MEVZUU: Âlemin zuhura geldiği vehim mertebesinin tahkiki. Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Muhammed Haşim Keşmiri'ye yazmıştır. *** Âlem için: – 'Mevhum' sözümüz, şu manaya değildir: – O, vehmin yapması ve yontmasıdır. O nasıl vehmin yapması ve yontması olabilir ki; vehim dahi âlem cümlesinden sayılmaktadır. Elbette, o sözümüzün mânâsı şudur: – Sübhan Hak, âlemi vehim mertebesinde yarattı. Her ne kadar, o zaman vehim olmasa dahi, yüce Allah'ın ilminde vardı. Vehim, oluşu olmayan bir zuhurdan ve vücuddan ibarettir. Bir noktanın cevelânla dönmesinden doğan bir daire misalidir. Onun da zuhuru vardır; amma vücudu yoktur. Yüce Sultan Mutlak Hakim, âlemi o mertebede yarattı. Sırf zuhura bir sübut ve sebat (sabitlik ve kararlılık) verdi. Sonra onu; galattan sıhhate, yalandan doğruya çıkardı. Sonra onu işin özü kıldı. Şu ayet-i kerime bu mânâda alınmaya değer: – "Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir." (25/70) Mevhum mertebe, bir acayip mertebe olup mevcud ile asla sıkıntılı bir durumu yoktur. Ne def edilme mânâsı, ne de mevcudu tesbiti vardır. Hem de cihetlerin hiçbiri ile... Onun için bir haddi ve nihayeti de yoktur. Tıpkı, mevhum dairenin mevcud olan nokta-i cevvale ile bir çekişmesi olmadığı gibi. Onunla, cihetlerden bir cihet de tesbit edemez. Mevhum dairede olup bitenlerden bir hadise de nokta için meydana gelmez. O kadar ki, şöyle denemez: – Daire, noktanın sağındadır; solundadır; önünde veya arkasındadır; üstünde veya altındadır. Daire için bu cihetlerin sübutu ancak şu eşyaya nisbetledir ki, kendi mertebesinde onların sübutu vardır. Amma o şey ki, başka bir mertebededir. Daire için, bu cihetlerden birini sabit kılan bir şey olamaz. Aynı şekilde, bu nokta için; o dairenin yenilikleri ile bir had ve bir nihayet de tesbit edilemez. Herhalde o, kendi sarafeti üzerinedir. – "Vasıfların en üstünü Allah'ındır." (16/60) Yerinde olur ki, üstte yapılan beyandan; şanı yüce Yaratıcının âlem ile durumu biline.. Şöyle ki: Âlemin icadından ötürü, onun için bir had ve nihayet çıkmaz. Onun için, cihetlerden bir cihet de hâsıl olmaz. Anlatılan mânâda nasıl bir nisbet tasavvur edilebilir ki!.. Zira, bunların o yüce mertebede ne nâmı vardır ne de nişanı. Evet, böyle bir şey yoktur ki, nisbetler de tasavvur edile... Hizlanda kalanlardan bir taife, kusurlu nazarlarından ötürü, bu nisbetlerin husulünü ve cihetlerin sübutunu tasavvur ettiler. Yani: Bu âlemde Şânı Yüce Yaratıcı hakkında... Anlatılan mânâdan ötürü, onun rüyetini (görülmesini) dahi nefyettiler; hatta onu muhal sandılar. Cehl-i mürekkeplerini ve yalanı doğrulamalarını Kur'an ve hadis üzerine tercih edip önde gördüler. Zannettiler ki: Şâyet Sübhan Hak görülecek ise, görene göre cihetlerden bir cihette olacaktır. Bu da, bir haddi ve nihâyeti gerektirir. Halbuki daha önceki tahkikten anlaşılmış oldu ki: Bu nisbetlerden hiçbir şey, âlemle Sübhan Hak arasında yoktur. Rüyet ister sabit olsun; isterse olmasın.. Rüyet olabilir; amma cihet meydana gelmez. Nitekim bu mânâ, daha önce de tahkik edildi. Bilmezler mi ki: Anlatılan mahzur, âlemin vücudu vaktinde de lâzımdır; ki Yüce Yaratıcı, âlemin bir cihetinde olur.. Ayrıca âlemin ötesinde olması gerekir ki, bu da haddi ve nihâyeti gerektirir. Şayet diyecek olurlarsa ki: – O, bütün cihetlerdedir. Ötede bulunuş için lâzım olan haddin ve nihâyetin lüzumuna ne diyecekler?. Cihetin sübutundaki fesat ve mahzur, ancak nihayeti gerektirdiği içindir. Böyle bir şey ise.. kail oldukları mananın ayrılmaz parçasıdır. Bu darlıktan halâs ancak, sofiyenin kavlini ihtiyar etmektedir, yani: – Âlem mevhumdur.. Dedikleri mânâyı.. Mânâ böyle olunca, cihet ve nihayet zorluklarından halâs hâsıl olur. Bu arada: – O mevhumdur.. Demekte hiçbir mahzur da yoktur. Zira, onun sadık hükümleri vardır. Ebedî muamele, sermedî nimetler ve azaplar da ona bağlıdır. Bu arada, mecnunlar güruhu sofestaiyenin kâil olduğu mevhum ise, bir başkadır. Bunların kail oldukları, vehmin icâdı ve hayalin yontmasıdır. İki mânâ arasında çok fark vardır.. (Sofestaiye: Şüpheci; her şeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum. Septisizm. Sofizm.) *** Biz, yine esas sözümüze dönelim.. Deriz ki: – Nokta-i cevvaleden neş'et eden mevhum daire için cihet yoktur. Yani noktaya nisbetle. Hatta o, bütün cihetlerden hariçtir. Şayet daire, tamamı ile göz olsa.. elbette noktayı cihetsiz olarak görecektir. Zira ikisi arasında cihet yoktur. İşte, üzerinde durup anlattığımız mânâ dahi böyledir. Şayet bakan, tamamı ile göz olsa.. böylece yüce Hakkı da cihetsiz görse.. bundan ne gibi bir sakınca çıkar!.. Müminler, Sübhan Hakkı cennette bütün külliyetleri ile göreceklerdir. Hem de hiçbir cihetin isbatı olmadan. – "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olunuz.." Mânâsındaki hükme göre, bu devlet evliyaya dünyada hâsıl olacaktır. Onlar, bütün külliyetleri ile göz olacaklardır, isterse bir görmek olmasın; zira o, ahirete mahsustur; lâkin bunun için görmek (rüyet) hükmü vardır (Görme ahirete mahsus olduğundan, bu bir görme olmasa da görme hükmündedir). – "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklı olunuz" Cümlesini, ancak şunun için kullandım; zira onlar Vacib Teâlâ için şöyle demişlerdir: – Onun zatı, bütünüyle gözdür, bütünüyle kulaktır, bütünüyle ilimdir.. Bu mânâdan ötürü, elbette onunla ahlâklı olanlara anlatılan ahlâktan nasip vardır. Sıfatlarından her bir sıfat, bu makamda külliyetleri hükmünü alır. Meselâ, külliyetleri ile göz olurlar. Sâir müminlere ise, bu devlet ahirette verilecektir. Orada, rüyet devleti şerefine ereceklerdir; Allah-ü Teâlâ dilerse. Bu takdirde, bir mahzur ve şüpheli bir durum ortay çıkmaz.. Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
|