MEVZUU: Uhrevi rüyeti inkâr edenlerin şüphelerini atmak hakkındadır.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Mir Abdurrahman b. Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Rüyet meselesi, (yani ahirette yüce Allah'ı görmek) hakkında irad ettikleri itiraz, hatta rüyetin nefyi için ikame ettikleri delil şudur: Gözle görmek iktiza eder ki; görülen aynı hizada buluna ve görenin mukabilinde dura... Böyle bir şey ise, Vacib Teâlâ hakkında yoktur. Zira böyle bir şeyin olması ciheti gerektirir. Bu cihet ise; ihata, tahdid, nihayeti getirir. Böyle bir durum da, üluhiyete münafi olan noksanı gerektirir.

Halbuki yüce Allah, anlatılan mânâdan yana, tam bir yüceliğe sahiptir.

Üstte ileri sürülen itiraza cevap şudur:

Kemal üzere kudret sahibi olan yüce Sultan, iki parça içi boş, histen ve hareketten uzak damara; bu zayıf fani dünya hayatında, hiza ve mukabil durma şartı ile eşyayı görüp hissetme kuvvetini verdikten sonra, ahiretin kuvvetli ve baki hayatında o iki parça damara neden bir kuvvet vermesi mümkün olmasın ki; hizasız ve mukabelesiz olarak görülecek olanı o kuvvetle göre... Bu durumda o görülecek olanı ister bütün cihetlerde bulunsun; isterse hiçbir cihette bulunmasın. Bu işin uzak görülmesine sebep nedir ve muhal oluşu nereden gelir?

Zira, Fail-i Muhtar olan yüce Zat, iktidarın en yüce mertebesindedir. Bir istidadlı için kabul eder ki, görme ve hissetme manaları ona taalluk etsin.

Bu mânâda asıl söz şu ki:

Yüce Allah bazı yerlerde, yararlı olacakları dolayısı ile, hiza şartını ve cihet tayinini gözlerin görmesi için koyar. Ondan başka, bazı yerlerde ve zamanlarda ise, bu şartı itibardan düşer. Anlatılan şart olmadan da, gözlerin görmesi takarrür eder. Aralarında tam zıddiyetin, değişikliğin bulunmasına rağmen; o yeri bu yerle kıyas etmek insaftan uzaktır. Böyle bir iddia, mülk ve şehadet alemi keşiflerinde kısa görüşe sahip olmaktır. Melekût aleminin acaiplerini dahi inkârdır.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

– Sübhan Hak, görüleceğine göre; gerekir ki, gözle idrak edilip kavrana... Böyle bir şey ise, haddi ve nihayeti gerektirir.

Halbuki, Allahu Teâlâ, böyle bir mânâdan yana çok çok üstünlüğe sahiptir.

Bunun için şu cevabı veririm:

– Mümkündür ki; görüle... Fakat gözle idrak edilip kavranmaya... Bu mânâda, Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

– "Gözler onu idrak edemez; ama o, gözleri idrak eder. Lâtif Habir odur." (6/103)

Müminler, Sübhan Hakkı ahirette göreceklerdir. Vicdani bir yakinle de, o şanı yüce Zat'ı gördüklerini anlayacaklardır. Bu görmeye terettüb eden lezzeti dahi kemal üzere kendilerinde bulacaklardır. Lâkin, görülen onlar tarafından asla idrak edilmiş olmayacak, o mânâdan yana kendilerine kesin olarak bir şey hasıl olmayacak. Yalnız görmeyi bulmak ve onunla lezzet almak başka.

Bir şiir:

Rahat ol, hiç anka avlanır sanma;

Yoksa tuzaklar taşırsın daima...

Görülenin kavranıp idrak edilmesi manasında tevehhüm edilen rüyetteki noksan o yerde yoktur.

Cihetsiz olarak görmenin sübutu olduğu gibi, görene dahi bu rüyetten hasıl olan lezzet için ne noksan vardır; ne de kusur.

Hatta görülen yüce Zat'ın tam in'amından ve ihsanındandır ki, muhabbet ateşi ile yananlara kâmil cemalini açar ve rüyetinin zülâlinden kana kana onlara içirir.

Onları visali ile şereflendirmesi, yüce mukaddes Zat'ına hiçbir kusur ve noksan gelmeden olur. O Sübhan Zat'ın üns makamında dahi cihet ve ihata sübutu olmaz.

Bir şiir:

Gelmez noksan şanınıza bu yandan;

Olsa bende bir keramet şanından...

Bu mânâda şöyle de diyebiliriz:

Rüyetin husulünde, hiza ve mukabele şart olunca, gören tarafında dahi, aynı şekilde şart olması gerekir. Çünkü, görülen tarafında şarttır. Sonra, mukabele bir nisbet olup iki mütakabil tarafta da vardır. Yani gören ve görülende...

Üstte anlatılan mânâdan lâzım gelir ki, Sübhan Hak eşyayı göremeye... Görme sıfatı dahi, o yüce mukaddes Zat için sabit olmaya... Halbuki, böyle bir mânâ, Kur'an'ın kafi hükümlerine aykırıdır. Bu manalarda şu ayet-i kerimeler sarihtir:

– "Allah, yaptıklarınızı görür..." (54/4)

– "Gören ve duyan odur..." (42/11)

– "Allah amellerinizi görecektir..." (9/94)

Sonra öyle bir mânâyı almak, o yüce Zat'tan kâmil bir sıfatı için noksan ve olmamaktır.

Burada şöyle bir soru da çıkabilir:

– Vacib Teâlâ hakkında görmek, eşyayı bilmekten ibarettir. İlmin dışında görmek, ciheti icab ettiren mânâdan başka bir şey değildir.

Bunun için şu cevabı veririm:

– Hiç şüphe yok ki, rüyet (görmek) kâmil sıfatlardan olup, Vacib Sübhan için sabittir. Hem de istiklâl ile... Bu mânâ, Kur'an'ın kesin hükmü ile anlatılmıştır. Bu durumda rüyeti ilme döndürmek, zahir olan mananın hilâfına irtikap etmektir.

Öyle bir mânâ kabul edilse dahi, yani rüyetin ilim kısımlarından olduğu, yine de bundan, hizanın şart olmaması lâzım gelmez. Yani ilimde. Zira, ilim iki kısımdır:

a) Bir kısım ilim var ki, bunda bilinen şeylerin hizada olması şart değildir.

b) Bir kısım ilim de vardır ki, bunda hiza şarttır. Bu, ikinci kısma:

– Rüyet... (Görmek) ismi verilmiştir. Bu kısım ise, mümkinatta ilim kısımlarının en alâsıdır; kalbin itminan mertebesinde hasıl olur.

Makulatta, yani akılla idrak edilen şeylerde, vehmin arız olmasından kurtuluş yoktur. Bu muarazadan kurtulan, ancak hissedilen (yani görülüp tutulan) şeydir.

Üstte anlatılan mânâ icabı olarak, İbrahim Halil (as) Peygamber ölülerin dirilişini görmeyi taleb etti. Buna imanı ve yakini olduğu halde, görmekle kalbinin tatmin olmasını istedi.

Şunun da bilinmesi gerekir ki, sıfat-ı kâmilden olan rüyet, şayet Vacib Teâlâ'dan olmayaydı; mümkine nereden gelecekti? Zira, mümküne hasıl olan her kemal, yüce mukaddes Vacib mertebesindeki kemalin bir aksidir. Haşa ki, Vacib Teâlâ'da olmayan bir şey mümkinde buluna... Zira mümkin, haddizatında aynen noksandır; eğer onda bir kemal var ise, yüce mukaddes Hazret-i Vücub mertebesinden gelen bir emanettir. O makam, her hayrın ve kemalin kaynağıdır.

Bir şiir:

Getirmedim ki, evimden hiçbir şey, ancak;

Verdin bendekini, nefsim ondan olacak...

Sualin aslına bir başka cevap da şudur:

– Bu itiraz, yüce mukaddes Vacib Zat'ın varlığına da yürümektedir. Rüyeti nefyettiği gibi, yüce mukaddes Zat'tan varlığı dahi nefyetmektedir. Dolayısı ile, böyle bir itiraz varid değildir. Şunun için ki, aklen muhal olan bir şeyi getirir. O itirazın daha açık beyanı şudur:

– Sübhan Vacib Zat madem mevcuttur; alem cihetlerinden bir cihette olması gerekir. Meselâ altta, üstte, önde, arkada, sağda ve solda.

Halbuki, öyle bir şey ihatayı, tahdidi gerektirir ki, bunların hepsi de, üluhiyeti nefyeden noksandır. Allahu Teâlâ, böyle bir mânâdan yana pek temizdir.

Burada şöyle bir soru da çıkabilir:

– Mümkündür ki, bütün cihetlerde buluna; ama bundan ihata ve tahdid (kuşatma ve sınırlandırma) lâzım gelmeye.

Bunun için şu cevabı veririm:

– Onun bütün cihetlerde olması ihata ve tahdidi nefyetmez. Bu takdire göre o, elbette âlemin ötesindedir. Bu durumda ikilik olur ki, başka başka olmayı gerektirir. Zira:

– İki şey, birbirinden başkadır. Kaziyesi, akıl erbabı katında mukarrerdir. Bu da, tahdidi gerektirir,

***

Şu mânâ gizli kalmamalıdır:

Bu gibi, süslü gösterilen haksız şüphelerden kurtulma yolu odur ki, gaybe ait hükümlerle, şehadete ait hükümlerin arası fark edile... Gayb dahi, şahide kıyas edilmeye. Zira mümkündür ki, şahidde bazı hükümler doğru olurken, gaibde yalan çıkar. Şahidde kemal olan dahi, gaibde noksan bulunur. Zira hükümlerin ayrılığı sabittir. Bilhassa iki yer arasında, uzun bir ayrılık olursa...

Toprak nerede Rabbü'l-erbab nerede!..

Allahu Teâlâ, onlara insaf versin ki, Kur'an'ın sağlam hükümlerini inkâr etmeyeler... Hem bu karışık tevehhüm ve hayalât ile sahih hadis-i nebevileri dahi yalana çıkarmayalar...

İnzal olunan bu gibi hükümlere iman etmek gerek. Hem de, keyfiyetini, keyfiyeti belli olmayan ilme havale ederek. Onu anlamaktan yana da kusuru itiraf etmek gerek, idrak edilemediği için, o hükümleri nefyetmek yerinde bir hareket olmaz. Zira, böyle bir şey, selâmetten ve doğruluktan uzaktır.

Şu da mümkündür ki, pek çok şeyler aslında doğru oldukları halde, bizim kısa akıllarımıza göre uzak bulunurlar.

Eğer akıl yeterli olsaydı; Ebu Sina (İbn-i Sina) gibi birine olurdu. Ki o, işi akılla bulmaya çalışan akıl erbabına mukteda idi. Bütün akla dayalı hükümlerde haklı idi; onlarda yanılmadı. Halbuki o, bir meselede hata etti; o da şu hükme varmasıydı:

– Birden ancak bir sudur eder.

Bunun böyle olmadığı da, en küçük bir teemmülle insafla bakana açıktır. Bu makamda, İmam Fahr-i Razi ona taan edip şu ibareyi kullanmıştır.

– Asıl şaşırtıcı mânâ, o kimseden gelmektedir ki; bütün ömrünü hatadan koruyan bir âleti öğrenmek ve öğretmekle tüketmiştir. Sonra, en büyük matluba gelince; çocukları dahi güldürecek şeyler kendisinden sadir olmuştur.

Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet uleması, bütün şer'i hükümleri isbat etmişlerdir. Amma, bunların manası ister aklen bilinsin; isterse bilinmesin. Onların keyfiyetinin idrak edilemeyişi sebebi ile nefyi cihetine de gitmezler.

Misal olarak, burada kabir azabını, Münker Nekir sualini, sıratı mizanı ve benzerlerini alabiliriz. Ki bunlar, noksan akıllarımızın, idrakten yana kusurlu olduğu şeylerdendir.

Bu büyüklerin iktida ettikleri Kur'an ve hadistir; akıllarını da onlara tabi kılmışlardır. Şayet onları idrak zaferine ererlerse ne âlâ... Aksi halde, şer'i hükümleri kabul ederler. İdrak edemeyişi dahi, anlayışlarındaki kusura yorarlar. Bunlar başkaları gibi, akıllarının idrak edip kabul ettiğini kabul ve akıllarının idrakten aciz kaldığını da reddedenler değildir. Hiç bilmezler mi ki, peygamberlerin gönderilmesi, ancak Sübhan Mevlâ'nın razı olduğu bazı matlupları idrak etmekten yana akıllar kusurlu olduğu içindir. Akıl da, her ne kadar hüccet ise, lâkin kâmil mânâda hüccet değildir. Asıl kâmil hüccet, peygamberlerin biseti ile tamam olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Bu mânâda, Allahu Teâlâ, şöyle buyurdu:

– "Biz, bir resul gönderinceye kadar azab ediciler değiliz..." (17/15)

***

Biz, yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki:

– Hiza ve mukabele, her ne kadar şahidin (hazırın) görülmesinde şart olsa da, lâkin mümkündür ki, gaibin görülmesinde bunlar şart olmaya...

Gaib mevcuttur; ancak mevcudat cihetlerinden herhangi bir cihette asla değildir.

Görenin görmesi olmasa dahi, o bütün cihetlerden münezzeh olduğu gibi; gördükten sonra da, ona bir cihet sabit olmaz.

Orada mukabele ve hiza yoktur; burada anlatılan mânanın uzak görülmesi ve muhal sayılması neden? Şekli belli olmayan görüşün şekli (nasıl olduğu) belli değildir. Şekli belli olmayana, şekli belli olanın yolu yoktur.

Sultanın ihsanını ancak onun taşıyıcıları alabilir.

Keyfiyetten münezzeh görüşü; keyfiyeti belli görüşe göre, görülen şeylere taalluk eden keyfiyetle kıyaslamak münasip düşmez. Böyle bir şey, insaftan da uzaktır.

Doğruda başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***

Zira, her ne şey ki, icmal ciheti ile daha sıkı, cem'iyet itibarı ile daha çok olur; yüce Allah'ın zatına daha yakındır.

İnsanda bulunan, ya halk alemindendir, yahut emir aleminden. Kalbe gelince, bu iki alem arasında berzahtır.

Yükseliş mertebelerinde ise, o mertebelerin tazammun ettiği şeylerden insan letâifi, asıllarına kadar yükselir. Meselâ, önce suya yükselir; sonra havaya, sonra ateşe, sonra letâifin asıllarına, sonra kendisinin terbiyesine gelen cüz'i isme. Daha sonra da, onun küllisine. Daha sonra da Allah'ın dilediği yere kadar yükselir. Amma kalb, böyle değildir. Zira, onun yükseleceği bir aslı yoktur. Elbet kalbden yükseliş, evvelâ yüce Zat'adır.

Sonra kalb, gayb hüviyetinin kapısıdır. Ne var ki, anlatılan tafsil olmadan yalnız kalb yolundan vuslat, zordur. Ancak o tafsili itmam ettikten sonra, vuslat müyesser olur.

Görmez misin ki, onda bulunan bu cemiiyet ve vüs'at (genişlik), anlatılan tafsilli mertebeleri aştıktan sonra olmaktadır.

Burada:

– Kalb... demekten murad, geniş manası ile (basit) cami olan kalbdir. Bilinen bu et parçası değildir.