MEVZUU:
Sübhan Hakkı, kalble, ariflerin müşahedesinin
hakikati ve tahkiki.. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Fakir
Haşini Kişemî'ye yazmıştır.
***
Şunu sormuşsun:
– Dünyada iken, sofiye muhakkiklerinden
bazıları Yüce Hakkı müşahadeyi; dünyada iken, kalb gözü ile isbat eylemiştir.
Bu manadan olarak, Şeyh Arif, AVARİF nam
kitabında şöyle demiştir:
– Müşahede yeri kalb gözüdür.
Bu taifenin eskilerinden ve reislerinden
olan Şeyh Ebu İshak Külâbadî ise, TAARRUF nam kitabında şöyle demiştir:
– Şu hususta icmâ kararına varmışlardır
ki: Yüce Allah, dünyada kalb gözleri ile, baş gözleri ile görülmeye.. Meğer ki
ikan cihetinden gele..
Allah sırrının kudsiyetini artırsın..
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca.. Bu
iki tahkik arasındaki uyarlık nedir?. Senin görüşün hangisine uyar?. İhtilaf
mevcud iken:
– İcmâ..
Demenin manası nedir?.
Bu soruya cevab olarak, bilesin ki..
Allah seni irşad eylesin..
Bu meselede bu Fakir'in tercihi, TAARRUF
kitabının kâil olduğu mânâdır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.
Şunu da biliyorum ki: Bu dünyada
kalblerin nasibi o Yüce Hazret'ten yana ikandan başka bir şey değildir. Bu ikanı
dahi, ister rüyet (görmek) sansınlar; isterse müşahede..
Kalb için rüyet olmayınca, gözler için
nasıl olur?. Zira, bu dünya hayatında iken, baş gözü bu muamelede muattaldır.
Bu babda netice söz şu ki:
– İkan (iyi ve yakinen bilmek, kesin
biliş).. Olarak isimlendirilen kalbde hâsıl olan mânâ; misal âleminde
Zira, şehadet âlemine münasib bir
şekilde; her mânânın misal âleminde bir sureti vardır. Şöyle ki: Kâmil mânâda
olan bir yakîn, yani: Şehadet alemindeki.. aynı şekilde, misal âleminde rüyet
olarak zuhur eder.
İkan, rüyet suretinde görüldüğüne göre;
zarurî olarak, onun taalluk ettiği de, yani: Kendisine ikan edilen.. görülen
suretinde zuhur eder. Salik de, onu misal aynasında müşahede edince; aynanın tavassutundan çıkar; sureti hakikat zanneder. Sanır ki: Kendisine, rüyetin hakikati olarak hâsıl oldu; kendisine görülen zuhura geldi.. Ama, bilmez ki: O rüyet, ikanın suretidir; görülen dahi, ikan edilenin suretidir.
Anlatılan durum, sofiye
galatlarındandır; suretlerin hakikatler suretine girmelerindendir.
Anlatılan rüyet ki galip geldi; batından
zahire taşmaya başladı.. İşte o zaman, saliki tevehhüme düşürür ve sanır ki:
Kendisine baş gözü ile görmek hâsıl oldu.. Matlub dahi, duymaktan çıkıp baş başa
olmaya döndü..
Ne var ki, aslında basiret (kalb gözüyle
görme) olan bu mananın husulü, tevehhüme ve telebbüse mebnidir (vehme ve benzer
iki şeyi birbirinden ayırt edememeye dayanır). Onun bir parçası olan göz için bu
dünya hayatında ne isabet alabilir ki (Basiret bile bu meselede aciz kalırken,
basiretin bir parçası olan göz, bu dünya hayatında ne görebilir ki)?. Kendisine
rüyet (görme) nasıl hâsıl olur?.
Kalbî rüyette, sofiyeden büyük bir
topluluk, tevehhüme düşmüş ve onun vukuunu basarî rüyetin (gözle görmenin)
hilâfına hükmetmişlerdir (Yani zanna kapılarak, kalble rüyeti câiz görüp, gözle
rüyete cevaz vermemişlerdir). Onun vukuu tevehhümüne (gözle görme vehmine) dahi, bu taifeden ancak, nakıs olanlar düşer.. Böyle bir şey de (gözle görme), ehl-i sünnet vel-cemaatın üzerinde durduğu mânâya aykırıdır. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
– Kendisine ikan edilen zat ki, misal
âleminde sureti vardır; bundan lâzım gelir ki, Sübhan Hakkın orada bir sureti
ola..
Bunun için şu cevabı veririm:
– Sofiye cevaz vermiştir ki; her ne
kadar Yüce Hakkın bir misli olmasa da onun bir misali ola.. Bir suretle, misalde
zuhuruna dahi cevaz vermişlerdir.
Nitekim bu manayı, Sahib-i Füsus
(Muhyiddin b. Arabî) Allah sırrının kudsiyetini artırsın anlatmıştır. Yani şu
manada:
– Âhiret rüyeti dahi, câmi (toplu,
genel), misali, latif bir surette olacaktır. Bu cevabın bir başka tahkiki şudur:
– Misalde bulunan; kendisine ikan
edilenin sureti Sübhan Hakkın sureti değildir. O keşfolunan bir surettir ki:
İkan sahibinin ikanı ile taalluku vardır. O keşfolunan dahi, Sübhan Hakkın bazı
yüzleri ve itibarları olup onun Yüce Zat'ı değildir.
İrfan sahibinin muamelesi zata ulaştığı
zaman; kendisine bu gibi tahayyülât zahir olmaz. Ne rüyet, ne de mer'î (ne
görmek ne görülen) tahayyül eder. Zira, Sübhan Hakkın misalde pek mukaddes
zatına suret yoktur ki; kendisine zuhur etsin. İkanını dahi, rüyet suretinde
görsün..
Şöyle dememiz de mümkündür:
– Misâl âleminde mânâların suretleri
vardır; zatların suretleri yoktur. Şöyle ki: Âdem, tamamı ile isimlerin ve
sıfatların mazharlarıdır; onun zatiyattan yana nasibi yoktur. Nitekim bu manayı,
bir çok yerde tahkik ettim. Durum böyle olunca, zarurî olarak, tamamı ile
mânâlar kısmından olur; misalde dahi onun bir sureti bulunur. Vücubî kemalâtta
(Allah Teâlâ'nın kemâl mertebelerinde), hangi mertebe ki kıyamı Yüce Mukaddes
Zat ile olan sıfat ve şan bulunur ve maani (mânâlar) kabilindendir; noksan yollu
olsa dahi, misalde bunların suretinin bulunmasının yeri vardır. Amma, Yüce
Hakkın zatına gelince.. haşa ki: Onun, mertebelerden bir mertebede sureti ola..
Zira, suret tahdid ve takyidi gerektirir. Böyle bir şey ise.. hangi mertebede
olursa olsun caiz görülmez. Hepsi, Yüce Allah'ın mahluku olan mertebelerin ne
mecali vardır ki; Yüce Yaratıcıyı mahdud ve mukayyed kılalar. Her, kim, Sübhan
Hakkın Zatı için misal cevazı vermiş ise.. bu yüzler ve itibarlar ciheti iledir.
Zatın aynı itibarı ile değildir. Her ne kadar zatın yüzleri için dahi misal
cevazı bu Fakir'e ağır gelir ise de; ancak uzak zılâlden (gölgelerden) bir zılda
cevaz verilir.
***
Beyandan anlaşıldı ki: Suretlerin
misalde resmedilmesi, ancak mânâlar ve sıfatlar içindir; zat için değil..
Uhrevî rüyetin, misalî surette olacağı
cevazına dair Sahib-i Füsus'tan Ks. gelen mana, Sübhan Hakkın rüyeti değildir.
Hatta, Sübhan Hakkın suretinin rüyeti de değildir. Zira onun sureti yoktur ki,
kendisine rüyet taalluk etsin.. Şayet misalde bir suret var ise.. o da zılâl-i
baideden bir zıldır (uzak gölgelerden bir gölgenin suretidir). Böyle olunca onun
rüyeti, nasıl Sübhan Hakkın rüyeti olabilsin!.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın;
Şeyh rüyeti nefyinde, mutezileden ve felsefecilerden geri kalmamaktadır. Hatta
rüyeti o derecede isbat eder ki; rüyetin nefyini (inkârını) gerektirir. Halbuki
bu, sarih olarak nefyetmekten daha şümullüdür. Zira:
– Kinaye, sarihten daha şümullüdür
(dolaylı anlatma açık olarak anlatmaktan daha kapsamlıdır)..
Cümlesi, kaziye-i mukarraradır
(kararlaştırılmış bir hükümdür). Arada ancak şu fark var ki: O cemaatın uyduğu,
akla dayalı şeylerdir.. Şeyh'inki ise.. sağlıktan uzak keşiftir.
Şöyle bir duruma benzer gibidir ki:
Muhaliflerin tam olmayan delilleri; Şeyh'in (k.s.) muhayyilesinde yerleşmiş ve
bu meselede onun keşfini doğruluk isabetinde tahrif etmiştir; muhaliflerin
mezhebine meylettirmiştir. Lâkin, ehl-i sünnetten olduğundan, onu suret olarak
isbat eyleyip bu kadarıyla yetinerek onu rüyet zannetmiştir.
Dua makamında bir âyet-i kerime meali:
– «Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi
muahaze eyleme..»
Bu ince meselenin tahkiki, AVÂRİF nâm
kitabının bazı yerlerinin halli zımnında yazdıklarımda geçmiştir.
***
– İhtilaf mevcud olduğu halde, icmaın
tahakkuku..
Manasında sorduğunuza gelince.. herhalde
bu ihtilâfın geçtiği meseleler, icma vaktinde yoktu.. Yahut:
– İcma'.. Demekle, asrındaki meşayihin icmaını murad etmiştir. Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
|