MEVZUU: Resulullah (sav) Efendimizin iki ismine taalluk eden sırlar beyanındadır.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Fakir Haşim Kişemi'ye yazmıştır.

***

Bilesin ki,

Resulullah (sav) Efendimiz, iki isimle müsemmadır. Bu iki isimden her biri Kur'an-ı Mecid'de anlatılmıştır.

Allahu Teala, şöyle buyurdu:

– "Muhammed, Allah'ın Resulüdür..." (48/29)

Yine Sübhan Allah, Ruhullah'ın müjdesini hikâye ederek, şöyle buyurdu:

– "Onun ismi Ahmed'dir..." (61/6)

Bu iki mübarek isimden her biri için, kendi başına bir velayet vardır.

Velâyet-i Muhammediye, her ne kadar Resulullah (sav) Efendimizin mahbubiyetinden neş'et etmiş ise de; orada sırf mahbubiyet yoktur. Aynı zamanda, ona muhibbiyet keyfiyeti de karışmıştır, isterse bu karışma, Resulullah (sav) Efendimize asaleten sabit olmasın. Böyle olsa dahi, onun sırf mahbubiyetine manidir.

Velayet-i Ahmediye'ye gelince bu, sırf mahbubiyetten neş'et etmiştir. Orada, muhibbiyet şaibesi yoktur.

Bu ikinci anlatılan velayet; bir kadem, önceki velayetten daha ileri olup bir merhale, matluba ondan daha da yakındır. Muhibbin rağbeti onda daha fazladır.

Çünkü mahbub, mahbubiyette her ne kadar daha tamam olur ise, muhibbin  nazarında, istiğnası ve dilâli daha güzel ve daha melih olur. Muhibbi kendine cezbetmesi ve onu kendisine dalgın ve hayran bırakması o kadar çok ve ziyade olur.

Bir şiir:

İftinanım hiç değil onun yalnız cemalinden;

Olmaktadır, hepsi onun nazından işvesinden...

Burada

– İftinan... tabirinden murad, aşıkın matlubuna olan aşkın ifratıdır.

Sübhanellah... Ahmed ismi, acayip yüksek bir isimdir. Kelime-i mukaddes EHAD isminden ve MİM halkasından terkib edilmiştir. Bu MİM harfi de, lâkeyfi alemde, incelik taşıyan ilâhi sırlardan sayılır. Bu keyfi alemde dahi, o saklı sırdan tabir edip anlatmak mümkün değildir. Yani MİM harfi halkası olmadan... Şayet öyle bir imkân olur ise, onu, Sübhan Hak tabir buyurur.

EHAD, şeriki olmayan o EHAD'dir. MİM harfi halkası dahi, o ubudiyet tokudur ki, (tok, halkadır); kulu Mevlâ'dan ayırd eder.

Kul MİM'in halkasıdır. EHAD lâfzı ise, ancak onun tazimi ve hususiyetini izhar için gelmiştir. Yani Resulullah Efendimizin... Ona ve âline salât ve selâm olsun.

Bir şiir:

Olunca, bir kimseye sahi bu isim;

Olur müsemması pek aziz, pek kerim...

Aradan bin sene geçtikten sonra; o velayet, bu velayete müncer oldu. Velâyet-i Muhammediye dahi, Velâyet-i Ahmediye'de nihayet buldu, iki ubudiyet toku, bir tokta baki kaldı. Tok-u evvelin (yani birinci MİM'in halkası) yerine de ELİF harfi yerleşti. Bu ELİF Resulullah (sav) Efendimizin Rabbına işarettir. Böylece, MUHAMMED ismi, AHMED oldu. Ona ve âline salât ve selâm.

Geçen bin senenin, büyük işlerin değişmesinde tesiri vardır.

Üstte anlatılan mananın beyanı şöyledir:

İki ubudiyet toku, (halkası) mübarek MUHAMMED ismine derce edilen iki mimin iki halkasından ibarettir. Yine mümkündür ki, bu iki tok, Resulullah (sav) Efendimizin iki taayyününe işaret ola... Yani:

a) Beşeri cesedi,

b) Ruhi meleki taayyünlerine... Mevt arazları sebebi ile cesedi taayyüne fütur gelip ruhi taayyünü kuvvet bulmuş ise de; lâkin o taayyünün eseri baki kalmıştır. Bundan lâzım geldi ki, bin sene geçtikten sonra, o eser dahi zail ola... O taayyünden bir nişan kalmaya...

Bin sene geçtikten sonra, o taayyünden eser kalmadı. Ubudiyetin iki tokundan bir toku da koptu. Ona zeval ve fena arız oldu. Üluhiyet ELİF'İ de onun yerine oturdu. Onun için şöyle demek mümkündür:

– O bekabillah gibidir...

Böylece, zaruri olarak MUHAMMED ismi, AHMED oldu. Velâyet-i Muhammediye dahi, Velâyet-i Ahmediye'ye intikal etti.

MUHAMMED, iki taayyünden ibarettir.

AHMED, yalnız bir taayyünden kinayedir. Ve bu isim, ıtlak makamına, birinci isimden daha yakın ve alemden de daha uzaktır.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

– Meşayihin takrir eylediği ve onları velayete bağladığı fenanın ve bekanın manası nedir? Bu, Taayyün-ü Muhammedi'de anlattığın fenanın ve bekanın manası nedir?

Bunun için şu cevabı veririm:

– Velayetin bağlı olduğu fena ve beka, şühudidir. Eğer orada bir fena var ise, nazar itibarı iledir. Eğer beka ve sebat var ise, bunlar da nazar itibarı iledir.

Orada beşeri sıfatların setri vardır; zevali değil.

Amma bu taayyünün fenası öyle değildir. Hatta burada, beşeri sıfatlara, vücudi zeval tahakkuku vardır. Cismaniyetten ruhaniyete geçmek vardır.

Beka canibinde ise, kul her ne kadar hak olmaz ve kendisinden ubudiyet ayrılmaz ise de, lâkin o, Sübhan Hakka pek yakın düşer. Kendisine ziyade maiyet hasıl olur. Nefsinden dahi, pek uzak kalır. Beşeri hükümlerin ondan kalkması dahi, pek ziyade olur.

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,

Beşeri sıfatların fena bulmasına bağlı bulanan bu Uruc-u Muhammedi; her ne kadar muamelesi yüce zirveye çıkar ve onu gayr ve gayriyet cezbelerinden halâs eder ise de, lâkin ümmetine muamele pek zor olur. Beşeri münasebet yolu ile olan hidayet nuru da azdır. Bu son acizlerin hallerine teveccühü dahi az olur. Bütün külliyeti ile hakikat kıblesine teveccüh etmiştir.

Vay o reayanın haline ki; Sultan onların haline iltifat etmez; bütün külliyeti ile, mahbubuna müteveccihtir.

Anlatılan manadan ötürüdür ki, bin seneden sonra, küfür ve bid'at zulmetleri istilâ etmiştir, İslâm nuruna da noksan gelmiştir.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, nûrumuzu tamamla; bizi bağışla... Sen her şeye kadirsin." (66/8)

 


Semerkand Tercümesi