MEVZUU:

a) Allahu Teâlâ'nın pek yakın oluşunun sırrı.

b) Huzuri ilimle, künh-ü zatın inkişafı beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Hâce Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.

***

Bilesin ki,

Yüce Allah'ın akrebiyeti (pek yakınlığı), malumun aslına taalluku olan huzuri ilme bağlıdır; onun zılâlinden bir zılla değil. Suretlerinden bir surete de değil. Zira bu, husuli ilmin nasibidir. Husuli ilim ise, hakikatta, bir şeyin kendini bilmek değildir; onun suretlerinden bir sureti bilmektir. Bu durumda, o şeyin kendisine karşı cehl tahakkuk etmiş durumdadır.

Sübhanellah... Bir şeye olan cehaleti, o şeye karşı ilim olarak kail olmuşlardır. Sanki bu durumda onlar bir şeyin suretini ve zıllını, o şeyin aynı tasavvur etmişlerdir. O sureti bilmeyi dahi, o şeyin kendisini bilmek sanmışlardır. Halbuki, bu memnu olup böyle bir şeyde ayniyet davası duyulmamıştır. Zira, bir şeyle sureti arasında, ikilik nisbeti vardır. İkilik nisbeti oldukça da, başkalık lâzım gelir. Zira:

– İkilik, başkalıktır kaziyesi, akıl erbabı kaziyeleri arasında mukarrerdir.

Üstte anlatılandan başka; bir şeyin suretini bilmek, nasıl o şeyin kendisini olduğu gibi bilmeyi gerektirir? Zira, bir şeyin sureti, o şeyin zahirde timsali olup ayna hükümleri manası gibi karışık zuhur eder.

Bir şeyin nice incelikleri ve sırları vardır ki; onlardan yana surette ne bir nam vardır, ne de nişan...

Bir şiir:

Nakkaş tasvir etse suretini güzelin;

Hayret ederim, yolu nedir işvesinin...

Keşke bir şeyin zahiri, o şeyin suretinde sarafeti ile zahir olabilseydi!.. Batın dahi, ona bağlı kalıp susardı.

Zira, bir şeyin zahiri, bir şeyin suretinde mahallin ve aynanın hükümlerine karışık olarak zuhur ettiği sabit olunca, yakin mânâda zahir sarafeti ile kalmaz. Elbette ona, bir başka hal arız olur. Çünkü suret, bir şeyin batınından nasıl mahrum ise, onun zahirinden dahi mahrum bulunmaktadır. Bu mânâdan ötürü, o sureti bilmek, o şeyin aslını bilmeyi gerektirmez... Bu mânâ zaruridir.

Hulâsa, malum (bilinen) zihinde oluşan şeydir. Zihinde oluşan suret olunca; malum dahi o suret olur.

Bir şeyin sureti ile o şey arasında ayrılık ve başkalık nisbeti olunca, sureti bilmek, bir şeyi olduğu gibi bilmeyi gerektirmez.

Huzuri ilim, öyle bir şeydir ki, o ilimde hasıl olan müdrikedeki şeyin kendisidir. Hem de araya zıll ve suretten yana bir şey karışmadan... Bu durumda malum olan, o şeyin kendisi olup suretlerinden bir sureti değildir.

Anlatılan mânâdan olarak, huzuri ilim, pek şereflidir; hatta ilim, ondan başka değildir. Onun dışında kalan husuli ilim ise, ilim suretine giren cehalettir.

Cehl-i mürekkeple muttasıf olan, cehlini ilim sanır; bir şey bilmediğini de, idrak edemez.

Husuli ilim için, yüce Hakkın zatına ve sıfatına yol yoktur. Zat ve yüce mukaddes Vacibiyet sıfatları bu ilimle bilinemez. Zira bu ilim, hakikatta malum olanın suretidir. Malum olanın kendisi değildir. Nitekim bu mânâ yukarıda da anlatıldı.

Suretin Hazret-i Sultan'a yolu yoktur ki; sureti bilmek, aslı zannedile...

Her ne kadar bazıları:

– Sübhan Hakkın misli yok ise de, onun misali vardır demişlerse de, lâkin bu misale bağlı suret, sübut bulduğu takdirine göre olup ilmin taalluk ettiği zihni suret değildir.

Şu da mümkündür ki, bu suret mahlukatın en büyüğü olarak misalde oluşa... Amma zihinde sabit olmaya...

– "Beni, ne yerim, ne de semam aldı; lâkin mümin kulumun kalbi beni aldı..."

Mânâsında buyurulan kudsi hadise gelince:

Bu mânâ o mümin kulun kalbine mahsustur ki; onun muamelesi, sair insanların muamelesinden başkadır. Bu da, fena ve beka ile teşerrüf ettiğinden ve husulden dahi halâs olup huzur ile tahakkuk ettiğindendir. Eğer orada bir genişlik var ise, bu da huzur itibarı ile olup husul itibarı ile değildir.

Bir mısra:

Hangi aynada tasvir edilmiştir!..

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, huzuri ilimde, alimle malumun (bilenle bilinenin) ittihadı vardır. Bu mânâdan olarak alimden ilmin zevali caiz değildir. Zira, malum kendisidir; ondan ayrılmaz. Hatta orada; ilim alimin aynı olduğu gibi malumun da aynıdır. Ayrılma mecali bu durumda nasıl olsun?

Şunun da bilinmesi gerekir ki: Huzuri ilimde; bir şeyin sureti değil bizzat kendisi olduğundan, zaruri olarak malum, olduğu gibi orada inkişaf eder. Böylece künhü malum olur. Bir şeyin künhü ise, o şeyin kendisinden ibarettir.

Vakta ki bütün itibarlar, yüzler düştür; müdrikede hazır zatın kendisi kaldı; o zaman, o zatın künhü malum olur.

Amma, hüsuli ilimde mânâ anlatıldığı gibi değildir. Zira, orada malum, bir şeyin sureti ve kalıpları olan yüzleri ve itibarlarıdır; kendisi değildir. Nitekim, bu mânâ yukarıda anlatıldı. Orada malum, olan, bir şeyin künhü değildir. Ve bir şey, orada künhü ile malum olmaz.

Şu mânâ dahi gizli kalmasın ki, yüce Sultan Vacib Zat'a nisbetle huzuri ilim sabit olursa -daha önce de anlatıldı- gerekir ki, zat künhü inkişaf ede ve olduğu gibi zat malum ola...

Anlatılan mânâ, ulema katında takarrür eden durumun hilâfınadır. Halbuki, şöyle diyorum:

– Vacib Teâlâ'nın zatına taalluku olan huzuri ilim, Sühan Hakka nisbet edilen rüyet kabilindendir. Bu mânâda dahi, inkişaf mevcud olduğu halde, idrak yoktur. Anlatılan bu mânâda dahi, inkişaf mevcud olup idrak yine yoktur. Vacib Teâlâ'nın zatına rüyet taalluk ettiğine göre; rüyetten daha latif olan ilim neden taalluk etmesin? Asıl mahzur, ancak ihayatı gerektiren rüyette olup inkişafta değildir. Bu mânâda Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

– "Gözler onu idrak edemez..." (6/103)

Amma şöyle buyurmadı:

– Gözler onu göremez...

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

– İdrak hasıl olmayınca, inkişaftan gelen fayda nedir?

Derim ki:

– inkişaftan maksat, görenin lezzet almasıdır ki; bu dahi hasıl olmaktadır. İdrak ister tahakkuk etsin; isterse etmesin...

Denirse ki:

– İdrak olmadan, inkişaf nasıl lezzeti gerektirsin?

Derim ki:

– Lezzet için inkişafı bilmek yeterlidir, idrak ister hasıl olsun; istense olmasın...

Şöyle de diyebiliriz:

– O yerde idrak de vardır; lâkin, keyfiyeti meçhuldür. En iyisini Allah bilir; amma, menfi olan idrak, keyfiyeti bilinen ve malumu ihata olan idraktir.

– "Onu ilmen ihata edemezler." (20/110)

Meâline gelen ayet-i kerime ise, hüsuli ilme münasiptir. Huzuri ilimdeki idrak yoktur; hüsuli ilimde nereden olsun?

Her ne şey ki, zılda vardır; o asıl mertebeden istifade yollu gelmiştir. Lâkin, asılda idrak keyfiyeti meçhul olan bir durumdur; amma zılda  bu malum bir keyfiyettir (ama gölgede bu bilinen bir durumdur).