MEVZUU:

a) Geçen sohbetleri kaçırmaya esef etmek.

b) Yeni yeni sırlara îma.

Bu münasebetle bazı hususların beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Hazret-i Şeyhimizin oğlu Hâce Muhammed Abdullah'a ve Hâce Hüsameddin Ahmed'in oğlu Hâce Cemaleddin Hüseyin'e yazmıştır.

***

Maddi ve manevi gönül birliği içinde kıymetli bulunan Hâce Muhammed Abdullah'ın ve Hâce Cemaleddin Hüseyin'in gözleri aydın, kulakları mesrur olsun.

Şaşılacak bir durumdur ki, her ikisi de, misli bulunmayan bir gafletle gaflete dalıp gittiler. Şefkat ve merhamet de yok oldu. O kadar ki yakınlık olmasına rağmen, Serhend'e gelmediler ve bu Garib'in halinden suâl ederek dostluk hakkını ödemediler.

Hâce Muhammed Efdal için ne diyeyim? O kendisini sevgide nice merhale bunlardan uzak saymaktadır. Hatta, bizimle dostluk bağı kurmaktan korkmaktadır.

Mir Mansur'a ne diyeyim? Kendisi daima sohbet istemekte; lâkin bu bir temenni olarak kalmakta ve bir türlü kuvveden fiile çıkaramamaktadır.

Fukahanın şu sözü meşhurdur:

– Zarara razı olan, asker nazarına müstahak değildir.

Her ne kadar deniz karanlık ise de; ab-ı hayat ondadır. Allah'ın inayeti ile, nadiren olsa dahi, cevherler burada hâsıl olmaktadır. Başka yerlerde bulunan benzeri hâsıl olsa dahi yine ganimettir.

Her savaşan, kadir ve kıymet kazanır. Bu dahi, düşmanın istilâsı zamanında müyesserdir.

Selâmet, her ne kadar zaviyede olsa dahi, lâkin, gazâ ve şehâdet devleti muhârebe meydanındadır.

Zâviye (dergâh, tekke), ancak, kapanan (örtünenler, belki kadınlar. Allahu alem) ve zaaf erbabı olanlara mahsustur.

(Bir köşeye çekilme hali örtülü ve zayıf olanlara göredir. / SEMERKAND Tercümesi)

Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruldu:

– "Kâvi mü'min, zayıf mü'minden hayırlıdır."

Kuvvetli askerlerin yeri ise... büyük muharebe meydanında çarpışmaktır.

Bir âyet-i kerime meâli:

– "De ki: Herkes, kendi sâfi yaratılışına göre amel eder. O halde, kimin doğru yolda olduğunu, Rabbin daha iyi bilmektedir."(17/84)

***

İzin ve ruhsat müddeti bittikten sonra askere giderken; zaruri olarak, oğlum Muhammed Said'i evde bıraktım.

Ondan ayrıldıktan sonra; feyizleri, bereketleri, ilimleri ve maarifi düşündüm, ondan ayrıldığıma pişman oldum.

Fırsatı bir ganimet bilip onu istedim. Büyük küçük, hemen herkes de bu bereketlere nâil olmak için geldi.

***

Şaşılacak bir durum şu ki: Kendim, Melâmetiye taifesinden ve Kalenderiye zümresi içinde gibiyim. Halbuki ben, her ikisinden de ayrılmışım; onlardan başka bir durumdayım. Benim kendi başına bir muâmelem var.

***

Yeni ilimlerden bir parça olsun dinleyiniz, duyunuz... Şu ayet-i kerime ile başlayan mektubu (Bak: 53. mektup) okuyunuz:

– "İnsan üzerine, uzun bir devirden öyle bir zaman gelip geçti ki; o vakitte o, anılmaya değer bir şey değildi..." (76/1)

Evet, öyle idi ya Rabbi, ne aynen, ne eser olarak; ne şühud, ne de vücud olarak anılan bir şeydi...

Herhalde siz görmüş olacaksınız, bazı mektuplarda vücuda bağlı zevâli, ilhad ve zındıklık kabilinden saymıştım. Orada da bu ibareleri yazdım. Yüce Sübhan Hakkın keremi ile ona çâre buldum.

Bir mısra:

Gülistanımla kıyasla baharımı...

Bütün bu devletler, o vakıaların bereketlerindendir. O olmasaydı, bunu bulamazdım.

– "Rabbimiz, nûrumuzu tamamla, bizi bağışla... Sen her şeye kadirsin." (66/8)

Mevlâna Muhammed o tarafa geldiğinden, bir iki kelime yazdık. Sonu hayırdır.