ÂRİFLER YOLUNUN EDEPLERİ (RABITA BÖLÜMÜ) S. MUHAMMED SAKİ HAŞİMÎ
Düzenleyen: Dr. Necati Aksu |
||
Rabıta, kelime olarak
"bir şeyi diğerine bağlamak, sabitleştirmek, bir işin üzerinde durmak, iki
şey arasındaki ilgi, bağ ve alaka" demektir. Rabıta, tasavvufta bir
terbiye usulü olarak özel bir tabir olup ayrı bir mana kazanmıştır. Ulu arifler
rabıtayı şöyle tarif etmişlerdir: "Rabıta, müşahede
makamına ulaşmış, ilâhi huzurda kabul görmüş,
Allah'ın nuru ve edebiyle süslenmiş kâmil bir mürşide kalbi bağlamaktan
ibarettir. Çünkü kâmil mürşidin kalbi ilâhi nur,
feyiz, sevgi ve ilimler için bir merkez yapılmıştır. Ona yönelen ve sevgiyle
bağlanan bir kalbe, oradan nur, feyiz, sevgi ve ilim akar. Bu kuvvetli kalp
müridin zayıf kalbini besler. Kendisine rabıta
yapılacak mürşid, nefsini ıslah etmiş: huzur makamına ulaşmış, Allah Teâlâ’ya
tam teslim olma halini elde etmiş ve en önemlisi insanları terbiye için
görevlendirilmiş olmalıdır. İrşad izni ve ehliyeti
olmayan kimseye yapılan rabıta hem yapana hem de yapılana zarar verir. Kısaca, kendisine rabıta yapılacak mürşid, Hz. Resûlullah'ın
(s.a.v) gerçek tasarruf sahibi, icazetli bir kimse olmalıdır.
İşte müridin böyle bir kâmil mürşide kalbini bağlayıp huzurunda ve gıyabında
onun sûret ve ruhaniyetini hayaline almaya, onu
kendisi ile birlikte düşünerek, yanındayken takındığı tavrı, uzağında iken de
sürdürmeye rabıta denir. Rabıtanın aslı
muhabbete dayanır. Muhabbet rabıtası, müridin mürşide olan ileri seviyede
sevgisi ve edep ile gerçekleşir. Bu rabıtaya devam eden mürid, yavaş yavaş
mürşidinin boyasına boyanır, onun halleri ile hallenir, ahlakına bürünür, sevgisi
ile tatlanır, güzelleşir ve kâmil bir insan olur. Çünkü muhabbet rabıtası
seveni, sevilenin sıfatlarına sokar. Bilinmelidir ki kulun
tek başına mukarrebun makamına çıkması, yakîn ve müşahede halini ele geçirmesi çok zordur. Bunun
için bu güzel hallere ulaşmak isteyen kimseye, o halleri elde etmiş, yolu bilen
kâmil bir mürşid gereklidir. Böyle bir mürşidi bulan müride, onun ruhaniyetini vasıta
yapıp ilâhî feyiz ve nurlarından bolca nasiplenmesi gerekir. Bunun en kısa yolu
muhabbet rabıtasıdır. Müridin, mürşidinin huzurunda feyiz alması kolaydır.
Huzurunda olduğu gibi gıyabında da edep ve feyiz alabilmesi için mürşidinin
kalbine yönelerek onun sûretini çokça hayal etmesi
lazımdır. Dinimizde rabıta,
tefekkürün bir çeşididir. Tefekkür, varlıkları ve olayları düşünüp onlarda gizlenen
ilâhî rahmeti, hikmeti, kudreti fark etmek ve bu vesile ile kalbi zikre
geçirmektir. Tefekkür farzdır. Kalbin en önemli vazifesi tefekkür yoluyla
uyanmak ve yüce Allah'a bağlanmaktır. Allah Teâlâ’nın zâtından başka her varlık tefekkür edilebilir, hayale alınıp
üzerinde derin derin düşünülebilir. Rabıta yapmak insana
ait bir özelliktir. Kalbi ve gönlü olan herkes bir çeşit rabıta yapar. Ancak
her rabıta şekli kalbi uyandırıp Allah'a ve ahirete bağlamaz. Tasavvufta
tavsiye edilen rabıta, kendisine bakılınca yüce Allah'ı zikrettiren bir kâmil
insanı sevmekten ve düşünmekten ibarettir. Kâmil insanın kalbi Allah Teâlâ'nın
en fazla nazar ve tecelli ettiği bir mahaldir. Bu kalp, ilâhi
aşk ve zikirle mamur olmuştur. Ona bağlanan kalp de o aşk ve zikirden
nasiplenir, beslenir, kuvvetlenir, mamur olur. Rabıta, müridin kâmil
mürşidini hayal ederek kalbini onun kalbine bağlamasıdır. Rabıta, birbirini
seven ruhların kaynaşmasıdır. Rabıta, kalbin kalpten nur ve feyiz almasıdır. Rabıta,
gönlün gönüle bakışı ve birinden diğerine sevgi
akışıdır. Rabıta, müridin
terbiyesi için en mühim bir vasıtadır. Rabıta namaz gibi şekli, zamanı ve usulü
dinimizce belirlenmiş bir ibadet değildir. Kalbi uyandırıp huşu ve huzur içinde
ibadete hazırlamaktır. Rabıta, manevi terbiye aracıdır. Rabıta, azgın nefis
için en güzel ıslah ilacıdır. Rabıta, gafil kalbin uyanık kalbe bağlanıp uyanmasıdır.
Rabıta, üzerine devamlı ilâhî feyzin aktığı kalbe bağlanıp ondaki sevgi ve
feyzi çekmektir. Büyükler, rabıtanın özü
itibariyle şu âyetlere dayandığını belirtmişlerdir. Cenâb-Hak şöyle buyuruyor:
تا
لها الذين
آمنوا اتقوا
الله وكونوا
مع الصادقين "Ey iman edenler!
Allah'tan korkun ve sadık kullarımla beraber olun" (Tevbe
9/119)
يا
أيها الذين
امنوا اتقوا
الله وابتغوا
إليه الوسيلة
جاهدوا في
سبيله لعلم
تفلحون "Ey iman edenler!
Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın. Onun yolunda mücahede edin ki kurtuluşa eresiniz" (Maide 5/35). Her iki âyet-i kerime
de takvayı emretmektedir. Takvayı elde etmek için birinci ayet-i kerimede Allah'ın
sadık kulları ile beraber olunması emredilmiş, ikinci ayet-i kerimede ise takva
yoluna sevk edecek bir vesileye yapışılması ve nefsi terbiye için bütün
yolların denenmesi istenmiştir: İşte rabıta, Allah Teâla'nın sadık kulu ve kâmil dostu olan mürşid ile beraber
olmanın bir şeklidir. Mürşide el verip intisap eden herkes onunla Allah
yolundaki beraberliğine ilk adımı atmış olur. Onun terbiyesine giren kimsenin zâhiri beraberliği başlamıştır. Bu işte asıl hedef kalp ve
gönül beraberliğidir. Kendisine gönül bağlanan kâmil mürşid Allah'a ulaşmada en
güzel bir vesiledir. Bütün bunların sonucu zikir ve edeptir, yani bütünüyle
takva ahlâkıdır. Mürşidin Allah'a ulaşmada bir vesile ve vasıta olmaktan başka
bir görevi yoktur. Rabıtaya devam eden mürid,
zamanla fenafillah makamına yükselir. Bu makam, ihsan mertebesi olup yüce
Allah'ı görüyormuş gibi O'na kulluk yapma makamıdır. Mürşid, bu makama ulaştırdığı
müridini Allah Teâlâ’ya emanet eder, aradan çekilir, artık rabıta, murakabeye
döner. Murakabe, kulun her an
Allah Teâlâ'nın nazar ve kontrolü altında olduğunu bilmesi, bunu müşahede
etmesi ve her anı zikir, fikir ve edeple geçirmesidir. Mürşid rabıtasıyla kalbi
uyanan ve zikre alışan mürid, zamanla kâinattaki bütün varlıkları tefekkür etme
derecesine yükselir. Artık her şey onun için bir zikir sebebi olur. Kâmil mürşid, ilâhî sırların
toplandığı bir mahaldir. İlahi sırlar ve nurlar, Resûlullah
Efendimiz'den (s.a.v) itibaren
mânevi veraset yoluyla bir kâmilden diğer kâmile, bir
büyükten diğer büyüğe ve sonuçta kâmil mürşide ulaşır. Ondan da kendisine
bağlanan müridine intikal eder. İşte rabıtanın en büyük kazancı, kalbi bu nur dağıtım
merkeziyle buluşturup aydınlatmaktır. Rabıta, çok değişik
şekillerde yapılabilir. Rabıtanın temeli muhabbete dayandığı için, herkesin
muhabbeti ve sevgi meşrebi bir değildir. Ancak rabıtanın genel usul ve edepleri
vardır. Rabıta bunlara göre yapılmalıdır. Rabıtayı yapılış zaman ve şekline
göre büyükler iki gruba ayırmışlardır.
MÜRŞİDİN HUZURUNDA YAPILAN
RABITA Mürid, mürşidinin
huzurunda rabıta yaparken, onu yüksekçe bir taht üzerinde oturan azametli bir
sultan gibi görür. Kendisi de onun huzurunda boynunu büküp duran bir fakir gibi
bulunur. Kalbini bir dilenci torbası gibi açarak mana sultanın huzuruna arz
eder. Bu hal, hayal ile değildir. Çünkü orada mürşid hazırdır ve hayale gerek
yoktur. Mürid, ümit ve edeple mürşidinin vereceği manevi hediyeleri bekler,
ondaki nur ve feyze talip olur. Bütün duygularını ve sevgisini onda toplar. Rabıtada hedef mürşidin
yüzü değil özüdür; zahiri değil sırrıdır. Mürşidden
alınacak ilâhî marifet, sevgi, feyiz ve nur kalbindedir. Kalbe, kalple girilir;
bunun için mürşidin huzurunda da olsa, rabıtada baş gözü kapanır, gönül gözü açılır,
gönül diliyle kendisine arz-ı hal edilir, himmet istenir. İnsanın yüzü zatını
temsil eder, göz gönlün penceresidir, bakış ve nazar iki kaşın arasından
gerçekleşir, bunun için rabıtada önce kâmil insanın yüzü, sonra özü hedefe
alınır.
MÜRŞİDİN GIYABINDA
YAPILAN RABITA Mürşidin gıyabında yapılan
rabıta iki kısımdır. Biri günlük ders olarak yapılan rabıta, diğeri de devamlı
olup bütün zamanlara yayılan rabıtadır. Her ikisini usulüne uygun yapanlar
büyük menfaat elde ederler. Bu usulleri kısaca tarif edelim.
Günlük Ders Olarak
Yapılan Rabıta Mürid, günlük rabıta
dersini yapacağı zaman, normal zamanlarda akşam namazından sonra, ramazan-ı
şerifte ise öğle namazından sonra abdestli bir şekilde kıbleye karşı edep üzere
oturur, gözlerini kapatır, yirmi beş (otuz üç) defa estağfirullah
der. Mürşidinin, ilâhî nura ayna olan ve dolunay gibi parlayan cemâlini
hayalinde canlandırır. Onu gözünün önüne getirmeye ve ondaki nurlardan
nasiplenmeye çalışır. Bunun için mürid, Mürşidinin iki kaşı arasından çıkan süt
şeklindeki bembeyaz ilâhî nurun ve feyzin ağzından girip kalbine aktığını veya
doğrudan kalbine geldiğini, kalbinden yayılarak bütün vücudunu sardığını
düşünür. Bu esnada sadece gelen nur ile meşgul olur. Bununla birlikte gelen ilâhî
nurun mürşidi üzerinden geldiğini bilmesi yeterlidir, Buna 10-15 dakika devam
eder. Rabıtanın en azı beş dakikadır. Duruma göre bu süre uzatılabilir. Sonra
yirmi beş (otuz üç) defa estağfirullah diyerek
gözlerini açar. Kadınlar ders rabıtası
yaparken, mürşidi bir nur şeklinde, güneş gibi parlak vaziyette düşünürler.
Mürşidin vücut âzaları, başı, yüzü, gözü zâhiri olarak değil, ilâhî nur ve feyiz ile dolu gönlü ve o
gönüldeki nurun dışa yansımış hali düşünülür. Ruh ruha, kalp kalbe, gönül gönüle bağlanır ve ondaki ilâhî nurdan, feyizden, sevgiden,
ilimden ve edepten nasiplenmeye çalışır. Ders olarak yapılan rabıtanın
vakti akşam ile yatsı arasıdır. Ramazan-ı şerif ayında ise bu ders öğle ile
ikindi namazı arasında yapılır. Ramazan ayının ve orucun bereketinden istifade
etmek için ramazan ayında rabıta, gündüz yapılır.
Hayatın Her Anına
Yayılan Rabıta Buna manevi ve hayali rabıta
da denir. Bu rabıtanın şekli çoktur. O belli bir vakte bağlı değildir. Her iş
ve ibadetten önce yapılacak bir rabıta şekli vardır. Bu rabıtada mürid bütün
vakitlerini kalben uyanık geçirmeye çalışır, görülen şeylerden ibret alır,
edebini güzelleştirir. Rabıtanın feyzi ve ışığı içinde yapılan ameller, güzel
olur, insan, varsa riyâsını görür, ihlâsa sarılır,
kusurlarını fark eder. Manevi rabıta, müridin mürşidini
hayatının merkezine koyması, gönlünü ve gününü onun hayal ve hatıralarıyla
doldurmasıdır. Bu rabıtanın bir şekli
mürşide ait şeyleri sevmektir. Mürşid sevgisini kuvvetlendirmek için onun Ehl-i
beyt’ini, oturduğu yerleri, kendisiyle ilgili şeyleri
düşünmek, bir yandan muhabbetle ayrılık hasreti çekmek, öbür yandan buluşma
özlemi ile kalbi mürşide bağlanmak gerekir. Mürid, yolda yürürken,
yemek yerken ve bir işe giderken mürşidine yönelerek onun ruhaniyetini kendi
tarafına çekebilir. Bu ruhaniyetin nurlan ve tasarrufatı
altındaki bir insan Allah'ın rahmetini üzerine çekmiş olur. Bu rahmet ona çok
şey kazandırır. Mürid, günlük işlerinde
de rabıtalı olmalıdır. Mesela uyuyacağı sırada mürşidini başucunda kendisine
feyiz akıtır vaziyette düşünmesi, aynı şekilde uykudan uyanınca, bir ders alma
veya verme anında, namazın başında ve sonunda rabıta yapması önemli kazanç
sağlar. Çünkü müridin iki rabıta arasında işlemiş olduğu her amel, rabıtanın
bereketi içinde işlenmiş olur. Namazın içinde rabıta yapılmaz. Rabıtanın bereketi,
kalbi yüce Allah'a bağlamak ve onu her an uyanık tutmaktır. Müridin, dostlarıyla
veya yabancılarla sohbet ederken, evinde ailesi içinde oturup kalkarken rabıta
yapması da önemlidir. Bunun en önemli faydası gaflete düşmemek, boş
konuşmalardan kaçınmak ve karşısındaki kimselere edepli davranmaktır. Müridin tatlı akarsular,
hoş manzaralar, güzel binalar, çekici elbiseler, lüks arabalar görünce de
rabıta yapması kendisine önemli kazançlar sağlar. Bu durumda mürid şöyle
düşünebilir: Keşke mürşidim şu
akarsuyun başında, şu hoş manzaranın içinde veya şu güzel binada olsa da
sohbetini dinleme şerefine ersek. Çünkü böyle yerlerde sohbet daha tatlı olur.
Keşke mürşidim şu elbiseleri giymiş veya şu güzel vasıtaya binmiş olsa da
herkes ondaki cemali ve celâli, tevazu ve edebi görse. Bunlar ona ne güzel
yakışır, hem bu nimetlere de en fazla o layıktır. Zira onların şükrünü en güzel
o yapar. Aslında bu düşünceler
samimi sevginin gereğidir. Çünkü aşık insan hoşuna giden her güzel şeyin sevdiği
kimsede de bulunmasını ister, hatta önce onu tercih eder. Aşkta bencillik
olmaz, ben diyen âşık olamaz. Mürid de karşılaştığı güzel nimetler içinde önce
kimi hatırladığına bakarak sevgisini kontrol edebilir. Güzel nimetler
karşısında yapılacak rabıta müridi gaflet, nankörlük, kin, haset, dünya sevgisi,
cimrilik gibi hastalıklardan korur. Rabıtanın ihlal
edilemeyeceği yerlerden biri de velilerin hallerini inkâr eden âlimlerin
meclisleri ve onlarla münakaşa anlarıdır. Bu andaki rabıta, kalbi yıkıcı fikirlerin
etkisinden kurtarır, müridi edebe uymayan hissi ve nefsi davranışlardan uzak
tutar. Bir başka mürşid ile
karşılaşma veya buluşma anında da rabıtalı olmalıdır. Bu şekilde mürid,
karşılaştığı büyüğe karşı edepli davranır, sevimsiz düşüncelerden kurtulur,
kalp kaymasından korunur. Sâdât-ı
kirâmdan Şah-ı Hazne (k.s),
müridin günlük isleri ile meşgul olurken yapacağı hayalî rabıtayı şöyle tarif
etmiştir: "Mürid, sanki üstadı
daima kendisiyle berabermiş gibi düşünür. Bir şey yediği, dostlarıyla
konuştuğu, başkalarıyla karşılaştığı zaman onu hatırından çıkarmaz. Yatacağı ve
uykudan kalktığı vakitte onun başucunda bulunduğunu düşünür. Talebeye ders
verirken, dersi bitirirken, namaza ilk kalkarken, namazı bitirirken mürşidini
yanında, önünde hayal eder. Mümkün olduğu kadar bu düşünceye devam edip, nefsin
sevdiği şeye iltifat edilmemesi gerekir” (Muhammed Diyauddin.
Mektûbât, s. 269-270) Mürid, bir nimetle
karşılaşınca, onu nefsine veya herhangi bir ameline bağlamak yerine, mürşidinin
dua ve bereketine bağlaması daha güzel ve faydalı olur. Böylece insan, benliğe
düşmez; nimeti yaratan Rabb'ine şükür, ona sebep
yapılan mürşidine teşekkür eder. Bir nimete ulaşan kimse
için tehlike, onu kendi nefsinden bilip, "Ben yaptım, ben çalıştım, ben
kazandım!" diyerek gaflete düşmesidir. Elbette bütün mülk, yaratma, takdir
ve taksim etme yönüyle yüce Allah'a aittir. Ancak yüce Allah'ın dünya
âlemindeki âdeti, her şeyi bir sebeple yaratmasıdır. Bu âlemin ayakta durması
için en güzel sebep, onda yüce Allah'a ihlâsla kulluk eden, ârif,
âşık ve zikir ehli salih müminlerin bulunmasıdır. Resûlullah
Efendimiz (s.a.v), gerçek zikir ehlinin aleme nasıl
rahmet olduğunu şöyle haber vermiştir: لا تقوم الساعة حتى لا يقال في
الأرض
الله الله "Yeryüzünde Allah Allah diyen kalmayıncaya kadar kıyamet kopmaz.” (Müslim, İman,
66; Tirmizi, Fiten, 35) Yani, bu kâinatta Allah
Allah diyen âşıklar bulunduğu sürece, dünyanın
kıyameti kopmayacaktır. Şu anda bütün insanlık, bu âşık ve salihlere
teşekkür borçludur. Şu hadisleri de burada
hatırlatmalıyız:
كن
تخلو الأرض من
أربعين بهم يا
الناس وبهم بنصرو
وبهم يرقون
كلما مات منهم
أحد أبدل الله
ماته "Yeryüzünde her
zaman kendileri sebebiyle insanların yağmura kavuştuğu, ilâhî yardıma ulaştığı
ve rızıklandırıldığı kırk kişi bulunur. Onlardan biri vefat edince, Allah onun
yerine bir başkasını getirir." (Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr, 3/158) bk Taberânî el-Evsat, nr. 4113; All el-Müttaki, Kenzü’l -Ummal, nr. 34603, Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/39. nr 15-16.)
إنما
ينصر الله هذه
الأمة بضعيفها
بدعوتهم وصلاتهم
واخلاصهم "Allah bu ümmete
ancak aralarındaki zayıf görünümlü salihlerin duası, namazı
ve ihlâsı sayesinde yardım eder." (Nesai, Cihad, 43; aynca bk. Buhari, Cihad, 76.) İmâm-ı Rabbani (k.s), Hz. Peygamber'e (s.a.v) vâris
olan ve dinî hayatı canlandıran irşad kutbu müceddidi tanıtırken, özetle şöyle demiştir: "Müceddid öyle bir kimsedir ki, ümmete gelen bütün feyiz ve
maneviyat ancak onun sayesinde gelir. Onun aracılığı olmadan hiç kimseye irşad, hidayet, nur ve feyiz gelmez. Bu, Allah'ın takdir ve
tercihi ile böyle olmaktadır. Allah Teâlâ irşad kutbu
yaptığı zatı vesile ederek dilediği kimselere pek çok fayda ulaştır. Bazen bundan
irşad kutbu olan zatın haberi de olmaz” (bk. İmam-ı
Rabbâni, Mektûbât, 260 ve 317. mektuplar.) İşte rabıta yoluyla
kendisine kalbin bağlandığı zat bu irşad kutbudur.
Zaten bu yetki ve derecede olmayan kimseye rabıta yapılması yasaktır. İrşad kutbunun kim olduğunu o kimsenin irşadı gösterir.
Onun veliliği ve peygamber vârisi olduğu her halinden bellidir. Takva imamı
olduğu güneş gibi ortadadır. Yeter ki onu gören kimse kendisine inkâr gözüyle bakmasın. Mürid, bu dünyada güzel
nimetlerin kendisine gelişi için bir sebep arayacaksa, bu sebep onun Allah'tan
gafil nefsi değildir. Elbette her şey yüce Allah'ın sonsuz rahmeti ve
iradesiyle olmaktadır. Ancak Allah Teâlâ, bu sebepler aleminde kullarına
verdiği nimeti, bir melek, peygamber, veli, insan veya başka varlık vasıtasıyla
göndermeyi sevmektedir ve genelde öyle yapmaktadır. Maddi ve manevi bir
nimete kavuşunca yapılacak rabıta, kula nimet karşısında velilerin tavrını
hatırlatır, edep öğretir. Kalbi eşyaya değil, yüce Mevlâ'ya bağlar. Kulu,
gafletten zikre, isyandan şükre sevk eder.
Hastalık ve Sıkıntı Anında
Rabıta Mürid bir musibet ile
karşılaşınca şöyle düşünmelidir: Mürşidim, bende Allah'tan başka şeylere karşı
ilgi, aldanma ve gaflet görerek kalbimin onlardan kurtulması ve Allah'a
yönelmesi için yüce Allah'tan bana bu musibeti vermesini dilemiştir. Böylece
mürşidim uyanmamı ve tüm varlığımla Cenab-ı Hakk'a
yönelmemi istemiştir. O halde bu musibet aslında bir ihsandır. Çünkü o beni kapıldığım
gurur ve gafletten kurtarmıştır. Bu durumda ben böyle bir musibeti verene
şükür, onun verilmesine sebep olana da teşekkür etmeliyim.
Rabıta Farklı
Derecelerde Gelişir Bu yolun büyükleri
derler ki: Rabıtanın şekil ve dereceleri farklı farklıdır. Onun tek bir şekli
yoktur. Bu sebeple mürid sabırlı olmalıdır, Hak yolundaki edeplere dikkat
etmelidir. Kalbini öldürecek boş işlere dalmamalıdır. Dinin emirlerine sıkıca
yapışıp nefsi yavaş yavaş rabıtaya alıştırmalı ve bu hali ilerleterek rabıtanın
farklı derecelerine ulaşmalıdır. – Şu çok önemli:
Kâmil mürşidi düşünürken onun kulluk sıfatını unutmamak ve kendisine ait
olmayan sıfatlar düşünmemek gerekir. Bir sevgi haddi aşınca sevgiliye ihanete
dönüşür. Müride düşen mürşidini yüceltmek değil, ondaki yüksek sıfat ve
ahlaklardan nasiplenmektir. İş güç esnasında kısaca
mürşidimin huzurundayım diye düşünmek kâfidir. Yine namaz kılarken ve Kur'an
okurken namazını ve okuyuşunu karıştıracak şekilde rabıta yapmaktan sakınarak
kısaca, "Mürşidimin huzurunda Kur'an okuyorum, yanında namaz
kılıyorum" diye düşünüp okunacak şeylerin güzel yapılmasına, manalarının düşünülmesine
dikkat edilmelidir. Namazın içinde rabıta
yapılmaz. Namazda kalbi dağılan
kimse, "Şu anda Kâbe'de namaz kılıyorum, mürşidimin arkasında namazdayım,
sağımda cennet, solumda cehennem var, ayaklarımın altında sırat köprüsü kurulu…"
şeklinde bir çeşit zikir sayılacak ve kalbini toplayacak şeyleri düşünmesinin
bir zararı yoktur, aksine faydası vardır. Böyle bir düşünce şirk değildir.
Namazın ve içindeki bütün amellerin hedefi yüce Allah'ı zikirdir. Bu zikre
vesile olan kalbi uyandıran, gönlü toplayan, ibrete yol açan düşünceler,
tefekkürler, hayaller, namazın ruhuna aykırı değildir. Mürid bu şekilde rabıtayı
bütün vakitlerine yaymaya ve her zaman mürşidi ile kalp bağlantısı kurmaya çalışmalıdır.
Çünkü gönlünü ve gündemini mürşidi ile doldurmayan kimsenin gönlü kendini meşgul
edecek bir sevgili bulur. Ancak her sevgili onu Allah'a bağlamaz, her sevgi
saadet sebebi olmaz. Rabıta ile elde
edilecek iki önemli sonuç vardır. Birincisi zikir, ikincisi edeptir. Bir insan için en
tehlikeli hastalıklar gaflet ve kibirdir. Rabıta, gafleti zikre, kibri tevazu
ve edebe çevirir. Rabıtanın hedefi, devamlı
Allah Teâlâ ile huzur halini elde etmek ve edebi ele geçirmektir. Bunların
neticesi ise ihlâs ve tevazudur. Rabıta yoluyla kalbi
desteklenen ve edeplenen mürid, her işinde sünnet
üzere hareket etmeyi öğrenir. Allah Teâlâ'ya güzel kullukta başarılı olur. Büyükler, edep ve şartlarına
uygun olarak yapılan bir rabıtanın müridi kemale erdirmek için yeterli olduğunu
belirtmişlerdir. Rabıta sevginin çokluğuna göre güzel ve devamlı olur. Rabıtada
hiçbir şey gözükmese ve his edilmese bile, anlatıldığı adap üzere yapmaya devam
etmelidir. Mürid ihlâsla yaptığı
amellerini gösteriş veya kendini beğenmek suretiyle kaybetmesin diye büyükler rabıtayı
emretmişlerdir. Rabıtanın en önemli faydası müridi nefsinin terbiyesi ile kibir
ve benlikten kurtarmaktır. Çünkü bir yönüyle de rabıta, şeytanın hücumlarına
karşı büyüklerin ruhaniyetine sığınmak ve onlarla tehlikeden korunmaktır. Rabıta yoluyla insan,
hayatını gönlündeki mürşidiyle paylaşmış olur. Kâmil mürşid, müridin gerçek
dostudur. Hak yolunda en güvenilir rehberidir. Onu her işinde önüne alan kimse
hak ve hakikatten sapmaz. Mürşidin ruhaniyeti, müridin sevgi ve ilgisine göre
kendisine tasarruf ve yardım eder. Bu gönül beraberliği sayesinde mürid
kibirden ve benlikten korunur, ihlâsı elde eder. Yaptığı hayırlı amelleri
gözünde büyütmez, kendisini beğenmez, malı ile kibirlenmez, makam ve mevkisiyle övünmez, insanları küçük görmez. Yaptığı her
ibadetin sonunda ve elde ettiği her nimetin önünde, rabıta ile nefsini muhasebeye
çeker, kontrol eder. Buna devamlı rabıta hali denir. Bu hali elde etmeye
çalışmalıdır. Bunu başaran kimse gerçekten büyük bir saadeti ele geçirmiş olur. Mürid, mürşidini Allah
ile kendisi arasında güvenilir bir rehber görmelidir. Onun Allah rızasına giden
yolda en güzel bir vasıta ve vesile olduğunu unutmamalıdır. Mürşidin uzaktan feyiz
vermesi, kalplere tasarrufta bulunması Allah Teâlâ’nın kâmil velilere verdiği
özel bir yetkidir. Cenâb-ı Hak velisini seven ve gönlünü
onun gönlündeki nura bağlayan kimseye çok özel ikramlarda bulunmaktadır. Buna uzaklık
mâni değildir. Bunun örnekleri çoktur. Mesela Veysel Karanî hazretleri Resûlullah Efendimiz'i (s.a.v) hiç görmediği
halde muhabbet ve ruhaniyet yoluyla kendisinden özel terbiye ve feyiz almıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) onu ashabına anlatmış, ismini vermiş, sıfatlarından
bahsetmiştir. Ayrıca Hz. Ömer ile Hz. Ali'ye onu ziyaret etmelerini emretmiş ve
onlara şu tavsiyede bulunmuştur: "Onunla karşılaştığınız zaman sizin için istiğfar etmesini isteyin ki Allah sizi affetsin.” (Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ. 2/96-100; Hâkim, Müstedrek, 3/403-404)
İşte bu hale temiz ruhların tanışması, kaynaşması ve yardımlaşması
denir. Zaten rabıta birbirini seven ve özleyen ruhların buluşmasından ibarettir. Kâmil mürşidin uzaktaki
müridinin hallerini Allah’ın izniyle bilmesi ve görmesi mümkündür. Ancak bu
görme ve bilme şekli sınırlıdır. Mürşidin Cenâb-ı Hak
gibi her şeyi gördüğünü ve bildiğini düşünmek haramdır, şirktir. Mürşiddeki bütün yetkiler, feyiz ve nurlar Allah Teâlâ’nın
ikramıdır. Şah-ı Nakşibend (k.s) bu görüşün nasıl
olduğunu şöyle belirtmiştir: "Veliler her
gördüklerini Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine ikram ettiği
ferâset nuru ile görürler. Öyle ki bu nur ile baktıklarında
uzak ile yakının bir farkı olmaz." Kâmil mürşidin sahip
olduğu yüksek ahlâk, feyiz ve nurlar onun ruhaniyetinden ayrılmaz. Bu ruhaniyet
zaman ve mekân ile bağımlı ve sınırlı değildir. Allah Teâlâ dilediği kullarına
bu ruhaniyet yoluyla pek çok fayda ulaştırır. İmâm-ı Rabbani'nin
(k.s) belirttiği gibi; bu faydadan bazen mürşidin de
haberi olmayabilir. Bir mürid, rabıta
yaparken müşahede veya kendinden geçme gibi manevi haller olursa bunlara itibar
etmez. Rabıtayı bırakıp mürşidine durumunu arz eder. Şah-ı Nakşibend hazretlerinin (k.s) müridlerinden biri huzurunda rabıta yapıyordu. Bir ara müridde manevi hal zuhur etti. Fakat mürid hâlâ rabıta ile
meşgul olmaya çalışıyordu. Şah-ı Nakşibend (k.s) durumu fark etti, müride hitaben; "Bana rabıtayı bırak,
sana gelen hale yönel!" diye uyardı. (İbrahim Fasih, Mecd-i
Tâlîd, s. 105-106.) Mürid, bir vasıta
olmadan Cenâb-ı Hak'tan vasıtasız ilim ve feyiz alma gücüne
ulaşamadıkça daima rabıtaya muhtaçtır. Arada bir vasıta olmadan feyiz almaya
güç yetirince vasıtanın terkedilmesi gerekir. Zira o halde vasıtayla
uğraşılacak olursa netice manevi gerilemeye gider. Ancak rabıtanın bırakılacağı
zamanı mürid değil, mürşid belirler. Rabıtada mürşid ile
mürid arasına kimse giremez, himmet dağıtamaz. ‘Bana yönel ki seni mürşid ile
buluşturayım.’ gibi sözler doğru değildir. Mürşidin sağlığında
ondan başkasına rabıta edilmez. Bu iş ortaklık kabul etmez. Rabıtayı vasıta
olmaktan çıkarıp gaye haline getirmek yanlıştır. Rabıtadan asıl maksat mürşidi
düşünmek değil, onda tecelli eden ilâhî nur ve rahmeti seyredip yüce Allah'ı
zikretmektir. Vesilelerin maksat kabul edilmeleri doğru değildir. Vesileye
muhabbet, Allah sevgisine vesile olursa kıymetlidir. Yoksa hayırlı vesile olmaktan
çıkar, kalbe perde olur, sahibine zarar verir. İnsan kalbi çok hassas
ve hareketlidir, devamlı değişim içindedir. Mürid her zaman aynı derecede
uyanık ve sevgi içinde rabıta yapamayabilir. Bazen rabıta bozulur, zayıflar ve
etkisi iyice azalır. Bunun müridden ve dışarıdan
kaynaklanan bazı sebepleri vardır. Bunlar kısaca şunlardır: 1. Mürşid hakkında
şüpheye düşmek. Bu halden kurtulmanın çaresi sık sık tövbe tazeleyip mürşid ile
kalp bağını kuvvetlendirmektir. Mürşid hakkında kalbe gelen vesveselere aldırış
etmemelidir. Allah Teâlâ'dan özel yardım istemeli ve kalbinin Hak'tan kaymaması
için dua etmelidir. 2. Mürşidden
başkasının etkisinde kalmak ve gönlünü başka birine kaptırmak. Bu halin
tedavisi, kendisini şeyhinden uzaklaştıracak her şeyden gözünü ve gönlünü
çekmektir. Mümkünse bizzat mürşidinin yanına gitmeli, onun nazarları altına
girmeli, böylece sevgisini kuvvetlendirmelidir. Bu mümkün değilse hayalen mürşidi
ile beraber olduğunu düşünmelidir. 3. Büyük günah
işlemekten meydana gelen gaflet ve ümitsizlik. Bu halin çaresi, nefsi devamlı hayırlı
amellere sevk etmek, haram ve boş işlerden el çekmektir. Bununla birlikte kişi
günde yetmiş defa günah işlese bile, yetmiş defa Allah'a tövbe etmelidir.
Hiçbir halde ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmemelidir. Mürid nefsine mağlup
oldukça daha fazla manevi desteğe muhtaç olduğunu anlamalı, günahlarla zayıf
düşen kalbinin kuvvetlenmesi için zikir, istiğfar ve rabıtaya sarılmalıdır. 4. Velilere itiraz ve düşmanlık
yapan kimselere yaklaşmak ve onlara kulak vermek. Mürid en büyük zararı Allah
dostlarını inkâr eden, hafife alan ve onlara karşı edep dışı davranan
kimselerden görür. Nefis kötü ve olumsuz şeylere hemen yönelir. Öyle ki insan
Allah dostlarının güzel halleri hakkında bin söz dinlese, peşinden bir münkirin
onları küçük düşürecek bir sözünü işitse nefis bin hak sözü bırakır, bir boş
söze takılır, onunla kalbin huzurunu kaçırır. Bunun için münkirden kaçmalı,
edepli, muhabbetli ve Allah dostlarıyla rabıtası kuvvetli salih
insanlara yakın olmalıdır. Sâdâtlar,
sûfileri en çok münkirlere karşı uyarmışlardır.
Büyükler sohbetlerinde demişlerdir ki: "Bir kimse papazla oturup kalksa, aynı kaptan, aynı kaşıkla yese içse, ondan gördüğü zarar, bir münkirden gördüğü zararın yanında hiç kalır." |
||