MEVZUU: Zâhir ulemâsının nasibi, rasihun ulemanın
nasibi ve sofiyyenin nasibi beyânındadır: Bu arada sorulan bir sorunun cevabı. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz.
bu mektubu, Şeyh Cemaleddin Nagori'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Selâm seçmiş olduğu kullarına...
"Ulema, peygamberlerin varisleridir."
Manasında buyurulan hadis-i şerif, ulemânın medhi üzerine yeterlidir.
Verâset ilmi, şeriât ilmidir. Zira, peygamberlerden bâki kalan odur. Onlara
salâtlar ve selâmlar olsun.
Şeriât ilminin bir sureti, bir de hakikati vardır. Onun sureti, zâhir ulemânın
nasibidir. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Ki bunlar, Kur'an
ve hadisin muhkem mânâlarıdır. Onun hakikati ise... rasihun ulemânın nasibidir.
Allah onlardan razı olsun. Bunlar dahi, Kur'an ve hadisin müteşabihatıdır
(Kur'ân ve hadîste temsil ve benzetmelerle açıklanan, anlaşılması zor, çok
yüksek hakikatlerdir). Muhkemat (içinde hüküm bulunan, mânâsı açık olan
âyetler), her ne kadar ümmül-kitab
(Kitabın anası- Kur'an-ı Kerim'in müteşabih olmayan muhkem âyetleri) ise de,
lâkin onun neticeleri ve semereleri müteşabihat olup Kur'an'da asıl maksat
olanlar da bunlardır. Yani: Müteşabihat... Bu durumda (muhkemat), ümmühat (ana,
asıl) neticelerin husulüne vesileler olmaktan başka bir şey olmaz.
Müteşabihat, Kur'an'ın özüdür; muhkemat ise, o özün kabuğudur. Müteşabihat
öyledir ki: Remz ve işaretle aslı beyan eder; bu muamelenin hakikat yüzünü açar.
Rasihun ulemâ, özle kabuğun beynini (arasını) birleştirdiler. Şeriâtın suretine
ve hakikatına toptan kavuştular. Büyükler, şeriâtı bir şahıs gibi tasavvur
ettiler; ki onun özü ve kabuğu: Şeriâtın sureti ve hakikatidir. Şeriât
hükümlerini bilmeyi, şeriâtın sureti olarak buldular; sırların ve hakikatların
ilmini dahi şeriâtın hakikati gördüler.
Bir tâife, şeriâtın suretine meftun oldu; bunlar şeriâtın hakikatini inkâr
ettiler. Bunlar, kendileri için şeyh ve mukteda (kendisine uyulan) olarak:
Hidâye ve Pezdevî'den (meşhur bir fıkıh kitabı ve meşhur bir fakih) başka
mukteda ve şeyh tanımamışlardır.
Anlatılandan bir başka taife için; her ne kadar bu hakikat ile alâka hasıl olmuş
ise de; ne var ki bunlar, şeriâtın hakikatini anlayamamışlardır. Sanmışlardır
ki: Şeriât surette kalmıştır. Ve onu yalnız kabuk sandılar. Lübbü (özü) dahi,
onun ötesinde sandılar. Hiç şüphe yok ki: Bu hakikatin, hakikatini idrak
edemediler. Müteşabihattan yana da hiçbir nasibe nâil olmadılar.
Rasihun ulemaya gelince... hakikatta varis olanlar bunlardır. Allahu Teâla,
sizleri ve bizleri bunları sevip izlerinde gidenlerden eylesin.
***
Sonra...
Kardeşim, Şeyh Meyan Nur Muhammed, sizin şöyle dediğinizi açıkladı:
– Bizim, diğer silsile meşayihinden
icâzetlerimiz var. Nakşibendiye tarafından dahi bir icâzet istiyoruz.
Ey Mükerrem Mahdum,
Tarikât-ı Nakşibendiye-i Aliyye'de şeyhlik ve müridlik, tarikât tâlimi ve
taallümüdür. (Yani: Öğrenmek ve öğretmektir). Külah ve şecere değildir. Yani:
Diğer silsilelerde âdet olduğu gibi... Bu büyüklerin yolu sohbettir; terbiyeleri
dahi in'ikâsidir (yansıma yoluyladır-tasavvufta
bir büyüğün kalbindeki feyz denilen mânevî ilimlerin talebenin kalbine
yansıması). Hiç şüphe edilmeye ki: Bunların bidâyetine, diğerlerinin nihâyeti
derc edilmiştir (Diğerlerinin sonda bulduğunu bunlar başlangıçta bulurlar).
Tarikatları dahi, yolların en yakını olmuştur.
Bu zatların nazarı, kalb marazlarına şifâdır; teveccühleri, mânevi illetleri
giderir.
Bir şiir:
Pek güzeldir Nakşibendilerin yolculukları;
Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları.
***
Temenni edilen müsâmahanızdır. Bir mısra: Makbuldür özür, keremlisi katında insanların. Vesselam.
|
>