MEVZUU:

a) Mevhube-i lâkeyfiye (durumsuzluk ihsan edilmiş) olan arifin zatının sırları,

b) Zat tecellisinin tahkiki.

c) Uhrevi rüyet... (Ahirette Allahu Teâlâ'yı görmek)

Bu münasebetle bazı hususların beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hâce Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

İrfan sahibinin muamelesi, şuundan ve sıfatlardan yükselip yüce mukaddes Zat itibarları yüzlerini de geçerek, kendisinden:

– Namazın hakikati..

Diye anlattığımız makamdan dahi o muameleye bir üstünlük hasıl olur ise, orada teveccüh ve teveccüh eden bilâkeyf olur. Tıpkı kendisine teveccüh edilen zat gibi. Çünkü, keyfi için, lâkeyfiye yol yoktur.

Bu teveccüh eden, o irfan sahibinin zatıdır. Amma kendisinden bütün yüzleri ve itibarları attıktan sonra.

Künh: Bu mücerred zattan ibarettir. Ki o, marufunun zatına ve matlubunun kendi künhüne teveccüh etmektedir. Amma ne bir yüz, ne de bir itibar. Yukarıda:

– Künh, mücerred zattan ibarettir dedim. Bunu ancak şunun için dedim ki:

– Bir şeyin künhü, o şeyin bütün yüzlerinin ve itibarlarının ötesindedir. Bir şeyin zatı dahi, o şeyin tüm yüzlerinin ve itibarlarının ötesindedir.

Her ne zaman, bir şeyin yüzleri ve itibarları mülâhaza edilir ise, o şeyin zatı, bütün bunların ötesinde bulunur. Zat mertebesinde bir şeyin isbatına asla mecal yoktur. Her ne şey ki, orada sabit olur; o yüzlere ve itibarlara dahildir; zat bunun ötesindedir. O makamda, nefy ve selbden (yok saymak ve inkâr etmekten) başka bir iş tasavvur edilemez.

Şayet orada imtiyazlı bir ilim var ise, selb iledir. Eğer orada bir tabir ve tefsir var ise, selb iledir.

Her ne şey ki, onda isbat mecali yoktur ve selb olmadan ondan tabir dahi mümkün değildir; o keyfiyeti meçhul bir şeydir ve onun için lâkeyfiden nasip vardır.

O teveccüh ki, zat mertebelberinde isbat edilir; teveccüh edenin aynen zatıdır. Zatın yüzlerinden bir yüz olmadığı gibi, onun itibarlarından bir itibar da olmaz. Çünkü, bütün yüzler ve itibarlar ondan atılmıştın tek zattan başka bir şey de kalmamıştır.

Mana böyle olunca, aynen zat olan bir teveccüh dahi, zaruri olarak lâkeyfiden bir nasip olur.

Şimdi sağlama çıkan mânâ şu ki: Teveccüh, teveccüh eden orada bilâkeyf olmaktadırlar. Tıpkı kendisine teveccüh edilen gibi. İsterse, bir lâkeyfi ile diğer lâkeyfi arasında çok fark bulunsun.

Toprak kim, Rabbü'l-erbab kim!.. İş bu mânâdan ötürüdür ki, teveccühte ve teveccüh edende, lâkeyfiden bir nasip isbat eyledik. Halbuki, hakiki lâkeyfi olan yalnız kendisine teveccüh edilendir.

Bu mümkinin zatı ve künhü ki, keyfiyeti meçhul bulunmaktadır ve onda bir şeyin isbatı da mümkün değildin letafetin, tenezzühün, tekaddüsün kemalinde bulunan yüce Vacib Zat nasıl idrak edilir ve ondan bir şey nasıl elde edilin!..

Bir şiir

O ki, haberdar değildir, kendi zatından;

Gücü yeter mi haber vere şundan bundan?..

Merhametliler merhametlisi yüce Zat, tamamen keyfiyetle muttasıf olan mümkine merhametinin ve şefkatinin kemalinden ötürü lâkeyfiyeden bir nasip verdi. Şunun için ki: Kendisine hakiki lâkeyfiyeden bir zuhur ve şuur hasıl ola...

Bir mısra:

Yerin de vardır nasibi, büyüklerin kadehinden...

Denmiştir ki:

– Zatın künhünü bilmek muhaldir.

Herhalde bunların:

– Bilmek (marifet) demekten muradları, keyfi alemden bilinen şeylere dair bir bilmektir. Halbuki, bunların lâkeyfiye taalluku muhaldir. Amma lâkeyfi alemden bir iş, lâkeyfi ile lâkeyfi bir ittisal ile muttasıl olur ise, bu büyük devletten de büyük bir nailiyete erer ise, neden muhal olsun?

Burada anlatılan duyulmamış bir marifet, incelik taşıyan bir meseledir. Keşif ve irfan sahiplerinden de pek az zuhur etmiştir.

Lâkeyfiden nasibi olan bu mücerred zat ki, tafsilatı ile beyan ettim; marifeti tam bir irfan sahibine mahsustur. Sonra o, yüce mukaddes Hazret-i Zat'a dahi vasıl olmuştur. Ve bu yüksek derecede ona fena ve beka dahi hasıl olmuştur. Bu devlet dahi, o zati bekanın eseridir. Bu irfan sahibinin dışında kalan sair mümkinata gelince, zattan yana asla onların nasipleri yoktur. Kesin olarak, onların zatı yoktur ki; bu zatla kaim olan sıfatları da olsun. Elbette onların tüm varlıkları, isimlerin ve sıfatların zılâli, şuunun ve itibarların akisleridir. Bu zılâl ve akisler dahi, isimler ve sıfatlar olan asılları ile kaim bulunmaktadırlar. Kendisinden:

– Zat...

Diye anlatılabilecek bir işle değil.

Tüm mümkinatın ecmaı olan (mümkinatı özünde toplayan) insan letaifine gelince, ister hafi, isterse ahfa olsun, cismani ve ruhani olarak sıfatların eserleri ve isimlerin de zılâlidir; yüce mukaddes Zat itibarlarıdır. Zatın kendisinden, onlara bir şey tevdi edilmediği gibi, onların kıyamı dahi zat ile olmamıştır.

Burada şöyle bir şey sorulabilir:

– İsimlerin ve sıfatların kendi başlarına kıyamı yoktur; bunların kıyamı da ancak yüce mukaddes Zat iledir. Gayrı olan nasıl onlarla kaim olabilir?

Bunun için şu cevabı veririm:

– Gayrı olan ancak şu halde onlarla kaim olamaz ki, mevcud olur ise. Amma onun sübutu ki, tevehhüm mertebesindedir. Neden onlarla kaim olamasın? Zira o, pek zayıftır.

***

Hem söyledim; hem de yazdım:

– Mümkinin zatı ademdir..

Diye.. Bu, şu sözümüz gibidir:

– Mümkinin zatı yoktur..

Onun zatının olmaması, zatının olması bir manayadır. İsterse, felsefi tahkik, bu iki mânâ arasında bir başkalık ortaya atsın; onun bir mefhumu yoktur. Hakikatta, her ikisin mercii ve meali birdir.

Ademin kendisine bir faydası yoktur; başkası için ne yararı olabilir? Kendini tutmaya gücü yetmez. Başkasını tutmaya nasıl gücü yetsin?

Bu bahsin tahkiki şu ki: İsimlerin ve sıfatların akisleri adem aynasında zuhura geldiği zaman, onların kıyamı zahiren aynada görülür. Onların kıyamı ayna ile olduğundan; ayna, onlara zat gibi tahaylül edilir. Hakikatta onların kıyamı asılları ile olup, aynı ile asla taalluku yoktur. Adem aynası ile tevehhüm dışında bir işleri de yoktur. Burada, aynanın cevheriyle ve zatiyeti için mecal nereden olsun? Halbuki ademin araz olmaya dahi kabiliyeti yoktur; nasıl cevher olabilir?

Marifeti tam olan bu irfan sahibine gelince... Ki o, yüce mukaddes Zat mertebesine vasıl olmuştur. Kendisine o zat ile beka hasıl olmuştur ki, onun hükmü anka-i mağrib hükmüne benzer. Hem de bütün vakitlerde. Ki onun vücudu bulunmaz bir şey olup, vukuu dahi enderdir.

Fenadan ve bekadan sonra, ona bir zat verilir ki, isimlerin ve sıfatların zılâli ve akisleri -ki bunlar o irfan sahibinin hakikatidir- o zat ile kaimdir. Tıpkı onların asılları olan isimlerin ve sıfatların kıyamı Hazret-i Zat ile olduğu gibi; bu isimlerin ve sıfatların zılâli dahi o irfan sahibine verilen zat ile kaimdir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, o irfan sahibi, cevherden ve arazdan mürekkeb olur. Sair mümkin fertleri ise, mücerred arazlar olup onlarda cevheriyet şaibesi yoktur.

Sahibül-Fütuhat Muhyiddin b. Arabi'nin şu cümlesi ne kadar güzeldir:

– Alem, tek zatta toplanıp kâim olan arazlardan ibarettir.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

Ancak, Şeyh, burada iki inceliği seçmiştir. Söyle ki:

a) Anlatılan ekmel manadaki irfan sahibini bu hükümden istisna etmemiştir.

b) Alemin kıyamını zat-ı ehadle kılmıştır. Halbuki, onun kıyamı, aslı olan cema ve sıfat ile olup yüce Zat ile değildir. İsterse, isimlerin ve sıfatların kıyama zat ile olsun. Çünkü, Hazret-i Zatın alemden yana istiğnası vardır. Alemin o yüce derece ile kıyamı nasıl olsun? Alem ne oluyor ki; o zirve-i kusva ile kıyam hevesi kendisinde bulunsun.

Bir şiir:

Biz yetişmeye çalışırız kısa elle;

Senin gibi ulu ağaca şöyle böyle...

Bu irfan sahibinin muamelesi, alemin muamelesi dışındadır... Onun hükmü dahi, alemin hükümlerinden müstesnadır. Zira o:

– "İnsan sevdiği ile beraberdir..."

Hükmüne göre, zati muhabbetle maiyete (beraberliğe) nail olmuştur. Aslını gerek, aslın aslı ile bir olmuştur. Asılların aslında nefsini ifna etmiştir. Keremliler keremlisi:

– "İhsanın mükâfatı, ihsandan başka mıdır." (55/60) ayet-i kerimesinde-ki mânâ muktezasına göre, onun fenasına karşılık, bekasını ikram eyleyip fenasına erdiği şeyde baki kılar. Ve onu, isimlerine ve sıfatlarına mazhar eyler. Kendisini cami bir mir'at yapar.

Bundan sonra, sair alem fertlerinin hükmü, bir aşık irfan sahibinin yanında, umman denize nisbetle bir damla gibi olsa iyidir. Çünkü, isimlerin ve sıfatların Hazret-i Zat yanında bir kadri kıymeti yoktur. Halbuki, damlanın, umman denize nisbetle bir miktarı yardır.

O irfan sahibinin, kavrayışı, idraki, marifeti ve ilmi diğerlerine nisbetle anlatılan mânâ ile kıyaslanmalıdır. Onun büyük sanı, derecesinin yüksekliği bu mânâdan anlaşılmalıdır.

Bir ayet-i kerime meali:

– "Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve, Allah büyük fazlın sahibidir." (62/4)

Zati beka ile müşerref olan ve kendisine zat verilen bu irfan sahibinin sıfatlarının kıyamı ilim ve kudret gibi zat iledir. Nitekim daha evvel, sair alem fertleri gibi, asıdan ile kaimdi.

Bu ekmel mânâda bekanın varlığı ile; o irfan sahibine:

– Ene... (Ben...)

Kelimesinin ıtlakı avdet etmez. Zira, ondan zail olup gitmiştir. Zira, beka mertebelerinden hiçbir mertebeye:

– Ene... (Ben...)

Itlakına güç yetmez. Çünkü ekmel mânâda beka, pek tamam olan fena üzerine yayılmıştır. Ki bu fena:

– Ene... (Ben...)

Kelimesinin ıtlakından yana, ne nam bırakmıştır, ne nisan. Ne de öyle bir mecal kalmıştır.

– Zail geri dönmez..

Kaziyesi meşhurdur. O ki, avdet edip geri döner; zail olmamıştır. Belki de, ağırlık altında kalıp mağlup ve mestur olmuştur. Sonra, arızalardan biri ile, kuvvetlenir ve galip gelir. Zira, mağlup, bazen galip olabilir.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Yüce mukaddes Hazret-i Zat mertebesinden nasip bu irfan sahibine mahsustur. Zira o, sıfatların dahi onunla kaim olduğu Hazret-i Zat ile bakidir. Onun dışında kalanın; fena ve beka kısmından elde ettiği her ne olur ise, isimlerden ve sıfatlardan bir nasip olup zattan değildir. İsimlerde ve sıfatlarda zattan ayrılma durumu olmasa dahi zattan gelen nasip sıfatlardan gelen nasipten başkadır. Her ne kadar, sıfatların zattan ayrılma durumunun olmayışı, bir cemaatı sıfatlardan gelen nasibin; zattan gelen nasibin ayniyeti ve ittihadı tevehhümüne düşürmüş ise de, her birinin kendine has alâmetleri ve emareleri, ilimleri ve hususi mânâda maarifi vardır. Bu mânâ dahi, bu büyük devlete ulasan kimselere gizli değildir.

Şu mânâ dahi, sana gizli kalmamalıdır ki, zati tecelli, yalnız anlatılan irfan sahibine mahsus değildir. Bu tecellinin, ondan başkasına da müyesser olması caizdir. Lâkin o başkasına, zatın kendisinden nasip yoktur. Çünkü, tecelli zıllıyetten bir şey ister. Zira o, ikinci mertebede bir zuhurdur. Zikri edilen zatın kendisine gelince zıllıyetten yana bir şaibeye tahammülü yoktur; tecellinin kendisinden kaçar. Keza zuhurdan da... Sıfatlardan herhangi biri ile, zatın zuhuru dahi, ikinci mertebede bir zuhurdur. Amma bu, zati tecelli de olmaz. Belki de, yüce mukaddes Zat itibarlarından bir itibar tecellisidir.

Çünkü şanı yüce Zat, bütün itibarları camidir. Hatta, bütün itibarlardan münezzehtir. Dolayısı ile itibarlardan bir itibar, zati tecelli olamaz.

***

Üstte anlatılan manalara bakılarak, şöyle bir soru sorulabilir;

– Şeyh Muhyiddin b. Arabi -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- ve ona tabi olanlara -sırları mukaddes olsun- demişlerdir ki:

– Tahayyün-ü evvel, zati taayyündür.

Bu dahi, ilmi ve icmâlî taayyün ile zatın zuhuru olup zat itibarlarından bir itibardır. İsterse, onun camiiyeti olsun.

Bunun için şu cevabı veririm:

– Bu derviş'in itikadı odur ki:

– Taayyün-ü evvel..

Diye tabir ettikleri ilmi ve icmâlî zuhur, zati tecelli değildir. Zat şuunatından bir şandır. Zat ise, bütün şuunatı ve itibarları camidir. Hatta şuunatın ve itibarların da üstündedir.

Burada ilmin itibarı, sair itibarlar gibidir ki, o mukaddes mertebenin zenginliğine eller ulaşmaktan yana kusurludur.

***

Burada, bir başka soru da şöyle olabilir:

– İkinci mertebede zuhur, ilme inhisar etmektedir. Zira, hariçte yüce Zat'ın kendisi vardır. Dolayısı ile onun zuhuru, ilim yeri olan ikinci mertebededir. Kaldı ki, bu zuhur ya ilimdedir; yahut hariçtedir. Üçüncüsü şık beyan edilmemiştir ki, onda zuhur sabit olsun.

Bu soruya şöyle derim:

– Zat itibarlarından bir itibar olan ilim şanında zuhura kadir olan; bazen ilim itibarının zuhuru olduğu yerde dahi zuhur etmeye kadirdir. Yani o cami zuhurdan bir zuhur olarak. Hatta, şöyle bir zuhur olduğu dahi olur ki orada, ne ilim itibarı, ne de sair itibarlara bir mecal buluna... Bu durumda, o cami zuhur mertebesi, hariç mertebesinin de, ilim mertebesinin de ötesinde olur. Yani hariç için bir zıll, ilim mertebesinden daha yüksek.

Zati tecelliyi, ilim taayyünü ile mukayyed kılmak, umman denizi bir testiye sığdırmaya çalışmak kabilindendir; hatta, şarabı serapta aramak kabilindendir.

Bir şair şöyle demiştir:

Kim ki, sırça çanakta kavurma yapar;

O bir muhal uğruna ömrünü harcar...

***

Evet, ilim itibarı, zat itibarların tümden ecmaıdır (toplamıdır). Yine bunda, zıt kemalâtının şümulü de vardır; ondan başka itibarlarda bu yoktur. Şayet, ilmi zuhur için:

– Zat zuhurudur derlerse, amma mecaz yollu... Ve onun için, zati tecelli ıtlakını yaparlarsa... Bunun yeri vardır. İsterse.onların ıtlaklarından uzak ve zevklerine uymaz olsun.

Nitekim, bu mânâ, onların kelâmlarına nazar edenlere gizil değildir.

***

Burada, söyle bir soru sorulabilir:

– Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh Muhyiddin b. Arabi, demiştir ki:

– Uhrevi rüyet; lâtif, cami ve misali bir surette olacaktır.

Bu hususta sizin kanaatiniz nedir? Bunun için şu cevabı veririm:

– Anlatılan suret-i camia, Sübhan Hakkın rüyeti değildir; onun kemalât mazharlarından bir mazharın niyetidir. Böylece, misal aleminde hasıl olmuştur.

Bir şiir:

Müminler onu keyfiyetsiz görecekler;

İdraksiz ve darb-ı meselsiz erecekler...

Şübhan Hakkın rüyetine suret olarak kail olmak; hakikatta, Sübhan Hakkın rüyetini nefyetmektir.

O suret ki, misal aleminde hasıl olmaktadır; isterse cami mânâda olsun, bu misal aleminin miktarına göredir. İsterse onun bir vüs'atı (genişliği) olsun. Ne var ki o, yüce Allah'ın yaratmış olduğu alemlerden biridir. Nasıl onda suret-i camianın yeri olsun!.. Böylece o, vücubi kemalâtın tümünü cami ola ve onun bütününü zapt ede ve o mertebe-i mukaddeseye mir'at (ayna) durumunu ala!.. Onun rüyeti dahi, Hak Taala'nın rüyeti ola!..

Vücubiyet sıfatlarından bulunduğu, zati sıfatların dahi ecmaı olduğu halde; daha önce de anlatıldığı gibi, bütün sıfatları ve zati itibarları almaya kendisinde mecal olmayınca; mümkin ve mahluk olan misal alemi nasıl olur da kendisinde, bütün vücubi kemalâtı cami bir suret bulunur!

O suretin cami olduğunu faraza kabul etmek dahi, o mertebenin zılâlinden bir zılâl olur ki, zıllın rüyeti, hakikatta aslın rüyeti değildir.

Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz, uhrevi rüyeti, mehtabı görmeye benzetmiştir. Bunda gizli bir yan bırakmamıştır.

Zilli görmek dahi, bir teşt içinde ayı görmek gibidir ki, üstün fıtrata sahib olanlar bunu kabul etmezler.

Bu arada bilip anladığımız şudur:

Bu mukaddes mertebe için, ilim yeri dışında bir zuhur hasıl olması mümkündür. Daha önce de anlatıldığı gibi, bu zuhur için, hariç mertebesi zıllında bir sübut meydana gelir.

Anlatılan cami zuhur için dahi:

– Taayyün-ü evvel..

Tabir ettikleri ilim yerinde cami bir zıll meydana gelir.

Bu cami zuhur için yine, misal aleminde bir başka cami zıll olur ki, camii ilmi zılla bir ayna olur.

Misal aleminde lâtif bir surette zuhura gelen misal alemine bağlı bu zıll ise, mahlukatın ecmaı olan insan suretinde olur. Mümkündür ki:

– "Allahu Teâlâ, Ademi kendi sureti üzerine yarattı..."

Manasında buyurulan hadis-i şerif bu itibara göre varid ola. Lâkin, Sübhan Hakkın rüyeti, zuhuratın ve suretlerin ötesinde lâkeyfi ve lâmisli alemden gelecektir.

Uhrevi rüyete iman etmek gerek. Amma onun keyfiyeti, kemmiyeti, limmiyeti (niceliği, niteliği, nedenselliği-sebebiyeti) ile meşgul olmadan.

Ahiretin yaratılışı ile, dünyanın yaratılışının ve vücudunun asla bir münasebeti yoktur ki, birinin hükümleri, diğerinin hükümleri ile kıyas edile...

Oradaki göz, buradaki gözden başkadır.

Oradaki anlayış ve idrak dahi, buranın anlayış ve idrakinden başkadır. Onun için devam ve ebedilik vardır; bunun için fena ve zeval vardır.

Onun için, kemal mânâda letafet ve nezafet vardır; bunun için ise, gayet habaset ve son derecede kesafet vardır.

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh (Muhyiddin b. Arabi) yüce Hak için, ilim yeri dışında bir zuhur isbat eylemiyor. Tecelligâh ve zuhur yerleri dışında dahi; bir şuhuda, bir müşahadeye ve bir rüyete cevaz vermiyor.

Bir mısra:

İşte görüşüm, onların görüşünden başka...

Ne yapabiliriz ki? Bu meydanda Şeyhten başkası yok. Sırrı mukaddes olsun. Onunla da, bazen muharebe ediyoruz; bazen da musalaha (barış, sulh).

Marifet ve irfan kelâmını kuran, şerh edip yayan odur.

Tafsilatı ile tevhid ve ittihad kelâmını eden de odur.

Taaddüd ve tekessür menşeini de beyan eden odur.

Külliyeti ile vücudu Hakka veren odur. Bu alemi dahi, mevhum ve hayal kılan odur.

Vücud için tenezzülat isbat eyleyen, onlardan her birinin hükümlerini diğerinden ayırd eyleyen odur.

Alemi yüce Hakkın aynı bilen ve:

– Hepsi odur..

Diyen odur. Bununla beraber, yüce Hakkın tenzih mertebesini, alemin ötesinin de ötesinde bulan ve Sübhan Hakkı, görmekten ve idrak edilmekten münezzeh ve müberra bilen de odur.

Şeyh'ten (Muhyiddin b. Arabi'den k.s.) evvel gelen meşayih, bu babda konuşacakları zaman, işaret ve rumuzla konuşurlardı. Şerhi ve tafsilatı ile meşgul olmazlardı,

O kimseler ki, Şeyh'ten sonra geldiler. Yani bu taifeden... Onların pek çoğu, Şeyh'i taklid etmeyi tercih etti. Onun ıstılahına uyarak kelâm yürüttüler.

Biz sonradan gelen acizlere gelince, onun bereketlerinden feyz aldık (yani Muhyiddin b. Arabi'nin). Onun ilimlerinden ve maarifinden dahi bolca hazza nail olduk. Allahu Teâlâ onu bizden yana bolca mükâfatlandırsın.

Bu babda netice mânâ şu ki:

Beşeriyet hükmüne göre, hata zannı ile sevap mecali birbirine karışıktır. Dolayısı ile insan bazan hata eder; bazen da sevap işler. Mana böyle olunca, hiç şüphe edilmeye ki, ehl-i Hak olan süvad-ı azama muvafaakat eylemek gerek. Bunlara uymak, savap alâmeti olsun. Söylenen de ne olursa olsun. Bundandır ki, Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

– "Süvad-ı Azama (ezici çoğunluğu olan ehl-i sünnete) tâbi olmalısınız..."

Şu mânâ dahi, mukarrerdir ki, san'atın tekmili fikirlerin katılmasına bağlıdır; bir de değişik görüşlerin serd edilmesine. İsterse:

– Nahiv ilminin bânisi Sibeveyh'tir, denebilsin.

Lâkin, nahiv ilmi, son gelenlerin fikirlerinin katılması ve onlardan değişik görüşlerin girmesi ile kemalini bulmuştur. Ona bir başka şeylerin girmesi de, onda bir başka güzellik peyda olmuştur. Hatta denebilir ki:

– Bu, bir başka çeşittir; ona tek başına başka hükümler arız olmuştur.

Bir ayet-i kerime meali:

– "Rabbimiz, bize katından rahmet ver... İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla..." (18/10)