MEVZUU: Sofiyenin, Sübhan Hakkın kelâmını duyması ve o yüce Hak'la mükâlemesi.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Fakir Haşim Kişemi'ye yazmıştır.

***

Sormuşsunuz ki:

– Bazı âriflerin söylediği şu cümlenin manası nedir:

– Biz Sübhan Hakkın kelâmını duyarız. Onunla aramızda mükâleme (konuşma) olur.

Nitekim bu gibi mânâ, İmam-ü Humam Cafer-i Sadık'tan da nakledilmiştir. O demiştir ki:

– Ayet-i kerimeyi tekrar ederim. Tâ, onun mütekelliminden (kelâm edenden) duyuncaya kadar.

Bundan başka Hazret-i Şeyh Abdülkadir Geylani'ye (k.s) ait olan RİSALE-İ GAVSİYE nâm eserde dahi bunlar anlatılmaktadır.

Size göre bunların hakikati nedir?

Allahu Teâlâ seni irşad eylesin, bilesin ki;

Sübhan Hakkın kelâmı, O'nun zâtı ve sâir sıfatları gibidir. Keyfiyeti (nasıllığı, durumu) olmayan bir kelâmı duymak dahi, aynı şekilde lâkeyfidir. Zira, keyfi olanın lâ-keyfiye çıkan yolu yoktur. Dolayısı ile bu duymalar, kulak duygusuna bağlı değildir. Zira o (kulak duygusu), tamamı ile keyfiyetle mütekeyyiftir (keyfiyetlidir). Şayet kulun orada bir duyması var ise bu, ruhani bir telâkki iledir. Zira, ruhun da; lâkeyfi manadan nasibi vardır ki, harflerin ve kelimelerin tavassutu olmaz.

Aynı şekilde, kelâm kuldan gelse dahi, yine ruhani ilka ile olup harfler ve kelimeler yoktur. Bu kelâm için dahi, lâkeyfi olmaktan yana bir nasp vardır. Çünkü lâkeyfi için duyulmuş bulunmaktadır.

Misâl olarak biz deriz ki:

– Kuldan sudur eden lâfzî kelâmı, Sübhan Hak, keyfiyeti olmayan bir duyma ile işitir. Hem de, harflerin ve kelimelerin tavassutu (vasıtalığı), takdim ve tehir olmadan (öncelik, sonralık olmadan).

Zira, Sübhan Hak üzerine zaman yürümez ki, oraya takdim, tehir sığısın.

Bu yerde kuldan gelen bir duymak var ise o, bütünüyle duyucudur. Eğer bir kelâm var ise, o bütünüyle mütekellimdir (kunuşucudur). Yani kul, bütünüyle kulak, bütünüyle dildir.

Nitekim, Âdem'in (a.s) zahrından (sırtından) çıkan zerreler, misak günü:

– "Elestü birabbiküm?.. (Sizin Rabbiniz değil miyim?)" (7/172), hitabını külliyetleri ile vasıtasız duyup cevabını verdiler. Zira onlar, bütün olarak kulak, bütün olarak dil olmuşlardır.

Şayet kulak, dilden ayrılmış olsaydı; duymak hasıl olmazdı. Lâkeyfi manadaki kelâm da öyle... Lâkeyfi mertebeye, öyle bir şey lâyık da olmazdı.

Sultanın ihsanlarını, ancak onun taşıyıcıları alabilir.

Bu babda netice mânâ şu ki:

Ruhâniyet yolundan alınan mütelakka (telakki edilen, anlaşılan) mânâ, insanın içinde bulunduğu hayal aleminde misâl âlemi timsaline göre temessül eder (cisimlenir, görünür). Yani tertipli kelimelerin ve harflerin sureti ile... Bu telâkki ve ilka ise duymak ve lâfzi kelâm resmine girer. Zira, her mânânın, o alemde bir sureti vardır. İsterse, o mânâ, keyfiyetten münezzeh olsun. Ne var ki, keyfiyetten münezzeh olanın resmedilmesi, orada bir keyfiyetle mükeyyef surette olur. Zira, resmedilmekten maksud olan anlamak ve anlatmak üstte anlatılan duruma bağlıdır.

Bir salik; amma mutavassıt (orta mertebelerde) olan salik, kendinde birtakım harfler ve tertipli kelimeler bulup lâfzi kelâm hissederse; tahayyül eder ki, o kelimeleri asıldan duydu ve ayrıntısız oranda aldı. Halbuki o harflerin ve kelimelerin hayali suretler olduğunu bilemez. Yani o telâkki edilen manalar için... Bu duymak ve lâfzi kelâm ise, o duymanın ve lâkeyfi kelâmın timsalidir.

Mârifeti tam bir irfan sahibi için yerinde olur ki, her mertebenin hükmünü diğerinden ayırd ede... Birinin hükmünü diğerine karıştırmaya...

Bu irfan sahiplerinin duymaları ve kelâmları lâkeyfi mertebeye bağlı olup ruhani telâkki ve ilka kabilindendir.

Bu harfler ve kelimeler ki, –o telâkki edilen manadan böyle tabir ederler– misâli suretler âlemindendir.

Onlar ki, harfleri ve kelimeleri Sübhan Allah'tan duyduklarını zannederler; iki fırkaya ayrılmışlardır.

Bir fırkaya mensub olanlar derler ki:

– Yaratılmış olarak duyulan bu kelimeler ve harfler kâdim olan nefsî kelâma delâlet eder.

Bunlar, hal olarak ikinci fırkadan daha iyidir.

İkinci fırka ise sözü, şânı büyük Hakkın kelâmına yorarlar. Duyulan tertipli harfleri ve kelimeleri ise, yüce Hakkın kelâmı bilirler. Bu arada, o yüce mukaddes Hakkın zatına lâyık olanla olmayanı ayırt etmezler.

Bunlar cahil ve battal kimselerdir. Sübhan Hak için câiz olanla olmayanı bilmezler.

Bir âyet-i kerime meali:

– "Sübhansın, bize öğrettiğinden başka bildiğimiz yoktur. Sen Âlim, Hakim'sin..."(2/32)

Salât ü selâm, Hayrü'l-beşer Resulullah'a ve onun âline ve pek temiz ashâbına.