MEVZUU:

a) Halk ve emir âleminden her bir latifenin bir zahiri, bir de batını olduğunun beyanı. Bu batının dahi, irfan sahibinin kayyumu olan isme katılması..

b) İrfan sahibinin, kalbe nüzul vaktinde zahir ve batın olarak kulları davete müteveccih olduğu.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Hace Haşim Bedahşi Keşmiri'ye yazmıştır.

***

Halk ve emir âlemi, marifeti tam olan irfan sahibi içindir. Onun has yüzü olan kayyum ismine nisbetle, her ne kadar her ikisi de zahire ve surete dâhil olsalar da, gerçek manada, onun hakikati ve batınıdır. Nitekim bir mektupta bunun tahkiki yapılmıştır. Amma, yüce Sultan Allah'ın fazlı ile bu zahiri ve sureti mülahaza ettiğimiz zaman; orada bize zahir ve batın, suret ve hakikat açığa çıkar. Bir cemaatın sandığı gibi, ne halk âleminin tamamını zahir olarak buluruz; ne de emir âlemini batın. Latifelerden her bir latifede, yani emir ve halk âleminden bir suret, bir de hakikat vardır. Toprak unsurunda dahi, onun için hem zahir vardır; hem de batın. Aynı şekilde ahfanın dahi, bir zahiri bir de batını vardır. Bu batının dahi, halk âlemi ile taalluku vardır. Emir âlemi dahi, o gün salih ameller sebebi ile hatta sırf Allah'ın fazlı ile bu batına katılır. O batın dahi, parça parça kayyum ismine bağlanır. O derecede ki, bu batından yana hiçbir eser kalmaz.

Her şey ki, sırf zahirden başkasıdır; o gizliliğe geçer.

Bu batının, kayyum ismine katılması şu demeye gelmez:

– Bu batın, o isimde olur; onunla ittihad eder.

Zira böyle bir manaya kail olmak, ilhaddır. Kâinat hadiseleri ile zatında, sıfatında, isimlerinde bir değişiklik olmayan zat yüce Sübhandır.

Elbette şu manaya olması gerekir:

– Bu batın için, o isme bir nisbet hâsıl olur. Amma keyfiyeti meçhul bir nisbet. Bu nisbet dahi, hulul ve ittihad vehmini verir. Amma, hakikatta ne hulul vardır; ne de ittihad. Zira böyle bir şeyin olması; imkân hakikatının, Yüce Mukaddes Vücub hakikatına kalb olması (dönüşmesi) demektir. Yani imkânın vacib olması. Halbuki böyle bir şey, aklen muhal olup şeriatta dahi zındıklık sayılır.

Baki kalan o sırf zâhir, eğer şahadet âleminden ise, müşahede edilip görülür. Amma, batın rengine girmiş olarak.. eğer batın ise.. şühud ve idrak kavramı dışındadır; gaybe katılmıştır; onun rengini almıştır.

Keyfiyeti belli olan bir şey, keyfiyeti belli olmayandan bir renk almadıkça; keyfiyeti belli idrak kavramından çıkmadıkça, yükünü de şahadetten gaybe almadıkça; hakiki manada keyfiyeti belli olmayan manadan bir nasibe nail olamaz ve gaybin gaybine de muttali olamaz.

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,

Batından ayrı durup hali üzere baki kalan bu zahirin yüzü tamamen halkadır. Şer'i olan taat ve ibadetler dahi ona bağlıdır. Davet ve tekmil muamelesi dahi ona kalmıştır.

İmkâna bağlı mertebelere ve vücuba bağlı makamlara taalluku olsun veya olmasın bir şey değişmez; bu tekmil sahibi arifin batını dahi zahire dönüktür.

Her ne şeye ki, zahir teveccüh eder; batın dahi tekmil, terbiye ve ibadetin itmamı (tamamlanması) için o cihete teveccüh eder. Zira burası, amel evidir ve davet yeridir. Şühudun ve müşahedenin hakikati ise, ancak ahirette olacaktır. Keşif ve muayene önümüzdedir.

Yüce Sultan Mabud Zat'a ibadet etmek, yani bu yerde.. onun varlığına dalgın olmaktan daha faziletlidir. Muhabbetten neşet eden matlubu intizar etmek, matlubda yok olup gitmekten hayırlıdır.

Anlatılan üstteki manayı, sekir (mânevi sarhoşluk) erbabı ister tasdik etsin; isterse etmesin.

Tekmil sahibi arif zat için hâsıl olan zahir ve batının halk tarafına teveccühü, vakti belli ecel gelinceye kadardır. Bu dahi, davetin müntehasıdır (sonudur).

Ecel vakti geldiği zaman, ölüm köprüsüne çıkar, mahbubun visal konağına ayağını basar. Ağyar sıkışıklığı olmadan, vasl ve ittisal (kavuşma ve birleşme) devleti ile müşerref olur.

Bir şiir:

Kutlu olsun erbab-ı nimete erdikleri;

Miskin aşıka yeter kadehle içtikleri...

***

– "Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Zira sen, her şeye kadirsin." (66/8)

Salât, selâm, tahiyyat, bereket Allah'ın halkının hayırlısına ve onun keremli kardeşlerine; âl ve ashâb-ı izamına.. Taa, kıyamete kadar..