânâsı ise,
hem Allah’a,
hem de âleme
gerçek
varlık
nisbet
ederek iki
hakîkî
varlık
bulunduğuna
inanan ve
vahdet-i
vücûdu kabul
etmeyen
kişi,
dualist
demektir.
Yukarıdaki
cümlede
ikinci mânâ
esastır.
|
|