MEVZUU: Resulullah (sav) Efendimizi, maraz-ı mevtinde, bazı şeyler yazması için istediği kâğıdın verilmesine Hazret-i Ömer'in (ra) engel olmasının halli. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Hâce Ebül-Hasan Baha Bedahşi Keşmiri'ye yazmıştır. *** Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm... Sual şudur: Peygamberlerin ve peygamberliğin sonuncusu Resulullah ﷺ Efendimiz, maraz-ı vefât hastalığında, kâğıt taleb edip şöyle buyurmuştur: – "Bana kâğıt getirin; size bir mektup yazayım ki; benden sonra dalâlete düşmeyesiniz." Hazret-i Faruk Ömer dahi, ashâbdan bir cemaatle beraber, kâğıt getirilmesine, engel olup demiştir ki: – Allah’ın kitabı bize yeter... Daha sonra, bir yanılma olup olmadığı babında o emri yeniden anlamak istemiş ve "sorun bakalım, peygamberimiz bu sözü hastalığının etkisiyle kendinden geçerek mi söylemiştir?" Halbuki Resulullah ﷺ Efendimiz, her ne söylemiş ise, onu vahiy ile söylemiştir. Nitekim bu, şu âyet-i kerime ile sabittir: – "O boşa konuşmaz; söylediği ancak, kendisine gelen vahiyledir." (53/3-4) Vahye engel olup reddetmek ise, küfürdür. Nitekim bu mânâda Allahu Teâlâ, şöyle buyurdu: – "Her kim, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise... onlar kâfirlerdir." (5/44) Bundan başka, Resulullah ﷺ Efendimizin, sayıklama veya hezeyena kapılması gibi bir mânâya cevaz vermek de şer'i hükümlere güveni kaldırmak olur ki, küfürdür, ilhaddır, zındıklıktır. O halde yukarıda anlatılan bu kuvvetli şüphelerin halli nasıl olur? Allahu Teâlâ, seni irşad eylesin. Doğru yola ulaştırsın. Bilesin ki, Bu ve benzeri şüpheler ki, bir cemaat bunları, üç halifeye ve diğer sahabelere vardırmaktadırlar; bu gibi şekli şeylerle gâyeleri, onları reddetmektir. Eğer bu cemaat, insafa gelip de; Hayr'ül-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbet (O'nunla beraberlik) şerefini kabul etselerdi; onların nefislerinin O'nun sohbetinde heva ve hevesten temizlenmiş, gönüllerinin kinden ve hasetten arınmış olduğunu bilselerdi; yine bilselerdi ki onlar, din ve İslâm büyükleridir, İslâm kelimesini yüceltmek için bütün güçlerini harcamışlar, dinin kuvvetlenmesi ve Seyyidü'l-enam Resulullah'a yardım için geceli gündüzlü, gizli aşikâr mallarını sarf etmişler; Resulullah ﷺ Efendimizin muhabbeti için aşiretlerini, kabilelerini, çocuklarını, zevcelerini, vatanlarını, meskenlerini, su kaynaklarını, ziraatlarını, ağaçlarını, ırmaklarını terk etmişler; Resulullah'ın ﷺ nefsini kendi nefislerine tercih etmişler; Resulullah'ın ﷺ muhabbetini dahi nefislerine olan muhabbetten, çocuklarına ve mallarına olan muhabbetten üstün tutmuşlar; yine vahyin ve meleğin gelişine şahit olmuşlar; mucizeleri ve harika işleri görmüşler; böylelikle de gaybleri şahadet, ilimleri de görme (ayn) olmuş; yine onlar bilselerdi ki, Allahu Teâlâ, Kur'an-ı Mecid'inde onları: – "Allah onlardan râzı, onlar da Allah'tan râzı..." (5/119) – "Bu dahi, onların İncil'de ve Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır." (48/29) mânâları ile anlatmıştır; böyle yanlış düşünmezlerdi. Bu kerametlerde ki, bütün ashâb müşterektir; din büyükleri olan Hulefa-i Raşidin hakkında neler zahir olmaz ki?.. Hazret-i Faruk öyle bir zattır ki; onun şânında: – "Ey Nebi, Allah sana ve müminlerden sana tâbi olanlara yeter. (veya; sana Allah ve müminlerden sana tâbi olanlar yeter)" (8/64) buyurdu. İbn-i Abbas (r.a) dedi ki: – Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ömer'in (r.a) İslam’a girmesi üzerine nâzil oldu. Yukarıda anlatılanlar dinlenip insaf nazarı hâsıl olduktan, Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbet (arkadaşlık) şerefi de kabul edildikten sonra onun ashâb-ı kiramının da üstün şânı ve yüksek dereceleri bilindikten sonra, itiraz edenler ve şübhe edenler, bu gibi şüphelerini, yanıltıcı ve safsata süslemelerle düşünüp, ashâbın itibarını düşürmek isterler. Bu şüphelerde yanıltma ve safsataya müracaat etmemiş olsalar dahi; en azından kısa ve öz olarak anlamaları gerekir ki, bu şek ve şüphelerin neticesi hiçbir şeye yaramayacaktır. Hatta bu şüpheler İslâmi zaruretlerle ve açık delillerle çarpışmaktadır. Kur'an ve peygamberimizin sünnet-i ile de reddedilmiştir. Durum yukarıda ayrıntılı olarak anlatılmış olmasına rağmen; bu şüphelerin sebebi ve giderilmesi konusunda, Allah'ın inâyeti ile birkaç mukaddime yazacağız. Dinle... Bu meselenin tam olarak halli, birtakım mukaddimeler üzerine yapılmıştır. Her mukaddime de kendi başına ayrı bir cevap mahiyetindedir. Birinci Mukaddime Resulullah ﷺ Efendimizin bütün konuşmaları, söylemleri vahiy gereği ve âyet değildi. – "O, kendi hevasından söylemez..." (53/3) meâline gelen âyet-i kerime, Kur'an'a mahsus konuşmalarına aittir. Nitekim müfessirlerin de kâil olduğu mânâ budur. Eğer onun bütün konuşmaları bir vahiy gereği olmuş olsaydı; şânı yüce Hak katından Resulullah ﷺ Efendimizin bazı konuşmalarına hiç itiraz varid olmazdı. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Mesela şu âyet-i kerimedeki affetme kelimesinin bir mânâsı olmazdı: – "Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?" (9/43) Allahu Teâlâ, bu hitabı peygamberine yapmıştır. Allahu Teâlâ O'na salât ve selâm eylesin... İkinci Mukaddime Resulullah ﷺ Efendimiz ile akla dayalı işlerde, ictihada kalan hükümlerde; ashâb-ı kiramın söz alış verişi yapmalarının yeri vardır. Bu da, şu âyet-i kerimelerin mucibine göre olmaktadır: – "İbret alınız, ey basiret sahipleri..." (59/2) – "İşi, onlarla müşavere et." (3/159) Böylece, onların bu işlerde red ve değiştirme müsaadesi vardır. Çün ki istişare etme ve ibret alma, red ve değiştirme olmadan düşünülemez. Bedir esirlerinin öldürülmesi hususunda görüş farklılığı olmuştu. Onlardan fidye alınması veya öldürülmeleri üzerine değişik görüşler ileri sürüldü. Hazret-i Ömer'in hükmü onların öldürülmeleri üzerine idi. Gelen vahiy de Hazret-i Ömer'in görüşüne uygun oldu. Fidye alınması karşılığında serbest bırakılmaları konusunda da tehdit nâzil oldu. Bunun üzerine Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Eğer azab nazil olsaydı; Ömer'den ve Saad b.Muâz'dan başkası kurtulamazdı." Zira Saad b.Muâz da, Hz. Ömer gibi esirlerin öldürülmesine işaret etmişti. Üçüncü Mukaddime Resulullah ﷺ Efendimiz için, yanılma ve unutma câizdir; hatta vâki olmuştur da... Allahu Teâlâ, O'na salât ve selâm eylesin... Bu, Zülyedeyn (iki elli) lakaplı bir sahâbe yolu ile gelen hadis-i şeriften anlaşılmaktadır. Şöyle olmuştu: Resulullah ﷺ Efendimiz, dört rekâtlı farzın birinde, ikinci rekâtı kıldıktan sonra selâm verdi. Bunun üzerine, Zülyedeyn Resulullah ﷺ Efendimize şöyle sordu: – Ya Resulallah, namazı kısalttın mı, yoksa unuttun mu? Zülyedeyn'in işaretinin doğru olduğu anlaşılınca, Resulullah ﷺ Efendimiz kalktı; iki rekât daha kıldıktan sonra, sehiv secdesi yaptı. Sıhhat ve rahatlık halinde iken insanlık icâbı yanılma ve unutma mümkün olduğuna göre; Resulullah ﷺ Efendimizden, vefât hastalığı sırasında, kendisini ölüm sıkıntısı kapladığında kasıtsız ve elinde olmayarak birtakım sözler söylemesi, neden câiz olmasın? Şer'i hükümlere olan güven neden kalksın? Allahu Teâlâ O'na salât ve selâm eylesin. Kaldı ki, Sübhan Hak, Resulullah ﷺ Efendimizi, yanılması veya unutması durumunda kesin vahiy ile uyarmış ve doğruyu yanlıştan ayırmıştır. Zira Resulullah ﷺ Efendimizin hata üzerine kesin karar kılması câiz değildir. Çün ki böyle bir şey, şer'i hükümlere olan güveni kaldırır. Böylece sabit oldu ki, güvenin kalkmasına sebep, yanılmanın ve unutmanın kendisi değildir; güvenin kalkmasına sebep, onlarda kesin karar vermiş olmaktır. Yanılma ve unutma üzere kararlı olmak ise câiz değildir. Dördüncü Mukaddime Hazret-i Faruk Ömer, hatta kalan üç halife cennetle müjdelidirler. Bilhassa, Kur'an ve hadislerle onların cennetlik oldukları müjdesi varid olmuştur. Hatta şöyle demek de mümkündür: – Sağlam rivâyetlerin çokluğundan dolayı bu durum, meşhur, hatta manevi tevatür derecesine ulaşmıştır. [Mütevâtir haber, lafzî ve mânevî olmak üzere ikiye ayrılır. "Lafzî mütevâtir" bilginin aynı lafızlarla, "mânevî mütevâtir" ise aynı anlamın farklı lafızlarla nakledilmesini ifade eder.] Bunları inkâr etmek ya cehâletten yahut inattan ileri gelir. Sahih ve hasen derecesindeki hadis ravileri, ehl-i sünnettir, rivâyetlerini tabiine ve sahabeye dayandırmışlardır. Muhalif fırkaların râvilerinin hepsi bir araya gelecek olsa, sayıları ehl-i sünnetin râvilerinin onda birine ulaşır mı, ulaşmaz mı bilinmez? Nitekim bu husus, derinlemesine araştırıp tetkik etmiş olan insaf sahiplerine gizli değildir. Ehl-i sünnet ulemasının kitapları, bu büyüklerin cennetle müjdelenmiş olduklarını anlatan rivâyetlerle doludur. Bazı muhalif fırkalara mahsus kitaplarda bu rivâyetlerin bulunmayışında ne gam olur? Zira müjdeleri beyan eden rivâyetlerin olmayışı, müjdenin olmayışına delâlet etmez. Kur'an-ı Mecid'de hem de pek çok âyet-i kerimelerle bu büyüklerin cennetle müjdeli oldukları sabittir. Bu âyet-i kerimelerden bazıları şöyledir: – "İslâm’da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile güzellikle onlara tâbi olanlar var ya... Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. İçinde ebedi kalmak üzere, Allah bunlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte, bu en büyük nâiliyettir..." (9/100) – "Aranızda, fetihten evvel Allah yolunda mal harcayan ve mukatele eden (savaşan) başkaları ile aynı seviyede olamaz. Bunlar sonradan Allah yolunda mal harcayıp mukatele edenlere (savaşanlara) bakarak, daha büyük dereceye sahiptir. Allah, onların her birine cenneti vaad etti. Allah muhakkak yaptıklarınızdan haberdardır." (57/10) Fetihten evvel ve fetihten sonra, Allah yolunda hicret edip, mal harcayan ve savaşan ashâbın tümü ki, cennetle müjdelenmiştir; mal harcamakta ve Allah yolunda savaşmakta pek ileri olan ashâbın ileri gelenleri için ne diyebiliriz? Ne demeye gücümüz yeter? Onların en büyüklerinin derecelerinin ne olduğunu nasıl idrak edebiliriz? Üstte anlatılan ikinci âyet-i kerime için, tefsir ehli dedi ki: – Bu âyet-i kerime Hazret-i Ebu Bekir Sıddık için nâzil olmuştur. Zira o, Allah yolunda mal harcamakta ve savaşmakta, en ileridir. Bir başka âyet-i kerimede ise, Allahu Teâlâ şöyle buyurdu: – "Allahu Teâlâ, ağacın altında seninle biât eden (bağlılık sözü veren) müminlerden râzı olmuştur. Kalblerindekini bilerek, üzerlerine kuvve-i maneviye indirmiş ve onları yakın bir fetih ve alacakları birçok ganimetlerle mükâfatlandırmıştır. Allah mutlak galiptir; yegâne hüküm ve hikmet sahibidir..." (48/18-19) Muhyi's-sünne (sünneti ihyâ eden) lakaplı İmam-ı Begavi "Meâlimü't-Tenzil" adlı eserinde, Cabir'den (r.a) naklen Resulullah ﷺ Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı: – "Ağacın altında biât edenlerden hiç kimse, cehenneme girmeyecektir." Anlatılan biâta: – Biât-ı Rıdvan adı verilir. Şunun için ki: Sübhan Allah o cemaattan o biâtta râzı olmuştur. [Bey'atürrıdvân: Râzı olunanların bağlılık yemini] Hiç şüphe edilmeye ki, Kur'an ve hadis ile cennetle müjdelenen bir kimseyi tekfir etmek (kâfirdir demek) küfürdür; çirkinliklerin de en büyüğüdür. Beşinci Mukaddime Kâğıt getirilmesini Hazret-i Faruk Ömer'in durdurması, red ve inkâr şeklinde değildir. Böyle bir suçlamadan Allah'a sığınmak gerek. En büyük ahlâka sahip olan Resulullah ﷺ Efendimizin vezirlerinden, O'nun nedimelerinden böyle edep dışı bir hareket nasıl sudur edebilir? Allahu Teâlâ, O'na salât ve selâm eylesin. O kadar ki, böyle bir davranış, Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin bir veya iki defa sohbeti ile müşerref olmuş, ashâbın en alt derecesinde bulunan bir sahâbeden dahi vâki olmaz. Hatta böyle bir reddin, İslâm devleti ile saadete eren avam mü'minlerden gelmesi dahi düşünülemez. Durum böyle olunca, vezirlerin ve nedimlerin en büyüklerinden, muhacir ve ensarın en ulularından böyle bir tavır nasıl beklenebilir? Allahu Teâlâ, onlara insaf versin ki, din büyüklerine karşı kötü zanda bulunmasınlar; anlamadan her bir cümle ve kelime ile onları sorgulamaya, itham etmeye kalkışmasınlar. Nitekim, Hazret-i Ömer'in anlayıp sormak istemesi ve bunun için: – "Hele anlayınız", demesinin anlamı şudur:
Yani Hz. Ömer, (r.a) eğer Peygamberimiz
gerçekten bir kâğıt getirilmesini istiyorsa kâğıt getirilsin; ama bunu gerçekten
istemiyorsa böylesine hassas bir anda kendisini rahatsız etmeyelim, demek
istemiştir.
Hüküm çıkarma salahiyetine sahip olan
kimseler vahyin indiği sırada Peygamberimizin huzurunda dahi hüküm
çıkarabiliyorlarsa, Resûlullah'ın ahirete göçmesinden ve vahyin kesilmesinden
sonra da ilim ehli bunu yapabilir. Peygamberimiz bu konuda ısrarlı davranmayıp
işin arkasında durmadığına göre bu kağıt istemesi vahye dayalı değildir. – "Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz, seni hamd ile tesbih takdis ediyoruz." (2/30) Hz. Zekeriya (a.s) da, kendisine Yahya'nın müjdesi verildiği zaman şöyle dedi: – "Rabbim, benim nerden çocuğum olacak? Bana ihtiyarlık geldi; kadınım dahi kısırdır." (3/40) Hz. Meryem de şöyle demiştir: – "Benim nasıl oğlum olur? Bana bir insan eli değmediği gibi iffetsiz biri de değilim." (19/20) Şu halde Hz. Ömer'in de Efendimizin kâğıt istemesi karşısında merakından ötürü bir an için duraksamasında ne gibi bir sıkıntı olabilir, bundan ne çıkar? Altıncı Mukaddime Hayr'ül-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin sohbeti ve onun ashâbına karşı iyi zanda bulunmak lâzımdır. Resulullah ﷺ Efendimizin asrını, asırların hayırlısı; Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbını de peygamberlerden sonra ademoğullarının en faziletlisi bilmek lâzımdır. Böyle bilmek lâzımdır ki; peygamberlerden sonra en faziletli cemaatın, en hayırlı asırda, batıl üzerine toplanmayacağı ve vefâtından sonra, Resulullah ﷺ Efendimizin yerine fâsık ve kâfir kimseleri oturtmamış olduklarına tam bir yakîn hâsıl olsun... Yukarıda şöyle dedim: – Ashâb, ademoğullarının enbiyâdan sonra en faziletlileridir. Çün ki bu ümmet hayırlı ümmettir; böyle olduğu da Kur'an'la sabittir. Sahâbe de bu ümmetin en faziletlileridir. Öyle ki, hiçbir veli, herhangi bir sahâbenin mertebesine yetişemez. Bu hususta biraz insaf yeterlidir. Ve anlamak gerekir ki; eğer kâğıt getirilmesine engel olmak, Hazret-i Faruk'un küfrünü gerektirmiş olsaydı, Kur'an hükmü ile ümmetlerin en hayırlısı olan bu ümmetin en hayırlısı olan Sıddık (r.a), O'nu halife tayin etmezdi. Allahu Teâlâ'nın Kur'an-ı Mecid'de övdüğü, kendilerinden râzı olup cennet vaadinde bulunduğu Ensar ve Muhacir (r.a) O'na biât etmezlerdi; Resulullah ﷺ Efendimizin makamında oturtmazlardı. Resulullah ﷺ Efendimizin arkadaşlığına ve onun ashâbına hüsn-ü zan hâsıl olduktan sonra, bu gibi şüphelerin sıkıntısından kurtulmak kolaylaşır. Bu gibi şüphelerin batıl olduğu anlaşılmış olur. Allah korusun, Resulullah ﷺ Efendimizin sohbetine ve onun ashâbına iyi zan hâsıl olmaz da; iş kötü zanna varır ise, zaruri olarak bu kötü zan, o arkadaşlığın sahibine gider. Hatta bu sahibin dahi Mevlâsına çıkar. Bu işin fenalığını iyice düşünüp tam mânâsı ile anlamak lâzımdır. Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbına saygılı olmayan, O'na imân etmiş sayılmaz. Çün ki Resulullah ﷺ Efendimiz şöyle buyurdu: – "Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğz eden de, bana buğz ettiği için buğz eder." Böylelikle, ashâbı sevmek, Resulullah ﷺ Efendimizi sevmeyi gerektirir. Ashâb-ı kirama buğz etmek ise, ona buğz etmeyi getirir. O'na ve âline salât ve selâm olsun. *** Buraya kadar anlatılan mukaddimeleri anlayıp bilince; bu şüphenin ve buna benzer şüphelerin cevabı kendiliğinden meydana çıkar. Hem de hiçbir zorlama olmadan. Hatta birçok cevap hâsıl olur. Zira, bu mukaddimelerden her biri için, şöyle demek mümkündür: – Onlar, kendi sınırlarını dahi aşan cevaplardan birer cevaptır... Nitekim, bu daha önce de anlatıldı. Bu mukaddimeler topluca, bu şüphe maddesini Allah'ın yardımı ile kesip atmıştır. O şüpheleri nazar-ı dikkate almaktan çıkarıp zanna ve tahmine bırakmıştır. Nitekim bu husus, insaflı zeki kimselere gizli değildir. Burada kullandığımız: – Zanna ve tahmine tabiri, söz gelişi söylenmiştir. Yoksa, o gibi tereddütlerin batıl olduğu açıktır. Bu şüphelerin batıl olduğu üzerine yazdığım mukaddimeler ise, ancak bir tembih kabilindendir. Fakir'e göre bu gibi tereddüt ve şüpheler, fen sahibi birinin san'atı gibidir. Ki o kimse, ahmak bir cemaat arasına girer. Onların hisleri ile de sabit olan (yani gözle gördükleri) bir taşı alır; birtakım uydurma delil ve mukaddimelerle onun altın olduğunu isbatlar. Bu ahmaklar da, bu uydurma mukaddimeleri def etmekten aciz, o delillerin de yanıltmacadan ibaret olduğunu tespit etmede noksan olduklarından dolayı şüpheye düşerler. Hatta o taşın altın olduğuna kesin olarak inanırlar. Kendi duyularını unuturlar, hatta duyularını suçlarlar. Bu durumda, akıllı olana düşen; hissettiklerinin (yani gördüklerinin) gerçek olduğuna zorunlu olarak inanmak ve vehme dayanlı mukaddimeleri de suçlamaktır. İşte, üzerinde durduğumuz mesele de üstte anlatılan gibidir. Her üç halifenin de, üstün şânları ve derecelerinin yüksekliği, hatta, Hayrü'l-beşer Resulullah ﷺ Efendimizin tüm ashâbının üstünlüğü, Kur'an ve hadis gereği hissedilmektedir, görülmektedir. Vehme -hayale- dayalı delillerle onlara kötü söz söyleyenlerin sözleri ve ayıplamaları; o taşla ilgili söylenenler ve o hususta yanıltma yapanlar gibidir. [Yani bunların hâli, taşı altın diye yutturmaya çalışanların hâline benzer.] – "Rabbimiz, bize hidâyet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Çünkü, sen hibesi en bol olansın." (3/8) *** Keşke bileydim; onları bu din büyüklerine sövmeye ve İslâm uluları hakkında kötü söylemeye götüren nedir? Halbuki, kâfirlerden ve fasıklardan birine bile sövmek, bir şahsa kötü söylemek şeriatta ibadet, kerâmet, fazilet ve kurtuluş sebebi sayılmamaktadır. O halde, bu dinin hidâyet erlerine ve İslâmın hâmilerine (koruyucularına) sövmek nasıl olur? Düşünülmelidir. Şeriatta varid olmadı ki, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi Resulullah'ın ﷺ düşmanlarına sövmek ibâdet ve kerâmet sayılsın. Elbette yerinde ve münasip olan; onlardan ve hallerinden yüz çevirmek; vakti boşa geçirmemek, malayâni ile meşgul olmamaktır. – "Onlar bir ümmetti; geçtiler. Onların kazandığı kendilerinedir; sizin kazandığınız da size. Onların işlediklerinden sorumlu değilsiniz." (2/141) Allahu Teâlâ, Resulullah ﷺ Efendimizin ashâbını Kur'an-ı Mecid'de şöyle anlattı: – "Onlar, kendi aralarında merhametlidirler..." (48/29) Bu durumda onlar hakkında düşmanlık ve iki yüzlülük zannına kapılmak Kur'an'ın kesin hükmüne aykırıdır. Yine, bu büyükler hakkında kin ve düşmanlık isbat etmeye kalkışmak, her iki gurubu da kötülemek demektir. Böyle bir kalkışma, her iki gurupdan da emniyeti kaldırır. Ashâbdan her iki zümreye de kötü söz söylenmesine sebebiyet verir. Böyle bir şeyden Allah'a sığınmak gerek. Böyle bir durumda: Peygamberlerden sonra insanların en faziletlileri, onların en şerlileri görülmüş olur. Asırların hayırlısı ise, asırların şerlisi olmuş olur. Bu anlamda, o asrın tüm ehli, düşmanlık ve kin ile vasıflandırılmış olur ki, böyle bir şeyi söylemeye hiçbir Müslüman cür'et edemez. Böyle bir şeye müsaade de etmez. Hazret-i Ali'nin hangi azâmet ve hangi celâleti var ki bunun için üç halife birden ona düşman olsunlar; ve Hazret-i Ali'de o üç hazrete karşı gizli düşmanlık beslesin. Böyle bir şey, her iki tarafı da kötülemektir. Allah onlardan râzı olsun. Acaba, neden onlar birbirleri ile sütle şeker gibi olmasınlar? Neden kendi varlıklarını birbirlerinde fâni görmesinler? Kaldı ki, hilâfet işi onlar arasında rağbet edilen ve aranan bir şey değildi ki; düşmanlığa ve kine sebep olsun... Nasıl üstte anlatıldığı gibi olmasın ki? Hazret-i Sıddık'tan (r.a) gelen: – "Beni kılıcınızla düzeltiniz" cümlesi meşhurdur. Hazret-i Faruk (r.a) da, şöyle demiştir: – "Hilâfeti alacak birini bulsam, onu bir dinara satarım..." Hazret-i Ali'nin de, Muaviye ile savaşı ve kavgası, hilâfete meyli ve ona rağbeti sebebi ile değildi. Bilakis, âsilerle (devlet başkanına karşı gelenlerle) savaşmanın farz olması ve onları def etmenin zorunlu olmasındandı. Allah onlardan râzı olsun. Bu mânâda, yüce Allah'ın emri şu idi: – "Saldıran tarafla savaşınız; taa, Allah'ın emrine dönünceye kadar." (49/9) Bu konuda söylenecek nihâyi söz şu ki: Hazret-i Ali ile muharebe edenler, azgın ve âsi kimseler değillerdi. Onlar tevil ehli ve görüşleri olan ictihad sahipleri idiler. Bu ictihadlarında, hatalı olsalar dahi, kötülenip ayıplanmaktan beridirler. Fasıklık ve küfürden uzaktırlar. Nitekim onlar hakkında Hazret-i Ali (r.a) şöyle dedi: – Kardeşlerimiz bize asi geldiler; ama ne kâfirdirler, ne de fasık. Zira onların tevil hakları vardır. [Te'vil: Bilinen anlamından başka bir mânâ ile yorumlama. Farklı bir görüşle yorumlama. Ayrı mânâ verme.] İmâm-ı Şafiî de, Ömer b. Abdulaziz'den naklen gelen bir cümleyi şöyle anlatmıştır: – "O, bir kandı, Allah ellerimizi ondan yana temiz tuttu; biz de dillerimizi ondan temiz tutalım." *** Duâ ve yakarış makâmında bir âyet-i kerime meâli: – "Rabbimiz, bizi ve imân ile daha önden bizi geçmiş olan din kardeşlerimizi bağışla. İmân edenler için, kalblerimizde bir kin bırakma. Rabbimiz, sen çok esirgeyen (şefkatli, acıyan) ve çok merhamet edensin." (59/10) Salât ve selâm mahlukatın efendisine, âilesine ve yüksek şeref sahibi arkadaşlarına (seyyidü'l-enama, âline ve ashâb-ı kiramına). Tâ, kıyamet gününe kadar.
|