MEVZUU: a) Velayet, ilâhî yakınlıktan ibarettir; harika işler ve kerametler, onun şartı değildir. b) Sultanlara saygı secdesinin hükmünü beyan.. *** NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır. *** Allah'a hamd olsun. Selâm, onun seçmiş olduğu kullarına.. *** Pek aziz kardeş Seyyid Mir Muhammed Nu'man'ın vakti hoş olsun. *** Bilinmesi yerinde olur ki, Harikaların ve kerametlerin zuhuru, velayet şartından sayılmaz. Ulema, harika hallerin husulü ile mükellef olmadıkları gibi; evliya dahi, harika hallerin zuhuru ile mükellef değillerdir. Zira velayet Yüce Sultan Allah'a yakınlıktan ibarettir; masivayı unuttuktan sonra, evliyasına onu ikram eder.. Bir şahıs vardır ki: Kendisine bu yakınlık ihsan edilir; amma, gayb işlere ve hadiselere ıttıla verilmez (hadiseleri bilmez, haberdar olmaz).. İkinci bir şahıs da vardır ki: Bu yakınlık kendisine verilir; gayb işlere ve olan hadiselere ıttıla dahi verilir. Üçüncü bir şahıs da vardır ki: Kendisine bu yakınlıktan yana bir şey verilmez.. Amma, kendisine gayb işlere ıttıla verilir. Bu son anlatılan üçüncü şahıs, istidrac ehlindendir. Onun nefsinin sâfiyeti, kendisini gayb keşifleri ile ibtilâya (belâya uğratmış), dalâlete düşürmüştür. Meâli şu olan âyet-i kerime de, onların haline alâmettir: – «Onlar, kendilerinin bir şey üzere olduklarını sanırlar; dikkat ediniz, onlar yalancılardır.» (58/18) – «Onları şeytan istilâ etmiş; Allah'ı zikretmeyi dahi onlara unutturmuştur. Bunlar şeytan fırkasıdır. Dikkat ediniz; şeytan fırkası ise; hüsranda olanlardır.» (58/19) Üstte anlatılan birinci ve ikinci şahıslar, Allah'ın velî kullarından ve yakınlık devleti ile müşerref olanlardır. Gayblerin keşfi, bunların velayetinde bir şey artırmaz. Keza, gaybleri keşfetmemek dahi, onların velayetinden bir şey eksiltmez. Aralarındaki değişik fark, ancak yakınlık dereceleri itibarına göredir. Çoğu kez, gaybî suretlerin keşfine sahib olmayan; o suretlerin keşfine sahib olandan daha faziletlidir. Hatta kıdem olarak ondan daha ileridir. Bu da, onun için yakınlık meziyetinin hâsıl olmasından ileri gelmektedir. Üstte anlatılan manayı Avarif kitabı sahibi (Şihabüddin Sühreverdî) açık olarak anlattı. Bu zat, şeyhler şeyhi olup bütün taifelerin de makbulüdür. Üstte anlatılan manayı, benden tasdik etmeyen, o kitaba müracaat etsin. Zira o, harika halleri ve kerametleri zikrettikten sonra, bunları orada şöyle anlattı: – Bütün bunlar, Allah'ın hibeleridir. Bir kavme, bu keşif hâsıl olur, bir ihsana da uğrarlar. Bazan da olur ki: O keşif ihsanından yana kendinde bir şey olmayan, öbüründen daha faziletli olur. Zira onların tümü, yakînin takviyesi içindir Bir kimseye katıksız yakîn verildikten sonra, o keşif cinsi şeylere hacet kalmaz. Bütün bu kerametler, daha önce anlattığımız zikrin kalbe yerleşip zat zikri olmasından daha aşağıdır. O zatın kelâmı, bu kadardır. Şeyh'ül-İslâm lakabı ile anılan bu taifenin imamı Hâce Abdullah Ansarî ise, Menazil'üs-Sâirin adlı kitabında şöyle anlattı: – Feraset iki çeşittir: a) Marifet ehlinin feraseti.. b) Açlık ve riyazet ehlinin feraseti.. Feraset ehlinin marifeti; Yüce Hakkın huzuruna lâyık olanla onun huzuruna yaramayanı ayır etmelerinde geçerlidir. Bir de, Allah'ın zikri ile meşgul olup hazret-i cem'e (cem makamına - yaratılmışları görmeyip bütün varlıkları Allah’ın sıfatlarının zuhûru bilerek varlıklarının izâfî olduğunu idrak etme mertebesine) vâsıl olanları bilmeye yarar.. Açlık ve riyazet ehlinin feraseti ise.. suretlerin keşfine, gaybden verilen haberlere yarar.. Âlem halkının pek çoğu, Sübhan Allah'tan kesilmiş ve dünya ile meşgul olduğundan, onların kalbi, suretlerin keşfine ve mahlukat hallerinden kendilerine gizli kalan şeylere meyillidirler. Bunun için de, bu ferâset ehlini büyük bilip kendilerini ehlullah ve onun has kulları bilmişlerdir. Dolayısı ile hakikat ehlinin keşfinden iraz edip kendilerini, Allah-ü Teâla'dan verdikleri haberde itham etmişlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir: – Eğer bunlar, ehlullah olsalardı, yani: Kendi zannettikleri gibi; bize gaybe bağlı hallerden ve diğer mahlukatın durumlarından haber verirlerdi. Mahlukatın hallerini keşfe güçleri yetmediğine göre bundan daha üstün hallerin keşfine nasıl güçleri yeter?. Böylece, bu fasit kıyasla, onların Yüce Vacib Zat'ın zat ve sıfatına taalluk eden ferasetlerini yalanlar?. Böylece, sahih haberler onlara kör gelir. Amma, bilmezler ki: Allah-ü Teâla, onları mahlukatın mülâhazasından (düşüncesinden) alıp kendi mukaddes zatına has kılmıştır. Kendilerini himâye edip sakındığından, kendi mâsivası ile olmaktan onları korumuştur. Eğer onlar, mahlukatın hallerine girenlerden olsalardı; Sübhan Hakka yaramaz olurlardı. Bu zatın kelâmı dahi bu kadardır. Daha başka şeyler de söylemiştir. Ben Hazret-i Şeyhimden (k.s.) duydum, Muhyiddin b. Arabi'nin şöyle yazdığını söyledi: – Kendisinden çokça kerametler zuhur eden bazı velî kullar vardır ki, bu kerametler ve harika haller kendisinden zuhur ettiği için pişman olur. Temenni yollu şöyle der: – Keşke bu kerametler, benden zuhura gelmeseydi.. Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, harika hallerin çokça itibarı olsaydı; bu şekilde bir pişmanlıkta mana olmazdı.. Burada şöyle bir soru sorulabilir: – Harika kerametlerin zuhuru, velayette şart olmadığına göre; velî olanı, velî olmayandan ayırd etmek nasıl olacak?. Hak ile batıl nasıl açığa çıkacak? Bunun için şu cevabı veririm: – Ayırd etmek lâzım değildir; o kadar ki, hakla batıl karışıktır. Zira bu dünya hayatında hakkın batıla karışık olması lâzımdır. Velînin velâyetini bilmek ise, asla lâzım değildir. Velî kullardan bazıları vardır ki; kendi velayetlerine dahi muttali değillerdir; onların velayetine başkalarının ıttılaı nasıl lâzım olsun?. Bir peygamberde harika hallerin bulunması mutlaka gereklidir. Tâ ki, peygamber olan, peygamber olmayandan ayırd edile.. Zira bir peygamberin nübüvvetini bilmek vaciptir. Bir velî, Peygamberinin şeriatına davet ettiğine göre, peygamberinin mucizesi kendisine yeter. Eğer velî, şeriatın dışında bir şeye davet emiş olsaydı, elbet onun için harika bir şey gerekli olurdu. Amma onun daveti, her peygamberin (hangi peygamberin ümmetinden ise o peygamberin) şeriatına mahsus olduğundan, kendisine asla harika keramet lâzım değildir. Ulema, şeriatın zahirine davet eder; evliya ise.. şeriatın hem zahirine, hem de batınına davet eder. Müridleri dahi, öncelikle tevbeye ve inâbeye gelmeleri için delâlet edip şeriat hükümlerinin yerine getirilmesine teşvik ederler, ikinci olaraktan da, onları, Yüce Hakkın zikrine gelmeye hidâyet ederler. Bütün vakitlerini Allah'ın zikri ile doldurmaları için, tekidle (tekrar hatırlatarak) üzerinde dururlar, Taa, zikir istilâ edip kalbde zikri edilen zattan başkası kalmayıncaya kadar.. Ta kî: Tüm mâsivadan yana nisyan (unutma) husule gele.. O kadar ki: Eşyayı hatırlama onlara teklif edilse, hiç hatırlayamazlar. Yakîne dayalı mana odur ki: Şeriatın zahirine ve batınına taalluk eden bu davette, bir velî için asla harika hallere hacet yoktur. Şeyhlik ve müritlik üstte anlatılan davetten ibaret olup onun harika işlerle bir ilgisi olmadığı gibi, kerâmet yeri de yoktur. Durum üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen biz deriz ki: – Anlayışlı bir mürid, istidadlı bir talip, süluk esnasında her an, şeyhinin harika hallerini ve kerâmetlerini hisseder. Her zaman için, gaybe dayalı işlerde ondan yardım talebinde bulunur. Kendisinden yardım da görür. Halbuki başkalarına nisbetle (başkaları için) harika hallerin zuhuru lâzım değildir. Amma, müridlere nisbetle kerametler içinde kerametler vardır; harikalar içinde harikalar vardır. Mürid, şeyhinin harika hallerini nasıl müşahede etmesin ki?.. Zira şeyh, ölü kalbleri diriltip müşahedeye ve mükâşefeye ulaştırır. Avam halk arasında, cesedi diriltmek, büyük bir iş ise.. havas kullar arasında dahi, kalbi ve ruhî olan ihyâ yüksek bir kuruluş gibi, açık burhandır (açık delildir). Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Risale-i Kudsiye'de Hace Muhammed Parisa şöyle yazdı: – Cesedi ihyâ, insanların pek çoğu katında muteber olunca, ehlullah ondan i'raz edip ruhî ihya ile meşgul oldular; ölü kalbi diriltmeye yöneldiler. Gerçek olan şu ki: Kalbi ve ruhî ihyaya nisbetle cesedi ihya, yolda bırakılan bir şey gibidir; ona nazaran abes cinsine dâhildir. Zira bu cesedi olan ihyâ, sayılı günlerin hayat sebebidir; amma öbürü, daimî hayata vesiledir. Hatta biz şöyle deriz: – Hakikatta ehlullahın varlığı, kerametlerden bir keramettir; onların varlığı dahi, Allah-ü Teâla'nın rahmetlerinden bir rahmettir. Onların ölü kalbleri diriltmesi ise.. büyük âyetlerden bir âyettir. Onlar, yer ehlinin emânıdır (emniyetidir). Günlerin, onlara ganimetleridir. Yağmur onlar hürmetine yağar; rızıklar onlar hürmetine gelir.. Onların şanında şu cümleler varid olmuştur: – Sözleri devâdır, nazarları şifâdır. Onlar öyle bir topluluktur ki, onlarla oturan şâki olamaz; onlarla ünsiyet eden kaybetmez.. O alâmet ki, bu taifeden (evliyadan) haklıyı batıldan ayırd eder o da şudur: Bir şahsın şeriat üzerine istikameti var ise.. onun meclisinde, kalb için Sübhan Hakka meyil ve teveccüh hâsıl olur ise.. onun masivasına karşı da soğukluk meydana gelir ise.. işbu şahıs, haklı bir şahıstır. Değişik derecelere göre de evliyadan sayılmak hakkıdır. Üstte anlatılan mana, münâsebet erbabına (uygun kimselere) göredir; o kimse ki, münâsebetsizdir; katıksız mutlak mahrumdur. Bir şiir:
Bir kimsenin ki, hidayet meyli içinden
gelmez; *** Mektuba, bir parça Sultan-ı Vakitten de alınmıştır. Hoş yaratılışından, Yüce Allah'ın talebi anlatılmış. Adâlete ve şeriat hükümlerine tutunma babında da bir işaret vaki olmuş. Bunları mütalaa etmek de, çokça ferah ve zevk verdi. Sübhan Hak, âlemi, zaman sultanının adalet nuru ile nurlandırdığı gibi; Şeriat-ı Muhammediye'ye yardım edip Millet-i Mustafaviyeyi de onun iyi ihtimamı ile aziz kılar. Ey Muhib. – Şeriat kılıç altındadır.. Hükmüne göre; şeriat-ı garranın revâcı, salâtin-i izâmın (azim, büyük sultanların) iyi ihtimamlarına bağlıdır. Anlatılan mana (şeriat-ı garranın revâcı), uzun bir süredir, üzerine zaaf düşen bir şey oldu, Îslâm dahi, zarurî olarak zaafa uğradı. Hind kâfirleri, hiç sakınmadan mescidleri yıkmaya başladılar; onların yerine de kendi tapınaklarını yapmaya koyuldular. Taniser'deki Kerkit Havzı'nın içinde bir mescid, bir de büyüklerden birinin kabri vardı. Onu yıkıp yerine büyük bir kilise yaptılar. Üstte anlatılandan başka, kâfirler, küfür merasimini alenen diledikleri gibi icrâ etmektedirler. Halbuki Müslümanlar, İslâm hükümlerini icrâ etmekten yana aciz bulunmaktadırlar. Hanud, kendi günleri olan KÂDİS'te (K A D İ S : Müstakimzade, tercümesinde bu tabiri: — M a h u d otuz günleri.. diye almıştır) yemeyi ve içmeyi bırakmaktadırlar. Hiç bir şey pişirmemeye ve Müslümanlardan hiç kimsenin, Müslüman beldelerinin çarşılarında bir ekmek satamamasına ihtimam göstermektedirler. Halbuki onlar, mübarek ramazan ayında alenen ekmek pişirmekte ve satmaktadırlar, İslâmî zaafından ötürü, hiç kimse de buna engel olmaya güç yetirememektedir. Teessüfler olsun, bunun için yüz bin defa teessüfler olsun.. Vaktin sultanı bizdendir; halbuki biz fakirler bu zaaf ve bu perişanlık içindeyiz. *** Devlet erbabının ikramı ile Îslâm güçlenmiştir. Onların İslâm'ı izazı (âziz tutması) ile de, kuvvetlenmiştir. Bu büyüklerin takviyesi ile ulema ve sofiye aziz ve muhterem bilinmektedirler; şeriatın tervicine de çalışıyorlar. Duyduğuma göre, bir gün merhum Emir Timur Buhara sokaklarının birinden geçiyormuş. Hace Nakşibend Hanigâhı (merkezi tekkesi) dervişleri Hace Hanigâhının sergilerini silkeliyorlarmış. Emir, İslâmî neş'esinin güzelliğinden olacak; orada durup Hanigâhtan gelen tozları kendisi için anber bilmiştir. Tâ ki: Dervişlerin feyiz bereketlerine nâil ola.. İhtimal ki o: Bu tevâzu ve bu inkisar ile (kırık gönülle) son nefesini iyi bitirmiştir. Nitekim Hâce Nakşibend Hz. nin şöyle dediği nakledilmiştir: – Timur imân sahibi olarak öldü.. Hatiplerin, cuma hutbelerini okurken; bir alt dereceye inmelerinin manasını bilir misin?. Böyle etmek, Resûlullah S.A. efendimize ve Hulefa-i Raşidin'e r.a. karşı, selatin-i izâmın tevazuudur. Bunlar, din büyükleri ile kendi isimlerinin aynı derecede okunmasına izin vermediler. Allah-ü Teâla, onların sâyini meşkûr (gayretlerini, emeklerini şükre layık) eylesin.. *** BİR İLAVEDİR Ey Kardeş, Secde, alnı yere koymaktan ibarettir. Son derecede, tezellülü ve inkisarı tazammun etmekte (içine almakta) ve tam manası ile tevazuu ve iftikârı şümulüne almaktadır (tevâzuyu ve muhtaçlığı kapsamaktadır). Üstte anlatılan mana icabı olarak, tevazuun bu kısmı, Vacib'ül-Vücud Yüce Sultan Zat'ın ibadetine mahsus kılındı. Böyle bir şeyi, Yüce Hakkın gayrı için, câiz görmemişlerdir. Bu manada şöyle anlatıldı: – Resûlullah S.A. efendimiz, bir gün yolda yürüyordu. Bir arabî gelip kendilerinden mucize talebinde bulundu. Ta ki: İmana gele.. Bunun üzerine Resûlullah S.A. efendimiz ona şu emri verdi: – «Git, şu ağaca, Resulullah'ın kendisini taleb ettiğini söyle..» Gitti, söyledi. Ağaç dahi, harekete geldi, yerinden çıktı ve geldi.. Resûlullah S.A. efendimizin yanında durdu. O arabî bu hali müşahede ettikten sonra. İslâm dinine girdi. Sonra şöyle dedi: – Ya Resulallah, bana izin ver; sana secde edeyim.. Bunun üzerine, Resûlullah S.A. efendimiz şöyle buyurdu: – «Allah-ü Teâla'dan başkasına secde etmek câiz değildir. Eğer bir kimseye, bir kimse için secde etmesini emredecek olsaydım: kadına, kocası için secde etmesini emrederdim.» Fakihlerden bazıları, her ne kadar devlet büyüklerine saygı secdesi cevâzı için fetva vermişler ise de.. devlet büyüklerinin haline lâyık olan odur ki: Bu işte, Hazret-i Hak için tevâzu göstereler. Son derecedeki tezellül (kendini hor ve hakir bilme) ve inkisar için, Yüce Hakkın gayrına yapılması cevâzını vermeyeler. Zira Allah-ü Teâla, âlemi onlara müsahhar kıldı (boyun eğdirdi, emir ve itaati altına verdi); onları kendilerine muhtaç, eyledi. Yerinde olur ki: Bu büyük nimetin şükrünü edâ edeler. Tam âczden ve inkisardan gelen bu gibi tevâzuyu, Yüce Hakkın mukaddes zatına tahsis edeler. Bu işte, onunla ortaklığa cevâz vermeyeler. Her ne kadar, bir cemaat bu manaya cevâz vermişlerse de, onların güzel tevâzuuna uyan, bu cevâzı vermemeleridir. Bir âyet-i kerime meali: – «İyiliğin mükâfatı, iyilikten başka mıdır?.» (55/60) Sultan-ı Vakit, uzak memleketlerinden gelip darü'l-hilâfeye (hilafet merkezine)inmiştir. İhtimal ki, bu Fakir'in kendisini yakında darü'l-hilâfeye inşaallah kavuşturacaktır. Kalanı karşılaşma zamanı anlatılacaktır. *** Hüdâ'ya ittibâ edip Mutâbaat-ı Mustafa’ya iltizâm edenlere selâm.. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar..
|