|
|
MEVZUU:
a) Halk alemi ile emir
alemi arasında bir berzah durumunda olan Arş'ın hakikatinin beyanı. Onda, her
ikisinden de vasıf bulunduğu, amma ne yer, ne de semâ cinsinden olduğu.
b) Kürsi'nin beyânı ve vüs'ati (genişliği).
NOT:
İmam-ı Rabbanî Hz.
bu mektubu, Mevlâna Ferruh Hüseyin'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçmiş
olduğu kullarına.
Bilesin ki,
Ars-ı Mecid, Sübhan Hakkın yaratmış olduğu şeyler arasında, en acaib bir
durumdadır. Alem-i kebirde, halk alemi ile emir alemi arasında bir berzahtır.
Arş'ta, hem ondan; hem de bundan vasıf vardır.
Halk alemi altı günde yaratılmıştır. Ki bunlar, yer, semâlar ve dağlardan
ibarettir. Bu mânâ, şu âyet-i kerimede zikredildi.
"Gerçekten siz mi, arzı iki günde yaratana
küfrediyorsunuz?"(41/9)
Arş'ın yaratılması, bu yerin yaratılmasından evveldir. Nitekim bu mânâyı Allahu
Teâlâ, şöyle anlattı:
"Allahu Teâlâ, arşı henüz su üzerinde idi; yeri ve
semâları altı günde yarattı."(11/7)
Bu âyet-i kerimeden de anlaşılmaktadır ki, Arş'ın yaratılması, daha öncedir.
Arş-ı Mecid, arz cinsinden olmadığı gibi; semâların cinsinden dahi değildir.
Onun, emir aleminden dahi, bol hazzı vardır; ne var ki, bunlara ondan yana
(Arş'tan yer, semâ ve emir âlemine) bir şey yoktur.
Bu babda netice şu ki: Arş'ın semalarla olan münasebeti, yerle olan
münasebetlerinden daha ziyâdedir. Dolayısı ile, semâlar cümlesinden sayıldı.
Halbuki, yerden olmadığı gibi, semâlardan dahi değildir. Hakikat budur.
Hiç şüphe edilmesin ki, yerin ve semâların eserleri ve ahkâmı, Arş'ın eserlerine
ve ahkâmına mugayirdir (zıttır).
***
Bu arada, Kürsi'nin muamelesi kaldı ki, onu da anlatalım. Allahu Teâlâ'nın
buyurduğu:
"Onun kürsisi, yeri ve semâları almıştır."(2/255),
manası Kürsi'yi anlatır.
Kürsi dahi, semâlara ve yere mugayirdir; her ikisinden de daha geniştir.
Hiç şek yoktur ki Kürsi, emir âleminden de değildir. Onun için denmiştir ki:
– Arş'ın altındadır.
Halbuki, emir âleminin muamelesi, Arş'ın üstündedir.
Halk aleminden olduğu zaman da, onun yaratılışı, semâların yaratılışına mugayir
olur. Onun yaratılışının altı günün ötesinde olması dahi, yerinde bir mânâ olur.
Bu mânâda dahi, hiçbir mahzur yoktur.
Çünkü Allahu Teâlâ, âlem halkının tamamını altı günde yaratmadı. Zira, suyun
yaratılması, bu altı günün dışındadır; ondan daha evveldir. Nitekim bu mânâ daha
önce de anlatıldı.
Kürsi muamelesi, uygun olduğu üzere, bize açılmadığından; bunun tahkikini bir
başka vakte bırakıyoruz. Hem de, Rabbin kereminden ümid ederek.
Duâ makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbim, ilmimi artır."(20/114)
***
Üstte yapılan tahkikten, iki kuvvetli itiraz yükseldi. O itirazdan biri
şöyledir:
– Semâlar ve yer olmayınca, altı günün tayini nereden olmuş ve nasıl teşhis
edilmiştir? Pazarla pazartesi, nasıl ayırt edilmiş ve salı Çarşamba'ya göre
nasıl imtiyaz kazanmış ve perşembe dahi, cuma'dan nasıl ayırt edilmiştir?
Bu itiraza karşı şöyle diyebiliriz:
– Arş'ın yaratılması, yerin ve semâların yaratılmasından evvel olduğuna göre;
zaman husulü dahi tasavvur edilmiştir (zamanın meydana geldiği düşünceye gelmiş
olur). Günlerin sübutu dahi, böylece açığa çıkmıştır. Bu mânâda itiraz, bertaraf
edilmiş olmaktadır.
Günlerin ayırt edilmesinin, güneşin doğuşuna ve batışına mahsus olması nereden
çıkıyor? Görmez misin ki, cennette ne güneşin doğması vardır; ne de batması;
amma günlerin imtiyazı orada sabittir. Haberlerde bu mânâ vardır.
İkinci itiraz ise, bu Fakirin hususi ilmi ile ortadan kalkmaktadır; bunun oluşu
aşağıda anlatılacaktır. Yani itirazın...
Bir kudsi hadiste şöyle anlatıldı:
"Beni ne yerim, ne de semâm aldı. Lâkin, mü'min kulumun kalbi aldı"
Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, zuhurun en tamamı, müminin kalbine
mahsustur. Bu devlet, ondan başkasına müyesser değildir.
Halbuki sen, mektuplarında bunun hilafını yazdın. Dedin ki:
– En büyük zuhur, Arş-ı Mecid'indir. Kalbî zuhur, Arş-ı Mecid'in zuhurundan bir
lem'adır.
Üstteki tahkikten de anlaşıldı ki, Arş-ı Mecid'in eserleri ve hükümleri, yerin
ve semâların hükümlerine mugayirdir (bu hükümlerden başkadır). Yerde ve
semâlarda vüs'at (genişlik) yoktur; amma Arş'ta vardır.
Evet...
Yerde ve semâlarda, onlarda onlarla beraber, hiçbirisinde vüs'at kabiliyeti
yoktur. Mü'min kalbi başka... Zira o, bu devlete istidadlıdır (kabiliyetlidir).
Bu vüs'atın kalbe inhisar etmesi (Bu genişliğin sadece kalbe ait olması), yer ve
semâlar itibarına göredir; Arş-ı Mecid'i de şümulüne alan bütün masnuata (sanat
eseri varlıklara) nisbetle değildir. Evet, böyle değildir ki, hadis-i kudsi
hilâfına bir mânâ tasavvur edile...
Böylece, ikinci itiraz da bertaraf edilmiş olmaktadır.
Bilinmesi yerinde olur ki,
Arş-ı Mecid öyle bir yerdir ki, tüm zuhur mahallidir. Semaları ve yeri
içindekilerle beraber, onun mukabiline koyduğumuz zaman, hiçbir duraklama
olmadan, muzmahil (yok olur) ve hiçbir şey olmama hükmüne girer. Onlardan hiçbir
eser kalmaz; amma, insanî kalb müstesna. Zira, onun rengine girmiştir; baki
kalır ve sırf hiçbir şey olmama durumuna girmez.
Üst canibdeki zuhura gelince, ki bu zuhur, Arşın ötesi ile alâkalı olup sırf
emir âlemindendir (Arş'ın emir alemiyle alakalı kısmı). Bu mertebeye nisbetle,
Arş'ın hükmü; yerin ve semâların Arş'a nisbetle olan hükmü gibidir. Daha
yukarının, aşağısına nisbetle hükmü dahi böyledir. Bu hüküm, taa emir alemine
kadar aynıyla devam eder. Bu dairenin tamamından sonra da; muamele cehle ve
hayrete müncer olur. Eğer bir marifet olur ise, keyfiyeti meçhul olup sonradan
yaratılan aklın havsalasına sığacak cinsten değildir.
Şimdi bir miktar da, insanî kemalâttan ve insanî kalbden beyân edelim.
Bir şiir:
Uzun uzun durdum aybında;
Açıldı güzellik şanında...
Arş-ı Mecid, her ne kadar pek vasi (geniş) ve zuhur yeri olarak pek tamam ise
de; lâkin, bu devletin husulüne onda bilgi olmadığı gibi; bu kemal için onda
şuur dahi yoktur. Amma, insana bağlı olan kalb böyle değildir. Zira, o şuur
sahibi olup ilim ve marifetle mâmurdur.
Kalbin, üstte anlatılandan daha başka bir meziyeti vardır ki; onu da beyan
edeceğiz. Tam mânâsı ile dinlemek gerek.
– Alem-i sağir... (Küçük alem...) ismini verdikleri insanın mecmuu, her ne kadar
halk ve emir aleminden mürekkeb (terkib edilmiş, birleşmiş) ise de, onun vahdanî
(tek) ve hakiki bir hey'eti vardır. Eserler ve hükümler dahi, bu hey'ete göre
tertip edilmiştir.
Alem-i kebirde (Büyük âlemde), anlatılan böyle bir hey'et yoktur. Eğer var ise,
itibarî olmamaktadır.
Anlatılan hey'et-i vahdaniye cihetinden insana varidat (kazanç) olarak gelen
feyizler, onun tavassutu ile de insanın kalbine gelenlerden yana hiçbir şey;
alem-i kebir ve alem-i kebir için kalb mesabesindeki Arş-ı Mecid için hâsıl
olmaz. Meğer ki, az bir şey ola... Zira, her ikisinin de bu feyizlerden ve
bereketlerden yana, nasipleri azdır.
Arza bağlı parçaya gelince, ki o, hakikatta mevcudatın hulasasıdır (özetidir).
Onda uzaklık mevcud olmasına rağmen, zuhurat itibarı ile en yakındır. Onun
kemalâtı dahi, alem-i sağirin mecmuasına (küçük âlemin toplamına) sirâyet
etmiştir. Bu mecmua (topluluk) alem-i kebirde olmayınca... Yani hakikatta,
anlatılan sirâyeti de kaybetmiştir. Arş'ın hilâfına, insan kalbinde dahi bu
kemalât vardır.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, kalb için isbat ettiğimiz, kemalât ve
faziletleri; iyi bir mülahaza ile düşündüğümüz zaman, cüz'i fazilette buluruz.
Fazl-ı külli ise, Arş'a bağlı zuhur içindir. Misal olarak, Arş'ı ve kalbi geniş
yakılan bir ateş gibi buluruz ki, bütün sahraları ve ovaları aydınlatmıştır. Bu
ateşten dahi, bir meş'ale yakılmıştır. Bu meş'aleden olan ateşe bazı işlerin
katılması ile, bir başka nuraniyet hasıl olmuştur ve bu durum, öbür ateşte
yoktur (bu meş'alenin nuraniyeti Arş'ın ve kalbin ateşinde yoktur).
Hiç şüphe edilmeye ki, bu ziyâdelik de (fazlalık da), cüz'i faziletten başkası
için (kısmî üstünlük dışında) isbat edilemez.
Bütün işlerin hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Duâ makamında bir âyet-i kerime meâli:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Zira sen,
her şeye kadirsin."(66/8)
Allahu Teâlâ, Efendimiz Muhammed'e, âline, bütün ashâbına salât edip bereketler
ihsan eylesin... Kezâ, bütün nebilere ve resullere, mukarreb meleklerin hepsine.
| |
|