İÇİNDEKİLER
–
MARİFETU’N-NEFS
–
MARİFETULLAH
–
MARİFETU’D-DÜNYA
–
MARİFETU’L-ÂHİRET
Eş-Şeyh el-İmâm Hüccetu’l-İslâm
Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Gazâlî (Allah, onun ruhunu mukaddes
kılıp, cennette ona en yüksek makamı versin.) şöyle diyor: Dikkat et ve
şunu bil ki; İslâm, Marifetu’n-Nefs, Marifetullah, Marifetu’d-Dünya ve
Marifetu’l-Âhiret olmak üzere dört esas üzerinedir.
BİRİNCİ ESAS: MARİFETU’N-NEFS
Her insanın kendi nefsini bilmesi demektir. Zira kişi, nefsini bilmezse
Allah’ı bilmesi de mümkün değildir. Nefsi bilmek, Allah’ı bilmenin
anahtarıdır. Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Kim nefsini bilirse
Rabbi’ni de bilir.”1 Geçmiş enbiyanın kitabında şöyle geçer:
“Ey insan! Nefsini bil ki, Rabb’ini de bilesin.” İncil’de de şöyle
geçmektedir: “Nefslerini unutup da Allah’ı unutan kimseler gibi
olmayın.” Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Nefsini sefih
kılan kişi hariç kim, İbrâhîm’in dininden yüz çevirir? Andolsun ki Biz,
onu dünyada seçtik. Muhakkak ki o, âhirette de salihlerdendir.”2
Burada nefsini sefih kılmaktan kasıt, nefsini bilmemektir. Yine Allah
Teâlâ buyuruyor: “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi
göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli
olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi ?”3
Şunu bil ki insan, beden ve kalp halinde iki şeyden yaratılmıştır. Allah
Teâlâ bedeni cilt, et, sinir, ter, kan, kemik ve beyinden mürekkep
yaratmıştır. Allah Teâla buyuruyor ki; “Oysa sizi türlü merhalelerden
geçirerek yarattık”4 Uzuvların her birisinde acayip anlamlar,
büyük hikmetler vardır. Her insanda birkaç bin, sinir ve kemik
mevcuttur. Her bir organ, diğerlerinden farklı ve kendisine özel amaçlar
için yaratılmıştır. Mesela göz, on çeşit tabakadan oluşmuştur. Bunlardan
biri işlevini yitirse, görme duyusu kaybolur. Bu tabakaların faydaları,
ciltlerce kitaplarda anlatılır. Karaciğer, midedeki çeşitli renklerden
oluşan yemeklerin kendisine ulaşması için yaratılmış olup midedekileri
tek renge dönüştürür. Bu renk de kan rengi olup yedi uzvun gıdasını elde
etmek içindir. Karaciğerdeki kan pişince alt tabakasında bir tortu
meydana gelir. Karaciğerin üst tabakasında bulunan sarı su da safradır.
Kan aslında kıvamı olmayan ince hassas bir sıvıdır. Bu şekilde olmazsa
dalak büyümesi meydana gelir. Karaciğeri kendisine çekebilmek için
dalak, dalaktan da suyu çekmek için safra yaratılır. Sonrasında kıvamlı
olması için kandan suyu çeken iki böbrek meydana gelir. Böylece kan,
damarlara ve uzuvlara kadar ulaşır. Kandaki geri kalan safradan bir
ağırlık meydana gelirse sarılık hastalığı ve hummaya sebep olur. Eğer
kandaki geri kalan tortudan bir ağırlık, dalağı büyütürse o da sarâ ve
körlüğe sebep olur. Ayrıca diğer iç hastalıklar da ortaya çıkar. Eğer
kanda kalan sudan böbreğe bir ağırlık çökerse istisfa doğar.
İç ve dıştaki her parça belli faydalar için yaratılmıştır. Bir parça
olmazsa beden karışır ve düzen bozulur. Bütün faydaları saymak mümkün
değildir. Göklerde ve yerde bunun örnekleri vardır. Kemikler dağlara,
atardamarlar nehirlere, şuur nebâta; beyin semâya, havâs (duyu
organları) yıldızlara benzer. Dünyada her bir sanatkarın organlarda
örnekleri vardır. Midedeki yeme kuvveti, yemek pişiren gibidir. Saf
yemeği karaciğere ve fazlalıkları bağırsaklara gönderen bir şeyi sıkıp
suyunu çıkaran gibidir. Yemeği kan rengine dönüştüren, boyacı gibi; kanı
süt rengine dönüştüren ve onu iki dişiden bir nutfeye çeviren,
temizleyici suyu gibidir. Her bir organın gıdasını karaciğerden
kendisine çekip, suyu mesaneye gönderen, su taşıyan gibidir.
Fazlalıkları dışarı atan kenâsir gibidir. Hastalıkları defeden de adil
bir reise benzer.
Allah Teâlâ, her insana hayatî açıdan muhtaç olduğu kalp, karaciğer,
beyin ve hayvanî duyguları vermiştir. Yine muhtaç olduğu ama hayatının
zarureti olmayan el, ayak, göz, dil ile zînet için olmayan saçın
siyahlığı, dudakların kırmızılığı, kaşların kıvrıklığı ve benzerlerini
bahşetmiştir. Allah’ın eşsiz sanatını her Müslüman düşünmelidir. Ayrıca
Allah’ın her şeye kâdir olduğuna inanmalıdır. Kudretinde acz yoktur, O,
Âlimdir. Kudretinde kusur yoktur, O, Hâkimdir. Onun hikmetinde yorgunluk
ve noksanlık yoktur.
Kemal sıfatlara daha başka örnek verilebilir. Zira lafzı ölçülü bir
şiirin eşsizliğini ya da ilimlerde zirve bir âlimin yazılı eserini veya
mâhir bir sanatkarın sanatını düşünen kimse onun eşsizliğini,
inceliklerini anlar. O musannifin ve sanatkarın kadrini bilir. İşte
bunun gibi Allah’ın yaratılışındaki eşsizliği kalbinde ve bedeninde
düşünen kimse Allah’ın kudretinin, ilminin, hikmetinin, lutfunun ve
rahmetinin sonsuz ve kâmil olduğuna inanır. Zira böyle bir şeyi
yaratmaya O’ndan başka kimsenin gücü yetmez. Böylece, ölümden sonra
diriltmenin imkansız olmadığını anlar. Ondan sonra Allah’a şükürle
meşgul olmayı ister. İnsan, bu organların diliyle isyan etmemeyi de
öğrenir. Cüneyd’in dediği gibi nimetlere şükretmek O’nu sevindirir.
İsyan etmeden Allah’ın nimetlerine şükredilir, farz kılınan edâ edilirse
şükretmiş olunur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden,
havuzlar kadar geniş leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse
yaparlardı. Ey Dâvud ailesi! Şükredin! Kullarımdan şükreden azdır!”5
Varsayalım ki, sultanın biri insana bir saat hizmet etmek için bir adam
gönderse, o insan o sultana ömrü boyunca nasıl şükreder? Allah Teâlâ
binlerce sanatkarın sanatını ömrü boyunca insanı uyarması için insanın
iç ve dış alemine gönderdiği halde, o insan ona şükretmez. Bu
anlatılanların hepsi bedenin marifeti/vücudu tanıma konusundadır.
Kalbe gelince, insanın kendisi ve hakikatidir. Kalp, bayağı vasıflardan
kurtulduğu ve övülen sıfatlarla bezendiği zaman Allah’ı tanır ve O’na
dost olur. Küfür, günah, hile, dolandırıcılık, aldatma ve nifak gibi pis
vasıflarla yüklendiği zaman vücut, Allah’a düşman olur. Vücut bu konuda
bütünüyle ona uyar. Bu, duyu organlarıyla idrak edilemeyen manevi bir
olaydır. İnsan, muhdes bir varlıktır.
İKİNCİ ESAS: MARİFETULLAH
İnsan, ilim ve kudret olarak iki yönlüdür. Allah, insana ilim vermiştir.
İnsan, şari’in ilimleriyle, dini, hendeseyi, hesabı, tıbbı, nücumu,
sanayi çeşitlerini ve harfi idrak eder. Bu ilimler bütün âlemi, Allah
katında zerre mesabesinde olan Ben-i İsrail’i, fikr-i âliden serâ’ya ve
maşrikten mağribe her şeyi içine alır. Onun genişliği gökler ve yer
kadardır. Hayvan, denizin dibinde bir dağa çıkar. Kuşlar göle düşer,
kuvvetli hayvanlar olan fil, deve ve at emrine verilir. Kudret yönünden
meziyetinde kalp, meleklerin cevheri cinsindendir. Cisimler âlemi,
Allah’ın izniyle meleklerin emrine verilmiştir. Melekler yağmur
yağdırır, rüzgar gönderir, arzın içinde ve dışında bulunan bitkileri ve
rahîmlerdeki canlı sınıflarını şekillendirir. Her bir sınıfı bu tür
işlerle vekil kılmıştır. Aynı şekilde kalbin de cisimleri kendine
musahhar etme kudreti vardır. Âlemlerin her insan için bir değeri olup
kalbin emrine verilmiştir. Yağmur, onunla görevli kılınan meleğe, ölüm
ise ölüm meleğine, rüzgar göndermek de görevli meleğe verilmiştir. Kalp
ellere, ayaklara ve parmaklara hareket etmesini emrederse, hareket eder,
sükuneti emrederse sakinleşir. Kalpte öfke belirdiği zaman bütün
organlardaki kökler açılır. Eğer kalpte şehvet ve cima isteği ortaya
çıkarsa kalpten cima tarafına bir rüzgar eser. Kalp yemeği istediği
zaman dilin altındaki kuvvet, ayağa kalkar, azar azar suyu gönderir.
Herkesin yemeye gücü yeter. Bunun gibi akıllı olsun aptal olsun herkes
aynı şekilde yer ve içer.
Hayır ya da şer, insanın işlediği her amel, az da olsaydı kalbine tesir
eder. Bu tesir, kıyamet gününe kadar devam eder ve ahlâk diye
isimlendirilir. Bu açıdan müminin kalbi (ahlâkı) keskin zekalı kadına
benzetilebilir. Çirkin kalp (ahlâk) ; alay, kibir, zarar, hile, aldatma,
hıyanet, riyâ, ucb, nifak ve kin duyguları gece gibi kadına hâkim olup
duman gibi karartır. Böyle bir kadın, âhirette de Allah’a karşı
mahcuptur. Allah Teâla, bizi bundan korusun. Güzel kalp (ahlâk) ise
kanaat, haya, sabır, kerem, marifet, ilim, akıl, hikmet, davranışları
nur gibi kadına hâkim olup, günahların zulumâtından ve kötü ahlâkın
zararından onu kurtarır. Resûlullâh (s.a.v.), buna şöyle işaret etmiş:
“Kötülüğün arkasından iyilik yapın ki, onu yok etsin.”6
Kalpler kıyamet günü ya nurlu, ya da kararmış ve kirli halde haşr
olunur. Selim bir kalple Allah’a yönelen dışında kimse kurtulamaz. Nurlu
zekî kalpler birbirinden daha nurludur. Müminlerin kalpleri bu şekilde
kuvvetli bir kalp haline dönüşür. Nuru öyle kuvvetlidir ki, onun
heybetiyle bir aslana bile boyun eğdirebilir. Aynı şekilde himmetiyle
zamanında ulaşsa durumu kötü bir hastaya şifa verir. Eğer kendisinden
uzak bir adama aklı düşse ve ona yakınlaşmak istese o adamın içinde bir
hareket ortaya çıkarabilir. Sonunda azmeder ve kalkıp ona gelir. Yağmur
yağdırmaya niyetlenirse yağdırabilir. Evliyanın kerâmetlerinden buna
dair bir sürü örnek verilebilir.
Nurlanmış kalplerle kararmış kalpler derece bakımından farklıdır.
Bunlardan bazısı bazısından daha kara ve kirlidir. Kafir ve mümin bir
kalbin kötülüğünün kuvveti, mesela hased nazarıyla bakıldığında, güzel
bir hayvanı anında helak edebilecek dereceye ulaşabilir. Bu göz
değmesidir. Bunun doğruluğunu Resûlullâh (s.a.v.) şu sözüyle
onaylamıştır; “Göz değmesi haktır”.7 Yine buyuruyor: “Göz
adamı ineğe, deveyi kazana çevirir.”8 Bazı sihir kalbin
pisliği sebebiyledir. Eğer gerçek yüzleri ortaya çıksa sihirleri
anlaşılır. Övülen ve yerilen ahlâk çeşitli olmakla birlikte dört kısma
ayrılabilir.
1. Hayvan Ahlâkı: Çok yemek, cima’dır.
2. Aslan Ahlâkı: Müslümanlara zarar ve eziyet vermek gibidir.
3. Şeytan Ahlâkı: Fitne, hile ve aldatmadır.
4. Melek Ahlâkı: Îmân, ilim, amel, hilm, salah ve takvâdır.
İnsan, hâris hınzırı ve şerrini terbiye etmek, kurdun eziyetini önlemek,
şeytanların hile ve aldatmasını yok etmek, onları akıl ve hilm tasarrufu
altına almakla memurdur. Tâ ki, övülen ahlâka ulaşıp sonsuz bir saadete
erebilsin. Eğer onu terbiye etmez, tersine yerilen ahlâkı elde etmek
için şeytana uyarsa âhirette ızdırap çeker. Eğer bu adam uykusunda ya da
yakaza halinde durumunu görse kendini bir domuzun, bir kurdun ya da bir
şeytanın huzurunda secde eden gibi bulur. Bu anlatılan benzetmelerde
geçen domuz, kurt ve şeytan, şekil ve suret bakımından değil eziyet, şer
ve hile gibi sıfatlarından dolayı yerilmiştir.
Haberde şöyle geçer; meleklerden bazısı hayvan, bazısı vahşi, bazısı da
kuş suretindedir. Bütün melekler yerilmiş ahlâk olan küfür, nifak, şer,
hile ve fitneden korunmuştur. Onlar övülmüş ahlâk olan îmân, ilim ve
ihlâs ile muttasıftır. Eğer koyun, yırtıcı hayvan ve şeytan şekil ya da
suret yüzünden kötülenmiş olsaydı bu meleklerin de Allah katında
yerilmiş olmasını gerektirir. Ancak böyle olmamıştır. Dünyada her kim,
müminlere eziyet ve zarar verirse kıyamet günü kurt, köpek ya da yılan
suretinde; her kim açgözlülük ve aşağılık fiillerle uğraşırsa domuz
şeklinde; her kim hile ve aldatma içinde olursa şeytan suretinde; her
kim ilim, marifet, akıl ve doğruluk üzerinde olursa mukarreb melek
suretinde haşr olunacaktır,
İnsanda neden yırtıcı hayvanlar, şeytanlar ve meleklerin sıfatı bir
arada toplanmıştır? diye sorulabilir. İnsanın melekliğin aslına mı yoksa
başkasına mı maruz kaldığı; diğer ahlâkları bırakarak meleklerin
ahlâkını tahsile memur olduğu nasıl anlaşılabilir? Muhakkak ki, insan
diğer hayvanlar, şeytanlar, cinler ve melekler içinde en faziletli ve
şerefli makamdadır. Allah Teâlâ buyuruyor: “Biz, hakikaten insanoğlunu
şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, çeşitli nakil vasıtaları ile karada
ve denizde taşıdık; kendilerine güzel rızıklar verdik; yine onları,
yarattıklarımızın birçoğundan gerçekten üstün kıldık.”9
“Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine
getiren bir millet bulunur.”10 Şayet insanın fazlı ve keremi
yemesi, içmesiyle olsaydı fille deve fazilet ve keremde insandan daha
önde olurdu. Çünkü bu ikisi daha çok yer ve karınları daha geniştir.
Eğer çok cimâ yapmasıyla olsaydı serçe daha faziletli ve daha kerim
olurdu. Çünkü serçeler insandan daha çok cimâ yapar. Eziyet ve zarar
vermekle olsaydı, aslan daha faziletli olurdu. Hile ile olsaydı şeytan
daha faziletli olurdu. Ama gerçek böyle değildir. Allah Teâlâ insana
diğer hayvanlara verdiğini ve ziyadesiyle övülmüş sıfatlardan olan
îmânı, ilmi, marifeti, aklı, hayayı, ameli, hilmi ve ihlâsı vermiştir.
Allah Teâla, diğer hayvanlarla ortak yönleri sebebiyle değil, fazileti,
şerefi ve keremi sebebiyle insana övülmüş sıfatları vermiştir,
İnsan, bir özelliğiyle hayvanlarla ortak olsa bile, başka bir
özelliğiyle öne çıkar. Mesela atın farklı bir mahlûk olduğunu bilir. At,
taşıma kuvvetinde eşekle eşittir, ancak cihada koşma becerisi ile
farklıdır. İnsan onun böyle olduğunu bilir. Resûlullâh (s.a.v.) buna şu
sözüyle işaret etmiştir: “Hayır, atın perçemlerine bağlanmıştır.”11
At, koşmadığı yük taşıyamadığı zaman at olmaktan çıkarak eşek rütbesine
düşer ki, bu onun sonu demektir. İnsan da aynı şekilde bazı işlerde
hayvanlarla ortaktır. Ama ilim, marifet, akıl ve haya ile öne çıkar.
İnsan, yırtıcı hayvan ve şeytanlarla ortak özellikleri sebebiyle değil
kendine has özellikleri sebebiyle mükerrem ve müşerref kılınmıştır. Kim
övülmüş ahlâkı reddeder, hile ve aldatma ile vasıflanırsa insanlık
derecesinden çıkmış ve şeytanların seviyesine inmiş olur. Diğer sıfatlar
da bu anlatılanlar gibidir. Marifetu’n-nefs ve marifetullah hakkında
söyleyeceğimizi söyledik.
ÜÇÜNCÜ ESAS: MARİFETU’D-DÜNYA
Dünya ve âhiret marifeti, ölmeden önce dünyadan vazgeçmeyi kapsayan iki
ibadettir. Dünya, edna ve akrabe demektir. Dünya kelimesi, edna
kelimesinin te’nis halidir. A’lâ kelimesinin te’nis halinin “ulya”
olması gibidir. Ölümden sonraya ise “âhiret” denir. Dünya, Allah’a
seyredenlerin evlerinden bir evdir ve çarşı gibidir. İnsan,
Allah’ı seyretmek ve rızkını almak için din yolunda sâliklerin yoluna
girerek O’nun huzurunda kıyama durur. Zira insan, işin başlangıcında
eksik yaratılmıştır. İnsanın kemali elde etmek, Allah Teâlâ’ın nazarına
ve ilahi cevazına layık olmak için istidadı vardır. İşte bu, insanın
firdevsidir ve saadetin son noktasıdır. İnsan, kemal için yaratılmış ve
emrolunmuştur. İnsanın iki gözü açılmadıkça Allah’ı görmesi mümkün
değildir. İnsan, marifetu billahi’yi elde etmedikçe iki gözü açılmaz.
İnsan, Allah’ın sanatının eşsizliğini anlamadan marifetu billah’a, duyu
organları olmadıkça da marifetu sun’ullah’a ulaşamaz. Su ve topraktan
yaratılmış olan bu kalpte ancak duyular olur. İnsanın iki şeye ihtiyacı
vardır. İlki kalbini helak edici sebeplerden koruyup kalbin gıdasını
elde etmek, ikincisi; bedeni helak eden şeylerden koruyup bedenin
gıdasını elde etmektir. Kalbin gıdası marifetullah ve muhabbetullahtır.
Kalbin helak sebebi, Allah’tan başka bir şeyin muhabbetinde boğulmaktır.
Bil ki; beden kalp içindir. Beden, hacıları Kabe’ye ulaştıran deve gibi
kabul edilir. Deve, hacıların yolculuk meşakkatini hafifletir. Hacılar
ihtiyaçları kadar (süre) deveye bakmak ve gözetmek zorundadır. Eğer
ihtiyaçtan fazla deveyle meşgul olursa, kafile günlerce yolda yol
alırken o, devesiyle yolda kalır. O zaman hac için değil deve için
hazırlık yapmış olur. Aynı şekilde insan, bedeniyle çokça meşgul olup,
kalbine bakmazsa âhiret saadetinden mahrum kalır. İnsanın bedeni dünyada
üç şeye ihtiyaç duyar. Bunlar, beslenmek için yemek, örtünmek için
elbise, sıcaktan ve yerden korunmak için meskendir. Ancak bunlar,
insanın ihtiyacı kadar olmalıdır. Haddinden çok yemek helakına sebep
olur. İnsana “bu kadar elbise taşımak sana yük olmuyor mu?” diye
sorulur. Mesken ihtiyaçtan çok fazla olursa insana yük olur.
Kalp marifetullah ve muhabbetullahın mekanıdır. Muhabbet ne kadar
artarsa o kadar iyi kabul edilir. Allah Teâlâ, insana şehveti lutfundan
vermiştir. İnsan, vücudunun helak olmaması için ihtiyaç duyduğu şeyi,
(yemek, mesken, elbise bakımından) ister. Beden de insanın bineğidir.
Şehvet ise istikrarsız yaratılmış ve bir sınırı vardır. Allah Teâlâ,
insanı şehvetin tecavüzünden koruması için aklı yaratmıştır. Sonra
Allah, İslâm şeriatlerini sınırları insanlara haber versinler diye
Resullerin lisanıyla göndermiştir. Fakat şehvet, bedenin içine
konulmuştur. Akıl, bedene konulduktan sonra şeriatlarla emrolunur ve
şehvet, bedene yerleşir. Akıldan önce ona hakim olur. Şeriat ise, o
ikisine (beden ve şehvet) baş kaldırır. O ikisi şeriate nasihat eder.
Ona insan için yemek, elbise ve meskenin gerekli olduğunu söylediler.
Kalbin gıdasını unutmasın diye beden, yemeğe ihtiyaç duyar. Elbise,
mesken ve yemeğin gerekliliği söz konusudur. Dokumada elbiseye, binada
meskene, arazide yemeğe ihtiyaç duyar. Sonra pamuk atma, yün eğirme gibi
sanat dallarına muhtaçtır. Bunlar, dokuma ve terzilik ihtiyaçlarıyla
tamamlanır. Bu şekilde elbise, dokumadan sonra meydana gelir. Herkes
odun, demir ve bunun dışındakilere ihtiyaç duyar. Böylece demircilik ve
denizcilik gibi başka sanat dalları ortaya çıkar. Bütün sanat dallarını
elde etmekten aciz oldukları için bu meslek adamlarının her birisi bir
araya gelir, bir mekanda toplanır. Terzi, kumaşı dikmesi için; dokumacı
da yününü eğirmesi için ücret alır. Böylece aralarında muamelat ortaya
çıkar. Bu, husumet ve tartışmanın kaçınılmaz çıkış yeridir. Böylece
siyaset, feza ve fıkıh şeklinde üç ilim dalı da ortaya çıkar. Bu,
insanlar arasında aracılık kanunu diye bilinir. Dünya meşgalesi artarken
insan, kalbiyle ve bedeniyle meşgul olur. Kalple meşgul olur ve
bedeniyle kazanır. Kalpte onun muhabbetiyle helak edici sıfatlar ortaya
çıkar. Hırs, cimrilik, kibir, düşmanlık ve aldatma insanların fazileti
ile kalplerinin arasına girer. Eğer aslî ihtiyaçlar, üçten fazla (yemek,
elbise, mesken) olsaydı beden için yeterli olurdu. Ancak beden, kalp
için, kalp de marifetullahı elde etmek içindir. Onlar kendilerini ve
Sani’lerini unutur ve aldanır. Tıpkı bir hacının Kabe’yi ve ona yürümeyi
unutup, ömrünün çoğunu deveyi gözetmekle geçirmesi gibi aldanır. İşte
buna Resûlullâh (s.a.v.), şu sözüyle işaret etmiştir: “Dünyaya karşı
uyanık dikkatli olun, çünkü o, Hârut ve Mârut’un sihridir.”12
DÖRDÜNCÜ ESAS: MARİFETU’L-ÂHİRET
Şunu bil ki, âhiret hakikatinin marifeti ancak ölüm marifetinden
sonradır. Ölümün marifeti ise, hayatın marifetinden sonra gelir. İnsanın
beden ve kalpten yaratıldığını daha önce zikretmiştik. Şunu da bil ki,
beden de kalıp ve ruhtan mürekkeptir. Kalıp ise et, kemik, sinir, damar,
kan, beyin, cilddir. Ruh latif bir buhar olup kalbin ortasındaki kandan
yukarı çıkar. Kalp, göğüs hizasının sol tarafında bulunan bir et
parçasıdır. Kan, ruhun kendisinden yükseldiği kalbin içindeki bir damar
olup dört salgıyı artırır. Bu dört salgı ise kan, balgam, safra ve öd
suyudur. Dört salgı da hararet, rutubet, yaş ve soğuk olmak üzere dört
tabiattan doğmuştur. Bu dört tabiat hava, toprak, su ve ateşten ortaya
çıkmıştır. Tıp ilminden maksat, bu tabiatların bileşkesi olup beden ve
ruh miracını düzenlemek içindir,
Ruh, atardamarlar vasıtasıyla beyne ve diğer azalara yayılır, kuvvet,
his ve hareketi taşır. Işığın ulaştığı mekanı aydınlatmak için evin her
köşesinde dönen lamba gibidir. Ruh kuvvet, his ve hareketi bedenin her
yerine iletir. Ruhun beden azalarından bir azaya ulaşmasını engelleyen
bir şey olursa uzvu kuvvetten, histen ve hareketten âtıl bırakmak için
engeli kaldırır. Bu ruhun misali ışığın ateşi gibidir. Kalp, fitil
(lamba teli); gıda ve yağ gibidir. Eğer lambadan yağı alırsak lamba
söner. İşte aynen bunun gibi insandan gıda uzun süre alınır ve
engellenirse ölür. Eğer yağ, çok olursa ve normali aşarsa lamba bozulur.
İşte bunun gibi gıda, aşırı olursa insan hasta olur. Eğer, lambaya bir
şeyle vurulursa yağ ve fitil ayakta kalsa bile lamba söner. Aynı şekilde
insana şiddetle vurulursa ölür. Bu ruhun mizacı tam bir itidal halinde
olursa kuvvet, his ve hareket yönünden latif manalar kazanır. Bunlar
Allah’ın izniyle kuvvetlendirilmiş meleklerin fiilleridir. Zira Allah
Teâlâ ruh için bir melek vazifelendirir. Melek, ona güç ve kuvvet verir.
Bir melek de konuşma ve ses kuvveti ilkâ eder. İnsana başka bir melek,
işitme, başka bir melek de görme kuvveti verir. Böylece kuvvet
bakımından diğer şeyleri verir. Ruh, bu manaları meleklerden kabul
ederse onu yüklenir ve melek de ruhu bedene yerleştirir. Ruhun mizacı
sıcaklık ve soğukluk ya da başka sebeplerle ilga olursa, bu manaları
meleklerden kabul edemez. Hissiz ve hareketsiz hale dönüşüp ölür. Bu,
aynı zamanda ruhun ölümü anlamına gelir ki, o ruhun itidal sebeplerini
ortadan kaldırır. Bu ruh, cismanî ve ruhanî ruh diye isimlendirilir.
Allah Teâla, şu âyetiyle ruhtan bahsediyor: “Sana ruhtan sorarlar. De
ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir.” Size, (ruha ait) ilimden sadece az bir
şey verildi.”13 Ruh, ne bir cisimdir ve ne de bir halettir.
Ne de ölümü için bir yol vardır. Ruh, bedenin ölümüyle, ne dünyada ne de
âhirette cismanî ruhun ölümüyle değişmez. Bu, ruhanî ruh diye
isimlendirilir. Cismanî ruha kuvvet vermekle görevli melekler
kullanılır. Aynı şekilde semadan, arzdan, dağlardan, nehirlerden,
güneşten, aydan, yıldızlardan, rüzgardan ve latif manalardan alemin
tafsilatıyla görevli melekler ruhanî ruhtan kuvvet, ve bereket almak
için kullanılır. Bu ruh, âlemin eczası olarak görevlendirildiği her şey
üzerine kuvvet ve manalar bakımından elde ettiği her sınıftan enbiyanın
takvasını ve evliyanın büyüklerini ilga eder. Ruhanî ruh bakımından bu
ruhlardan kafirlerin kalplerine şans yoktur. Bütün müminlerin kalplerine
gelince, yakîn miktarınca evliya ve enbiya vasıtasıyla ruhanî ruh
bereketinden istifade eder.
Şunu bil ki, zan hakkında haber verilen risâlelerin bazılarında
yazılanlara itibar olunmaz. Âyette de “Onların çoğu zandan başka bir
şeye uymaz. Şüphesiz zan, ilimden hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah
onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.”14
“İnsanlardan ve hayvanlardan da yine böyle türlü renkte olanlar vardır.
Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan gereğince korkar. Şüphesiz
Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.”15 buyrulur.
Cismanî ruh, kalıp, et, kemik, sinir, ter, kan, beyin, cild ve kalpten
oluşmuştur. Bu halde Allah’ı seyretmeye hazır ve layıktır. Onun bineği,
muhabbetullah ve marifetullahtır. Emredilen şeyi elde ettikten sonra
beden ölür. Kalp, ebedî bir saadet yaşar ve veliyullah olur. Ayrıca
bedeni taşıma meşakkatinden kurtulur. Resûlullâh (s.a.v.) buna işaret
eder: “Ölüm, müminin hediyesi, mücevheridir.”16 Eğer kalp,
muhabbetullah ve marifetullaha ulaşmadan beden ölürse, ebedî bir şekavet
yaşar. Nihayetsiz hasret ve acı çeker. Bu hasret ve acı kalp için kabir
azabının başlangıcıdır. Sonra cismanî ruh için beden ateştir.
Allah’ın Resûlullâh’ın dilinden haber verdiğine göre “Allah, her şeye
kâdirdir. Dünyada bahçeler, cennette de altından nehirler akan bahçeler
ve köşkler verir.”17 Onlarda huyları güzel, yüzleri güzel
dilberler vardır. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir.”18 “Müttakîlere
vâdolunan cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar,
tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar
ve süzme baldan ırmaklar vardır. Cennette meyvelerin her çeşidi
onlarındır. Rablerinden de bağışlama vardır. Hiç bu, ateşte ebedî kalan
ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin
durumu gibi olur mu?”19 “Bu sebeple, bugün burada onun candan
bir dostu yoktur. İrinden başka yiyecek de yoktur.”20 “Ey
inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna
karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”21
Bunun gibi dini metinlerde sonsuz mutluluk, ateş, hayat, akarib, hamim,
gislin, zakkum, zebaniye gibi sert ve şiddetli anlatımlar vardır. Kalp
için de cennet ve cehennem vardır. Kalbin cenneti odur ki, Nebi (a.s.)
ona işaret etmiş. Allah’tan haber vermiş: Allah Teâlâ, “Ben sâlih
kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir
insanın hayal edemediği nimetler hazırladım.”22 Başka bir
âyette de “Allah’ın, tutuşturulmuş ateşidir”23 diye buyurur.
Burada bahsedilen ateş, üç kısımdır.
Dünya Şehvetlerinden Ayrılık Ateşi: Kim, elinde olan şeyi severse, kalbi
sevdiğinden ayrılığından dolayı ateştedir. Kim, dünyayı ve zatını
severse, dünyada olduğu sürece cennetindedir. İşte buna Nebi (a.s.)
şöyle işaret eder: “Dünya, kafirin cennetidir.”24 İnsan,
âhirette sevdiğinden ayrılık ateşindedir. Onun misali şuna benzer:
Yeryüzüne sahip olmuş, uzun zaman süslü, güzel yüksek sarayları içinde
etrafa bakarak temiz nimetlerle nimetlenerek faydalanan biri varmış.
Ancak bir düşmanı bu kimseyi yenmiş ve esir almış. Sahip olduğu şeyleri
ele geçirmiş. Bu kişiye de halkının huzurunda köpeklerin bakımını
yaptırırmış. Bu düşman, eşleriyle ve kızlarıyla münasebete girmiş.
Hazinesindeki mücevherlerden nefis parçalara el koymuş. Göründüğü üzere
bu kimse, nimetler, cevherler, evlatlar, hanımlar ve saltanattan ayrılık
ateşiyle azap çekiyormuş. Şüphesiz bu kimse sabrediyor, ama acısı o
kadar büyüktür ki ölüp de bu alemden kurtulmak istiyormuş. Adam, bu
alemde sevdiği şeylerden ayrılık ateşine düşmüş. Muhabbeti güçlü ve
nimete vefa oldukça kalbinde ayrılık ateşi daha da ziyadeleşmiş.
Haya, Rezalet ve Utangaçlık Ateşi: Dünyada fuhuş yapan ve kıyamet günü
hakîr, hasîs bir halde utanan adamın örneği gibidir. Şöyle ki:
Melik-i A’zam yaptıklarıyla utanacak hasîs ve hakîr bir adamı seçer ve
kendine vezir atar. İstediği her vakit haremine girmeye izin verir.
Bütün hazinelerini ona teslim eder. Bütün işlerinde ona güvenir. Ancak
o, mülkünde ondan habersiz azıp ileri gider. Hazinesinde fahiş
tasarrufta bulunur. Haremine bile girip işlerini bozar, emanetine ihanet
eder. Bunları yaparken kendisini Melik’in emanetlerini koruyor zanneder.
Günlerden bir gün, Melik’in haremin duvarındaki bir delikten kendisine
baktığını fark eder. O anda kendisi de Melik’in bazı kızları ya da
zevceleriyle fesat ve fücurla meşgul olur. Bu adam Melik’in kendisini
her gün böyle gördüğünü, ancak cezasını geciktirdiğini, hıyanetinin
artması ve büyük bir cezaya müstahak olması için hacalet, rezalet ve
haya ateşinde halinin nasıl olduğunu görmek istediğini anlar. İşte böyle
her kim, Allah’ın sırrından kaçarak haram kıldıklarını yaparsa ölünceye
kadar tevbeyi ihmal ederse, kıyamet günü şunu hak eder: Allah Teâlâ onun
halini, günah işlediğini görür. Şekaveti artsın ve diğer adam gibi
cezasının büyümesi için cezasını hemen vermez. Büyük ya da küçük taşları
(günahları) duvarın arkasına atar. Ona bir adam, “bu taşları duvarın
gerisine atmamalısın” der. Zira evlatların arap atların, nefis malların
olur. Bu duvarı ve onu görüp taşları sonra sana atar. Ancak bu kimse
mallar ve evlatlarla ısrar eder. Bu nasihatlere kulak asmaz ve taşları
atar. Bunun üzerine Melik, onlara ağır bir darbe indirir ve gözlerini
oyar. Taşlardan bazıları atın eline isabet eder ve elini kırar. Bazıları
da devesinin gözüne isabet eder ve deve kör olur.
Böylece her kim Müslüman’a haset eder, söver ve haksız yere vurursa
karşılığını âhirette bulur. Âlimler der ki; Müslüman kardeşinize hased
etmeyin. Çünkü ona haset etmek amelleri iptal eder. Resûlullâh (s.a.v.)
buyurdu: “Ateşin odunu yemesi gibi hased de amelleri yer bitirir.”25
Müslüman’a sövmemek, haksız yere zarar vermemek gerekir. Çünkü Allah
Teâlâ kıyamet günü hesap sorar ve azab eder. Resûlullâh (s.a.v.)
buyurdu: “Kim haksız yere bir Müslüman’a küfrederse bana eziyet etmiş
olur.”26 O kimse alimlerin nasihatına kulak vermez. Hasedle
küfürle darpla meşgul olur ve aldırmazsa kıyamet günü ortaya çıkar ve
şahit olur ki, onun bir Müslüman’a hasedi, küfrü ve darbı kendi
ibadetini ifsat etmiştir. O ameller o zaman oğlundan, eşinden, dünyadan
ve içindekilerden daha azizdir. Resûlullâh (s.a.v.) buyurdu: Kıyamet
günü dünya, yaşlı, çirkin bir kadın suretinde gelir.”27
Kendisine bakan herkes ondan sakınarak der ki; Bu, uğruna savaştığımız
dünyadır. Dünyayı sevenler o kadar utanırlar ki, bu utandıkları kadından
kaçmak için ateşe girmeyi ister. Kim, dünyada Müslüman kardeşini gıybet
ederse kendini ölü kardeşinin etini yerken bulur. O, kardeşinin etini
yediğini bilir. Şimdi bak, haya ve ayıpların ortaya çıkması kalbini
nasıl yakar? Şu hikaye buna misaldir:
Meliklerden biri oğlunu başka bir Melik’in kızıyla evlendirir. Gelini
damadın evine götürür. Damat, bir gece sarhoş halde hacetini gidermek
için gelinin yanından dışarı çıkar. O sırada sarhoş halde gelinin
bulunduğu odaya geri gitmek isterken çöle doğru gider. Sonunda ışık olan
bir eve ulaşır. Bu yeri kendi odası sanıp girer. Orada bir kavim görüp
yüksek sesle seslenir. Ama kimsenin ona cevap vermediğini görür. Onların
güvenilir insanlar olduğunu düşünür. Onlardan birinin üzerinde yeni bir
örtü vardır. Kendi kendine “işte gelin örtüyü üzerinden çekti” der.
Güzel bir koku alınca da “şüphesiz bu gelindir” der. Sabaha kadar cinsel
ilişkide bulunur. Dilini içine soktuğunda bir ıslaklık hisseder. Yüzüne
isabet edeni de gül suyu zanneder. Sabah olunca sarhoşluktan ayılır.
Kendisini bir mağaranın içinde bulur. Gelin zannederek beraber olduğunun
ölmüş çirkin surette bir acuze; ondan aldığı güzel kokunun da kendi
üzerinde taşıdığı mumdan olduğunu anlar. Kendisine isabet eden ıslaklık
ise, yüzünü, sakalını, elbisesini ve diğer azalarını kirleten
necasettir. Boğazında acuzenin ağzından bulaşan şiddetli bir acılık
vardır. İki saat boyunca hacalet ve fesahetten neredeyse ölecek hale
gelir. Bu şekildeyken insanların kendisini görmesinden korkar. O sırada
Melik de yardımcıları, kadıları ve maiyetiyle beraber oğlunu aramaya
çıkar. Melik, oğlunu bu halde bulur. Onun babasından nasıl bir terbiye
aldığını, nasıl ayıplarının ortaya çıktığını ve nasıl utandığını fark
eder. İşte dünya hayatını dine tercih edenlerin durumu böyledir. Kıyamet
günü enbiyaların, sadıkların ve düşmanların önünde kendilerini,
günahlara pisliklere batmış şeytanlarla zincirlerle bağlanmış şekilde
Allah’a karşı, dünya muhabbetiyle siyah bir elbise ve yüzleri kararmış
bir halde bulurlar. Ayıpları ortaya çıkar ve utanırlar.
Allah’ı Görmekten Mahrumiyet Ateşi: Bu mahrumiyetin sebebi, Allah’ın
marifetini bilmemek ve görememektir. Bu ateşi örnek vererek sana
anlatacağım:
Misafir adamlar, karanlık gecenin ortasında yollarını kaybetmiş halde
zor bir vadiye varmış. Orada eşsiz, renkli çakıl taşları ile büyük ve
küçük taşlar varmış. Bazıları “güvenilir insanlardan duyduğumuza göre bu
renkli taşların ve çakıl taşlarının büyük faydaları ve latif özellikleri
vardır. Onlardan alabildiğiniz kadar alın” demiş. Bazıları
taşlardan alırken; bazıları da hiç almaz. Taşlardan almayanlar
diğerleriyle dalga geçer. Onları cehalet ve ahmaklıkla suçlayıp şöyle
derler: Kim akıllı ve zeki ise faydasını bilmediği taşları taşımayı
bırakır. Kim de ahmak, cahil ise kendini eşek yerine koyar ve taşları
taşıyarak muhal bir şey yiyerek sabaha kadar yürür. Sabah olup güneş
doğunca taşlara ve çakıl taşlarına baktıklarında onların mücevher,
kırmızı yakut ve kıymetli inciler olduğunu görürler. Taşlardan her
birisi yüz bin dinar ve daha fazla değerdedir. Aldıklarından daha da
fazlasını almadıklarına pişman olurlar. Hiçbir şey almayanların ise,
kalplerine nedamet, mahrumiyet ve haset ateşi düşer. O taşlardan
alanlar, şehirler yüksek kasırlar satın alır. “Canların istediğinden
faydalandılar.”28 Diğerleri, fakir, çıplak ve yalın ayak
kalır.
İbadetler ve gül ağaçları, peygamber mücevherlerinin örneğidir.
Yakutlar, inciler, dünya karanlığı ile gecenin ve ölüm güneşinin doğuşu
misalidir. Burada mücevherleri, yakutları ve incileri alanlar
müminlerdir. Taşlardan almayanlar da münafıklar ve kafirlerdir.
“Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği
rızıktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları
kâfirlere haram kılmıştır, derler.”29 Onların üzüntüleri
büyür, kederleri dayanılmaz olur. Kalplerinde mahrumiyet ateşi
şiddetlenir. Nasıl şiddetlenmesin ki? Allah’ın dünya ve içindekilerin
bir nimetle mukayese edilmeyecek nimetler ve saadet çeşitlerinden
müminlere verdiklerine şahit olurlar. En alçak adamın cennetteki evi,
dünyadaki misallerin on katıdır. Bu benzerlik miktar ya da yüz ölçümü
bakımından değildir. Nimetlerinin ruhu bakımındandır. O da surur ve
lezzet almadır. Şöyle dediği gibi; bu inci yüz dinar kıymetindedir.
Maliyet ruhu ise, ne ağırlıkta ne de yüz ölçümündedir.
Kalplerin cenneti, Allah’ı gözlerle karar evinde görmek, Zat’ının
cemalini müşahede etmektir. Sıfatların kemalini muaneye etmek, kadim
kelamını levh, kalem, huruf ve esvat vasıtası olmadan mütalaadır.
Ayetleriyle temettu saatlerinde ve anlarında îmân münacatıyla
telezzüzdür. Takvâ sahiplerine vâdolunan cennetin özelliği şudur: “Onun
zemininden ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgesi süreklidir. İşte bu,
sakınanların sonudur. Kâfirlerin sonu ise ateştir.”30 Yemeği
ve gölgesi daimidir. İşte bu muttakilerin yurdudur. Kafirlerin yeri ise,
ateştir. Bedenin cenneti ve cehennemi, kalbin cenneti ve cehennemine
nispetle şuna benzer:
Küçük bir çocuğun büyük bir makam sahibi ve çeşitli ilimlerde yüksek
mertebedeki âlim olan babası ölür. Çocuğa denilir ki; babanın öğrettiği
ilimleri sen de öğren. Zira öğrenirsen, babanın makamının şerefine
ulaşırsın. Eğer bırakırsan bu yüce makamların şerefini kaybedersin.
Çocuk bu işle uğraşmaz. Vaat ettikleri nimeti ve korktukları mihneti
anlamaz. Çünkü çocuk, makamların tadını idrakten yoksundur. Bu haliyle
o, cîmânın tadını bilmeyen gibidir. Çocuğa “eğer babanın öğrettiği
ilimleri öğrenirsen sana ceviz, bal ve elbise veririz” derler. Eğer
öğrenmeyi bırakırsan öğretmenin seni döver. Çünkü o, öğretmekle vazifeli
gönderilmiştir.
Yüksek makamların önemini bilmeyenin durumu böyledir. İşte bu şekilde
insan, Müslümanlığının başlangıcında ya da buluğ çağının başlangıcında
kısa akıllıdır. Şeriat sahibi (s.a.v.) ona dese ki; mümin olduğun halde
salih ameller işlersen kendi gözünle âhirette keyfiyetsiz, teşbihsiz,
mekansız, zamansız, yönsüz, şekilsiz, renksiz ve mukabelesiz O’nu
görürsün. O’nunla senin aranda mukabele, yakın ve uzak mesafe olmaz.
Eğer O’nu ve âhiret gününü inkar edersen, O’nu görme hazzından ye’s
ateşiyle kalbin yanar. Çünkü o, bu ru’yeti, îmânla tekrar dirilmeyi ve
salih ameli inkar eder. Ona dense ki, eğer O’na îmân ediyor ve amel-i
salih işliyorsan “O, seni altından ırmaklar akan cennete sokar,
muhafazalı inciler gibi huriler orada vardır.”31 Eğer inkar
edersen, âhiret günü seni ateşe koyar. Orada yılanlar, akrepler ve
zebaniler vardır. Zira insan Allah’a îmân ve ameli salih için
gönderilmiştir. Allah Teâla, cennete özendirir, ateşten sakındırır. O,
nâim cennetlerindedir. Cennetin nimeti ve ateşle yanmanın elemi, Allah’ı
görmekten mahrumiyet acısından ve O’nu göremeyeceğini bilmekten daha
hafiftir. O, muvaffakiyeti veren Veliyyu’t-Tevfîktir. Teâlâ.
KAYNAKÇA
1 Mâverdî, Edeb, 230.
2 Bakara, 2/130.
3 Fussilet, 41/53.
4 Nûh, 71/14.
5 Sebe, 34/13.
6 Tirmizî, Birr, 55.
7 Müslim, Selâm, 42; İbn Mâce, Tıb, 3.
8 Keşfü’l-Hafâ, 2: 76.
9 İsra, 17/70.
10 Araf, 7/181.
11 Gümüşhanevî, Ramuz’ul Ehadis, 2455.
12 Kaynaklarda geçmemektedir.
13 İsrâ, 17/85.
14 Yunus, 10/36.
15 Fâtır, 35/28.
16 Kaynaklarda geçmemektedir.
17 Furkan, 25/10. 18 Rahman, 55/72.
19 Muhammed, 47/15.
20 Hâkka, 69/35-36.
21 Tahrîm, 66/6.
22 Buhârî, Bed’ü’l-Halk 8, Tevhîd, 35; Müslim, Cennet, 2-5.; Tirmizî,
Tefsîru’lKur’ân, 33, 57; İbn Mâce, Zühd, 39.
23 Hümeze, 104/6.
24 Müslim, Zühd: 1; Tirmizî, Zühd: 16; İbn Mâce, Zühd: 3; Müsned, 2:197,
323.
25 Ebû Dâvûd, Edeb, 44.
26 Kaynaklarda geçmemektedir.
27 İbn Mâce, Zühd, 22.
28 İbn Mâce, Zühd, 22.
29 Araf, 7/50.
30 Râd, 13/35.
31 Muhammed 47/15.