MEVZUU: a) Kula lâyık olan; kendi muradlarından tamamen çıkıp yüce Sübhan Hakkın muradı üzere bulunmasıdır. b) Zâti ve arızî hastalık beyanı, NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Molla Ali Keşmiri'ye yazmıştır. *** Kula yakışan odur ki, Aziz ve Celil Mevlâsından başka bir muradı ve matlubu olmaya; onun muradından başka muradı dahi asla kalmaya... Anlatıldığı gibi olmadığı takdirde kendisi, kulluk bağından başını sıyırmış; ayağını dahi kulluk kaydından çıkarmış olur. Kul, nefsinin muradlarına esir olur da onun hevâ ve hevesine aldanır ise, bu durum ile o, nefsinin kölesi olur ve lâin şeytanın itaatında kalır. Aziz Celil Zat'tan gayrı bir murad ve matlubun olmaması, O'nun muradından gayrı bir muradın bulunmayışı bir devlet olup hâsıl olması, has velayetin husulüne kalmıştır. Bu has velâyet ise, pek tamam olarak husule gelecek fenâya ve ekmel mânâda olacak bekâya bağlıdır. *** Yukarıda anlatılacak manalar üzerine şöyle bir soru sorulabilir: - Çok kere kâmil zatlardan muradlar ve bazı iktizâ eden şeylerin zuhuru olur. İlk büyüklerden dahi, çeşitli taleplerin husule gelme temennisi görülür. Resulullah (sav) Efendimiz ki İmam-ı Enbiya, Sultan-ı Evliya idi. Ona ve diğerlerine salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli olsun. Soğuk suyu ve tatlıyı severdi. Ümmetinin hidâyetini dahi şiddetle arzu ettiği Kur'an-ı Mecid'de beyan edilmiştir: Mana anlatıldığı gibi olunca, bu gibi iktiza eden şeylerin o büyüklerde bulunmasının tevili nedir? Bunun için şu cevabı veririm: – İktiza eden bazı şeylerin menşei tabiattır. Tabiat hayatı devam ettiği süre, o iktiza eden şeyler dahi baki kalır. Şöyle ki: İhtiyarî bir hareket olmadan tabiat, sıcak vaktinde soğuğa meyillidir. Soğukluk zamanı ise, sıcaklığı ister. Üstte anlatıldığı gibi olan iktiza, kulluğa münâfi olmadığı gibi; hevâ ve hevese taalluk sebebi dahi değildir. Zira, tabiatın zaruri işleri teklif dairesi dışındadır. Nefs-i emmareden gelen bir arzu dahi sayılmaz. Çünkü nefsin meyli ya fuzuli mubahlaradır; ya da şüpheli veya haram işleredir. O ki, zaruridir; onda nefsin medhali yoktur. Üstte anlatılan mânâdan zahir oldu ki, taallukun ve taavvukun (yani yersiz alâka ve oyalanmanın) menşei, fuzuli işlerle meşgul olmaktır. İsterse, mubah kısımlarından olsun... Zira mubahın haramla yakın komşuluk nisbeti vardır. Lâin şeytanın azdırması ile adımını o mubahtan kaldırdığı anda, harama basabilir. Bunun için, mubahla yetinip kalmak zaruridir. Zira, bundan adımını kaldırdığı takdirde, fuzuli mubahlara basar. Bu mânâ, fuzuli mubahlarda kalındığı gibi değildir; zira, onun haricine adım atan harama düşer. Bu mânâ yukarıda da anlatıldı. Bazı muradların zuhuru çok kere; bir şahsın kendi nefsinde hulusu (hâlisliği, hâlası) olmasına rağmen, hariçten bir sebeple de olabilir. Bu sebeb, Rahman Zat'ın vâizi olabilir ki, o şahsı hayra koşturur. Çünkü, Sübhan Hakkın, her mü'min kulun kalbinde bir vâizi vardır. Yahut şeytan o kimseye şer ve düşmanlık bırakır. Şeytanın vaadi üzerine şu ayet-i celile vardır: – "...vaad eder, olmayacak ümitlere kaptırır. Şeytanın onlara vaadi, ancak kandırmacadır." (4/120) Bu Fakir, bir gün, sabah namazından sonra, sükût yollu oturmuştum. Ki böyle etmek; bu Tarikat-ı Aliyye ehlinin âdetidir. Böyle edişim, kalede bulunduğum günlerde idi. Tam bu sırada, bazı temenniler hatıra hücum etti. Bu hücumların sebebi ile, halâvetten (zevkten, hoşluktan, tatlılıktan) alındım; bir gönül dağınıklığına düştüm. Sübhan Hakkın inayeti ile bir an sonra, tekrar gönül birliği eski haline geldi. O temennilerin dahi, hatırdan çıkıp gittiğini gördüm. Bir bulut parçası gibi idi. Onları bırakanla beraber kapıdan çıkıp gitti; hane onlardan temizlendi. O vakit bilindi ki, bu muradlar ancak hariçten gelmiştir; dahilden değildir ki, kulluğa münâfi olsun. *** Menşei nefs-i emmare olan her fesad; zati bir maraz olup öldürücü zehir durumundadır. Kulluk makamına dahi münafidir. Hangi fesat ki, hariçten hâsıl olmaktadır; isterse şeytanın ilkası ile olsun. Bu, arızî marazlardan olup ufak bir çare ile giderilir. Bu mânâda, Allahu Teâlâ, şöyle buyurdu: – "Şeytanın hilesi zayıf durumdadır." (4/76) Belâmız, ancak nefislerimiz olup, ruhlarımızın düşmanı ve kötü arkadaşımızdır. Harici düşman, onun yardımı ile bizi istilâ eder; onun yardımı ile bizi yerimizden atar. Eşya arasında, cehalet itibarı ile en şiddetlisi, nefs-i emmaredir. Zira, o kendi nefsinin düşmanı ve onun kötülüğünü istemektedir. Bütün gayreti kendisini helake götürmektir. Bütün temennisi, Mevlâsı ve velinimeti olan Rabbine masiyettir. Kendisinin düşmanı olan şeytana da itaattir. Şunun da bilinmesi yerinde olur ki; zatî ve arızî marazı temyiz edip dahili ve harici fesadı bilmek son derece zordur. Çok kere nakıs bir kimse, kendi marazını zatî değil, arızî sanarak kendisini kâmil zanneder. Böylece, ebedi hüsranda kalır. Bu korkudandır ki, bu sır hakkında yazmaya cesaret edemiyorum; bu mananın izharını dahi iyi görmüyorum. On yedi sene kadar şüphe içinde kaldım. Hem de, zatî fesadı arızi fesada karışık bularak. İş bu vakitte, Sübhan Hak, hakkı batıldan ayırd etti. Arızî fesatla zatî fesadı da açığa çıkardı. Bunun için, Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun. Hatta bütün nimetleri için... Bu gibi sırları izhar etmenin sebeplerinden biri, hikmetlerinden bir hikmet odur ki, kısa görüşlüleri ayıktırıp dikkat etmelerini temin ola ve bu gibi temennilerin varlığını haricî muradların bulunması sebebi ile kâmil zatı noksan görmeyeler. Sonra, onun bereketlerinden mahrum kalırlar. Nitekim, kâfirlerin enbiyayı tasdik devletinden mahrum kalmaları, anlatılan sıfatların onlarda bulunmasıdır. Bunun için dediler ki: – "Bir beşer mi bize hidayet edecek?" (64/6) Ve kâfir oldular. Şöyle bir cümle vardır: – Sübhan Hak, muradlar ve muktaziyat (arzular ve gerekler) kendisinden zevale erişinden sonra irfan sahibini bir irade ve ihtiyar sahibi kılar. Allah'ın inâyeti ile bu cümle bir başka yerde tafsilatı ile anlatılacaktır. Şu vakit, böyle bir şeye müsaid değildir. Hüdâya ittiba edenlere ve Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm. O'na ve âline salâtların en tamamı, selâmların ekmeli...
|