MEVZUU: LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelime-i tayyibesinin manası.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Mir Muhibbüllah Mankpuri'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm...

– LA İLAHE İLLALLAH... kelime-i tayyibesinin manası şudur:

– Üluhiyete ve mabudiyete müstahak olan Allah'tan başka bir kimse yoktur. O, öyle bir zattır ki, naziri (Dengi, eşi, örneği,  benzeyeni) olmayan Vacibü'l-vücuddur (Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan). Noksanlık damgasından münezzehtir. Hüdus (sonradan meydana gelme) sıfatlarından da beridir.

İnkisarın (Kırıklık, kırılma. Allahü teâlânın huzûrunda kalbin kırık olması), huduun (Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü Teâlâya itâat), tezüllülün (Zillet, kendini aşağı tutmak. Tevâzûnun aşırı derecesi) kemalinden ibaret olan ibadete müstahak olan o zattır ki, bütün kemalât, kendisi için sabit olmuş; noksanların dahi tümü ondan atılmıştır. Vücudda ve vücudun tevabiinde bütün eşya, ona ihtiyaç duymaktadır. O ise, hiçbir işte, bir şeye muhtaç değildir.

Zararı da, faydayı da yaratan odur. Onun izni olmadan; hiçbir şey, hiçbir kimseye ne zarar verebilir, ne de faydalı olabilir.

Anlatılan sıfat-ı kâmile ile muttasıf olan, yalnız Allahu Teâlâ'dır. Ondan başkasının olması dahi lâyık değildir. Zira, o yüce Zat'tan başkası bu sıfat-ı kâmile ile artıksız eksiksiz tahakkuk etmiş olsa, Allahu Teâlâ'dan başkası olamaz. Zira, iki yabancı şeyin temayüzü gerekir. Burada ise, temayüz yoktur. Temayüz isbatı ile gayrı olanı isbat etmek dahi, noksanı olmak lâzım gelir. Eğer ondan noksanları atmaz olsak, yine noksan olmak gerek... Eşya ki, kendisine muhtaç olunmaz; neden dolayı ibadete müstahak olacaktır? Eğer o, işlerden birinde, eşyadan bir şeye muhtaç ise, ne şeyden ötürü, eşyanın ona ihtiyacı olacaktır? Onların kendisine ibadet etmelerine nasıl müstahak olacaktır.

Bir kimsenin, eşyaya zararı veya faydası ulaştığı farz veya takdir edilsin; amma onun izni olmadan. Yine ibadete müstahak olmaz ve muattal kalır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, bu sıfat-ı kâmileyi özünde toplayan ancak tek zattır; onun şeriki de yoktur, ibadete müstahak olan da ancak o Vahid Kahhar Zat'tır.

Burada, şöyle bir soru sorulabilir:

– Bu sıfatlarla temayüz (Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak), beyan edildiği üzere, noksanı getiren ve üluhiyete ve mabudiyete münafi ise de; mümkündür ki, o gayr olarak adlandırılan, bir başka sıfatları vardır ve imtiyazı doğurur; asla bir noksanı da gerektirmez, isterse, o sıfatların ne oldukları bilinmez olsun.

Bunun için şu cevabı veririm:

– Bu sıfatlar, ya kâmil sıfatlardandır; ya da noksan sıfatlardandır. Bundan başka olmaz. Her iki takdirde de, anlatılan mahzuru gerektirir, isterse o sıfatların özellikleri ile ne olduklarını bilmeyelim. Lâkin şunu biliyoruz ki, onlar, kemal ve noksan dairesinin dışında değildir. Her iki takdirde de noksan lâzım gelir. Nitekim daha önce de anlatıldı.

Şu da bir başka delildir. Yani Sübhan Hakkın gayrının mabudiyete müstahak olmadığı babında. Şöyle ki:

Allahu Teâlâ, eşyanın vücuduna ve vücudunun tevabiine ait zaruriyatın tümüne yeterli olduğu zaman; eşyanın faydası ve zaran dahi o Sübhan Zat'a bağlı olduğu zaman, onun gayrı katıksız bir şekilde muattal kalır. Hiçbir şekilde, eşya ihtiyacı ona düşmez. Mana böyle olmaz ise, ne cihetten ona ibadet ihtiyacı hasıl olsun? İnkisar, hudu ve zül ile eşya dahi neden ötürü ona yönelsin?

Şerli kâfirlere gelince, Sübhan Hakkın gayrına ibadet ederler. Yontma putları dahi, kendilerine tapılan şeyler eylerler. Şu kanaatla ki: Allah katında onlar, kendilerine şefaatçi olacaklar ve kendileri dahi onların tevessülü ile Allahu Teâlâ'ya yaklaşacaklar. Onların bu hamakatı ne çok!..

Onların şefaat mertebesi olduğunu nereden biliyorlar? Allahu Teâlâ'nın onlara şefaat izni verdiğini nasıl anlıyorlar? Yüce Hakkın ibadetine bir başkasını ortak etmek, hem de mücerred bir tevehhümle (hem de soyut bir evhamla), hizlanın ve hüsranın son kertesidir.

İbadet, öyle kolay bir iş değildir ki, her taşa ve cansız cemada yapıla... Her aciz, hatta tapan da aciz olan ibadete müstahak tasavvur edile... Çünkü uluhiyet manası tahakkuk etmeden, ibadet istihkakı tasavvur edilemez. Bir kimsede ki, uluhiyet salâhiyeti vardır; ibadete müstahaktır; bu salâhiyet yok ise, ibadet istihkakı da yoktur.

Uluhiyet salâhiyeti ise, vücudun vücubuna (varlığın mutlak gerekli oluşuna) bağlıdır. Bir kimsede ki, vücudun vücubu yoktur; uluhiyete lâyık olmadığı gibi, ibadete dahi müstahak olmaz.

O kimselerin sefahati ne kadar şiddetlidir ki, vücud vücubunda bir şeyi Allahu Teâlâ'ya ortak etmezler. Amma, onu Allahu Teâlâ'ya ibadette ortak ederler. Bunlar bilmezler mi ki, ibadet istihkakında vücud vücubu şarttır. O ki, vücud vücubunda ortak değildir; ibadet istihkakında dahi, Allahu Teâlâ'ya ortak olamaz. Zira, ibadet istihkakında ortaklık, vücud vücubunda dahi ortaklığı gerektirir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; yerindedir ta, anlatılan kelime-ı tayyibenin tekrarı ile, vücud vücubunun ortaklığı ve ibadet istihkakı ortaklığı nefyedile... Hatta bu Tarikat-ı Aliyye'de pek önemli, pek ihtiyaç duyulan bir şeydir ki, enbiyanın daveti ile hususiyet kazanan ibadet ortaklığı istihkakı nefyedile... Onlara salâtlar ve selâmlar olsun.

Çünkü muhalifler, enbiyadan bir nebinin şeriatına tutunmamışlardır. Bunlar, aklî delillerle vücud vücubunun ortaklığını nefyederler. Vacibü'l-vücud'dan başka birini de isbat eylemezler. Ne var ki onlar, ibadet istihkakı muamelesinden yana gafil bulunmaktadırlar. Bunun için de, başkasına ibadetten sakınmadıkları gibi, kiliseleri imar eylemekten de geri kalmazlar.

Enbiyaya gelince, öyle zatlardır ki, kiliseyi yıkarlar; başkasına ibadet etmekten dahi nehyederler. Bu büyüklerin dilinde o müşrik o kimsedir ki, Sübhan Hakkın gayrına kulluk esiri olmuştur. İsterse vücud vücubu ortaklığını nefyetsin.

Çünkü, o büyüklerin ihtimamı; amele taalluk eden Sübhan Hakkın gayrına ibadeti nefyetmektir. Bir de, vücud vücubu ortaklığını nefyi gerektiren muameledir.

Bir kimse, bu büyüklerin şeriatları ile tahakkuk etmedikçe; ki onların şeriatı Sübhan Hakkın gayrı için ibadet istihkakını nefyi (hakkı olmayı reddetmeyi) anlatmaktadır; şirkten halas bulamaz. Afaki ve enfüsi (Dışarıda ve içerideki) putlara tapma şirki bölümlerinden dahi necât (kurtuluş) bulamaz.

Anlatılan mânâyı tekeffül eden, enbiyanın şeriatlarıdır. Onlara salât, selâm ve tahiyyat olsun. Hatta onların bi'setinden (peygamber olarak gelişlerinden) maksat dahi, bu devletin tahsilidir.

Bu büyüklerin şeriatları dışında, anlatılan şirkten necat müyesser olmaz. Onların yoluna girmeden tevhid dahi mümkün değildir.

Allahu Teâlâ, şöyle buyurdu:

– "Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz." (4/48)

Bu ayet-i kerimede murad, ancak Sübhan Hakkın murad ettiğidir. Şöyle murad ettiği de muhtemeldir:

– Allah, şeriata iltizam etmeyenleri bağışlamaz.

Çünkü, şeriata iltizamın (Kendine lâzım kılmanın, lüzumlu görmenin) olmayışı, şirki gerektirir. Melzumu (lüzumluyu) zikretti; lâzımı da murad eyledi. Böyle olunca, tevehhüm edilen dahi atılmaktadır. Şöyle ki: Şirk bağışlanmadığı gibi, sair şer'i işlerin inkârı dahi bağışlanmaz. O zaman, şirke tahsisi ne olur? Bu durumda muhtemeldir ki:

– "... Kendisine şirk koşulmasını..." (4/48)

Mânâsı şudur:

– Kendisine küfreden...

Çünkü, şeriatları inkâr küfürdür; bağışlanmaz.

Küfürle şirk arasındaki bağlantı umumi ve hususi manadadır. Zira, şirk, mutlak küfürden has olandır. Böylece, has zikrini ederek, umumi mânâ muradı vaki oldu.

***

Üstte anlatılan manalara da bakılarak, bilinmesi yerinde olur ki, Sübhan Hakkın gayrına ibadet istihkakı olmadığı, bedihidir. (Delile ve isbata hacet kalmayacak kadar açıktır). Bedihi olmasa bile, en azından hadsi olur. (Delile ihtiyaç olmadan, bilinir ve hemen idrak edilir).

Zira, bir kimse uygun düştüğü biçimde ibadet manası anlarsa... Sübhan Hakkın gayrını hakkı olduğu gibi teemmül ederse, onun ibadete istihkakı olmadığı hükmünü hiç beklemeden verir.

Bu mananın açıklanması için yaptığım beyanat, bedihiyata (delil ve ispatı gerektirmeyecek ölçüde apaçık şeylere) tenbihat kabilindendir. Nakzın (yok saymanın, bozmanın), münakazanın (birbirine zıt anlamın) ve muarazanın (söz mücadelesinin, tartışmanın) bu mukaddimeler üzerine yeri yoktur.

Mutlak bir iman nuru gerektir ki, bu mukaddimeleri ferasetle idrak ede... Bedihiyat cinsinden çokları vardır ki; dar görüşlülere ve anlayışı kıt olanlara gizlidir.

Aynı şekilde, zahir marazına ve batın illetine müptelâ olanlara dahi, bedihiyatın gizli ve aşikâresi kapalıdır.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

– Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; tarikat meşayihinin ibaresinde şöyle vaki olmuştur:

– Maksudun her neyse, mabudun odur.

Bu ibarenin manası nedir? Doğruluktan yana neye hamledilir?

Bunun için verilecek cevabım şudur:

– Bir şahsın maksadı, o şahıs için teveccüh edilen şeydir. O şahıs, hayatta kaldığı süre, bu maksudun tahsilinden ne geri kalır; ne de oturur. Onun tahsili yolunda, kendisine her ne gibi zül ve inkisar isabet ederse, hepsine tahammül eder; kendisine kolay gelir ve onu hiç bırakmaz.

Anlatılan mânâ ibadette de geçerlidir. Zira, ibadet de tam bir zül ve inkisardır.

Bir şeyin maksud oluşu, aynı zamanda mabud oluşunu da gerektirir.

Sübhan Hakkın gayrı olanın mabudiyetten silinmesi, ancak şu zaman tahakkuk eder ki, maksud olarak, Sübhan Hakkın gayrı kalmaz. Ondan, başka bir murad dahi olmaz.

Anlatılan devletin tahsilinde salike gereken odur ki:

– LA İLAHE İLLALLAH... (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelimei-tayyibesinin manasını, şu unvanla mülahaza ede:

– LA MAKSUDE İLALLAH... (Allah'tan başka maksud yoktur)

Yerinde olur ki, bu mübarek kelime, gayn olan maksudun ismi resmi silininceye kadar tekrar edile... Yüce Hakkın gayrı dahi, murad olarak kalmaya... Böyle olunca, gayrın mabudiyetini nefyetmekte, doğru sözlü olur. Çokça ilâhlann nefyinde, çokça ilâhların ref'inde bu minval üzere haklı olur.

Gayrın maksudiyetini nefyederek, mabudiyetini nefye ulaşmak; daha önce de anlatıldığı gibi, imanın kemali sarımdandır. Nefsani heva ve ilâhlarının nefyine dayanan, velayete bağlı hal ehline göre durum budur.

Nefis, itminana varmadıkça, anlatılan mânâ vaki olmaz. Nefsin itminanı ise fenanın ve bekanın kemale ermesinden sonra tasavvur edilir.

Aklatılan mananın bir başka tevili de şeriat-ı garranın zahirinde vardır.

Söyle ki:

Şeriat, kolaylıktan ve suhuletten haber verir. Zaaf üzere yaratılan kullardan dahi zorluğu kaldırmaktadır. Bu durumda Allah korusun, bir kimse, başını şeriat bağından sıyırır ve maksudu olanı elde etme yolunda şeriat hududunu dahi tecavüz ederse, iş bu maksud onun mabudu ve ilâhı olur. O maksud anlatıldığı gibi olmasaydı; onu elde etme yolunda şeriatta yasak olan işleri irtikab etmezdi. O maksud dahi, şe; 'an yasak edilen bir şey olmazdı. O maksud, kendi maksatları arasında olmazdı; matlubu arasında dahi olmazdı. Elbette onun hakikatta, maksudu Sübhan Hak olurdu. Onun şer'i emri ve yasağı dahi matlubu olurdu. O şeyin maksud olmasına dahi, tabii meylinden başka bir şey olmazdı. Kendisi dahi, şeriat hükümlerinin mağlubu olurdu.

Gayrın maksudiyetini kesip atmak, şeriatın hakikatından matlubdur; imanın da kemal bulduğuna delâlet eder.

Sübhan Hakkın gayrının maksud olmasına cevaz verilecek olsa, çoğu kez onun maksudiyeti hevanın istilâ imdadı ve hevesin dahi ona muaveneti ile Sübhan Hakkın maksud oluşunda muarazaya tutuşur. Hatta çok kere, onun husulü, Sübhan Hakkın razı olduğu şeylerin husulüne tercih edilir. Sonunda iş, ebedi hüsrana varır.

İmanın kemale ermesinde, başkasının maksud oluşunu mutlaka nefyetmek gerek. Ta ki, iman zevalinden ve imandan dönüşten emin ve mahfuz oluna.

Evet, evliyadan bazısı, iradeyi ve ihtiyarı nefyettikten sonra; irade ve ihtiyar sahibi kılınır. Cüz'i iradenin, ondan selbinden sonra, kendisine külli irade ihsan olunur. . Bu mananın tahkiki, inşaallah bir başka mektupta yapılacaktır.

– "Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla... Çünkü sen her şeye kadirsin." (66/8)

Selâm, hidayete tabi olup Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve bütün peygamberlere salâtların en tamamı, selâmların ekmeli.