MEVZUU:
a) Hayat ve ilim
ile müttasıf olan yüce Hakkın sıfatlarının beyanı. Ve sair kemalât.
b) Sıfatların yüce Sultan Hakkın zatı ile kıyamının tahkiki.
NOT:
İmam-ı Rabbanî Hz.
bu mektubu, Molla Sultan Serhendi'ye
yazmıştır.
***
Bilesin ki,
Sübhan Hakkın Zatı ile kaim olan; hayat,
kudret, ilim ve diğerleri gibi Vacibü'l-Vücud sıfatlarının, tam manası takaddüs
ve tenezzühten dolayı, mümkin sıfatları ile asla münasebeti yoktur. Çünkü,
mümkinin sıfatları arazlardan ibaret olup cevherle kaimdir. Yüce Sultan Vacib'in
sıfatları ise, cevherlere kıyam verendir. Cevherlerinin kıyamı ancak onunla
olmaktadır.
Aynı şekilde, mümkinin sıfatları, sırf
(cansız) cemaddır; bunların hükmü dahi, meyit hükmüdür. Onların hayat, ilim ve
diğerlerinden yana hiçbir nasibi yoktur. Lâkin, mümkin, onların tavassutu ile
hayy (diri) ve alim olmaktadır. Amma, o, kendi kendine ne alimdir; ne hayy, ne
de kadirdir. Amma Vacibü'l-vücudun sıfatlan böyle değildir. Onlar, bu Fakir'in
keşfi nazarında; kendilerinin sıfatını alan gibi, hayy, alim, müdriktir.
Bunların böyle oluşu, kendilerine derc edilen kemalâttan ve o kemalâta
dalmalarından ötürüdür. Ne var ki, bunları bilmek, huzuri ilim kabilindendir;
husuli ilim değil.
Aynı manadan olarak; vücup mertebesinde
sabit olan her sıfat ve şan, bütünüyle kendileri için hayat ve ilim sübutu ile
inkişaf eder. Nazarda dahi, sırf nur olarak zuhur eder. Sanki bu nur, tamamen
hayattır ve tamamen ilimdir. Ve inkişaftır.
Anlatılan iki sıfat, o makamda açıktır;
bellidir. Kudret, irade ve diğer sıfatlar böyle değildir. Zira bunlar o makamda,
öyle bir vuzuhla inkişaf etmez.
Evet,
Bu yerde lâzım olan, kemalâtın
inkişafıdır. Bu inkişaf dahi, ilme taalluk etmektedir. İlim dahi, hayata tabi
olduğundan, mutlaka hayat sıfatı dahi gereklidir.
Kudret ve irade makdura ve murada
bağlıdır.
Semi ve basardan yana ilimle yetinmek
mümkündür.
Kelâm maksat ise, ifadedir.
Tekvin ise, ancak mükevvenat içindir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, hem
sıfat cami manada olduğundan; anlatılan kâmil sıfatlar orada sabittir. Amma
zuhur eder; amma etmez.
Şöyle bir şey söylenemez:
-Bu beyandan lâzım gelir ki; mananın
kıyamı mana ile ola... Çünkü sıfatlar, hayy ve alim olduklarından; hayatın ve
ilmin de onlarla kıyamı mutlak gerekir.
Böyle bir kelâma karşı şöyle deriz:
-Her iki sıfatın (hayatın ve ilmin)
kıyamı da Vacib Teala'nın Zatı iledir. Biri asaletle, bir de tebaiyetle. Tıpkı
ulemanın arazların bekasında anlattıkları gibi. Şöyle ki: Araz ve arazın bekası,
iki birden araz mahallinde kaimdir.
Bu bahsin daha ileri manada tahkiki
şöyledir:
Vacib sıfatlarının kıyamı pek mukaddes
Zatı iledir. Ve bu kıyam, arazın cevher ile olan kıyamı gibi değildir; böyle bir
şey olamaz. Elbette böyle bir kıyam, saniin masnu (yaratanın yaratılanı) ile
olan kıyamına benzer. Zira sani, masnuun kayyumudur. Orada bir ittisaf olsa
dahi, burada böyle bir ittisaf yoktur. Elbette burada, bir şeyin zatı ile kıyamı
gibidir. Ancak fark, orada bir ziyadeliktir; burada ise, ziyadelik tasavvur
edilmiş değildir. Lâkin oradaki ziyade dahi, gayriyet (başkalık) sırrına
götürmez. Zira onlar:
-Onun gayrı değildir, demişlerdir.
Her iki yerde de, itibari tagayyür,
sabit olup kıyam dahi tahakkuk etmiştir. Burada ittisaf husulü dahi, insanın
insaniyetle ittisafı kabilindendir; cevherin dahi cevheriyetle ittisafına
benzer.
Hatta şöyle derim:
-Pek mukaddes Zat mertebesinde ve onunla
kaim olan hakiki sıfatlarda, ne sıfat mülahazası vardır; ne de ittisaf. Hem de
hiçbir şekilde... Ne Hazret-i Zat'ta mevsufiyet mülâhazası vardır; ne de
sıfatlarda sıfatiyet
mülahazası. O makamda vücud ve vücub-u
vücud için mecal olmayınca; sıfat ve ittisaf için nasıl orada mecal olur? Zira
o, vücud teferruatındandır.
O mukaddes mertebede, nurdan başkasının
mecali yoktur. Bu dahi, lâkeyfi (oluşu ve şekli belli olmayan) bir şekilde
vardır.
Eğer orada bir hayat var ise, nurdur.
Eğer orada bir ilim var ise, bu da
nurdur.
Üstteki kıyas devam edip gider.
Lâkeyfi manada, bu pek mukaddes Nur için
bir zuhur sübut bulunur ise... Yani tagayyür ve intikal olmadan ikinci bir
mertebede, onun mazhariyetini vücuttan başka bir şey kabul edemez. Bu manadan
olarak, taayyün-ü evvel, bu Hakir'in katında taayyün-ü vücudidir. Sair taayyünat
dahi, bu taayyün-ü evvele tabidir. Her ne kadar bu Fakir'in ilmi iktizasına
göre:
-Taayyün-ü evvel, ıtlakının burada
mecali yok ise de, lâkin bu lâfız, evliya arasında âdet haline geldiğinden; biz
de onların ıstılahları üzerine yürüdük; bu mana ıtlakında kolaylığı tercih
ettik.
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, nurumuzu tamamla... Bizi bağışla... Sen her şeye
kadirsin."(66/18
|