|
KADININ FENDİ "2"
Bir Muhlis’in (Çelebi
Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikâyesinin
neticesini istemekte. Karıkoca hikâyesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu
nefsinle aklının misali bil.
Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lazımdır, kötü kişiye
de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera
içinde. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yani eve lazım
olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.
Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevazu
gösterir; gah ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu
düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allah gamından başka bir şey
yoktur.
Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat
sen dış yüzünün tamamını dinle. Eğer yalnız manaya ait anlatış kifayet etseydi âlem
halkı, tamamı ile işten güçten kalır, âlemin nizamı bozulur giderdi. Sevgi
düşünce ve manadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zahiri suretleri de
kalmaz, yok olurdu. Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran
ancak görünüşe ait şeylerdir. Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli
bulunan sevgilere şahadet eder. Çünkü ey ulu kişi, zahiri iyilikler gizli
sevgilere şahittir. Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur.
Sarhoş bazen şaraptan olur, bazen da ayrandan! Ayran içen de kendisini sarhoş
gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür. O mürai de, kendisini muhabbet
sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan
şeye alamettir. Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o eğri,
yalancı alameti, doğrusundan ayırt edelim.
Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Allah nuru ile bakar, görürse o zaman bu
temyizi elde eder. Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi...
Akrabalık sevgiyi bildirir. Fakat imam ve muktedası Allah nuru olan kişi, ne
eserlere kul olur ne sebeplere. Sevgi gönülde şulelendikçe büyür, nihayet sevgi
sahibi, eserden kurtulur. Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi
nurunu bütün kâinata yaymıştır. Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilat var
ama sen ara. Gerçi mana, bu suretten zahir olmaktadır ama bir cihetten manaya
yakındır, bir bakımdan manaya uzak!
Delalet hususunda mana ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan
birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar. Sen mahiyetleri de bırak, hususları da. O
iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.
Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin. Kılıcı kından çek, emret. Ne
dersen ben sana tabiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü... Ona bakmam. Senin
uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.”
Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi
istiyorsun?” dedi.
Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Adem Safi’yi
yaratan Allah hakkı için (Seni seviyorum.) Allah, Adem’e
üç arşın bir boy verdiği halde ruhlarda, levhlerde ne
varsa hepsini gösterdi. Allah, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa,
önceden ve “Allemelesma” sından
ders verdi, öğretti. Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular,
kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler. Adem’in yüzünden nail oldukları fütühata,
göklerde bile erişememişlerdir.
Adem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök
sahası bile dardı. Peygamber “Allah; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta
arşa sığmam. Bunu, ey aziz, yakinen bil. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan
kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi.
Allah dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir
ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.” Arş, bile o nuriyle,
o genişliğiyle beraber Adem’ görünce yerinden kalktı.
Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat manaya karşı suret nedir ki? Her melek
diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle ülfetimiz vardı. Hizmet ve ibadet
tohumunu yere ekiyorduk.
Yere olan bu meylimize, bu alakamıza da şaşmaktaydık. Gökten yaratıldığımız
halde yeryüzüne bu alakamız nedir? Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden?
Nur zulmetlerle yaşayabilir mi? Ey Adem! O ülfet,
senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü. Topraktan olan cismini
yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular. Şimdi canımızın ruhundan
bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.
Yeryüzündeydik ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz
yoktu. Allah da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme,
acı geldi. O yüzden Allah’a deliller getirerek “Ey Allah! Bizim yerimize kim
gelecek? Bu tesbih ve tehlilin nurunu, dedikoduya satıyorsun” dedik.
Allah hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi:”Açıkça istediğinizi söyleyin. Tek
evlatların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.
Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazabımdan artıktır.
Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım; Sen
söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr
eden ağız açamasın.
Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp
mahvolur. O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat
denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bakidir dedi.” Hayır, ne
dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür. İşte o köpük
hakkı için, o saf deniz hakkı için bu söz bir sınama, bir laf değil.
Sevgiden, vefadan, boyun büküp teslim olmadan ileri gelmiştir. Huzuruna
varacağım Allah hakkı için. Bu hevesim, sence sınamadan ibaretse bu sınamamı
sına. Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün
yettiğini buyur! Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya
çıksın bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim. Fakat nasıl edeyim; elimde ne
çare var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?”
Kadın dedi ki:”Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır. O Allah
vekili, Allah halifesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir. O
padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi
olmayanların yanına gidip duracaksın? İkbal sahiplerinin dostluğu kimya
gibidir. Onların nazarına benzer kimya nerede?
Ahmed’in gözü Ebubekir’e o bir tasdik yüzünden sıddık olmuştur.” Kocası, “Ben
padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahanesiz onun yanına nasıl giderim?
Buna bir münasebet, bir vesile gerek. Hiçbir sanat aletsiz meydana gelir mi?
Mecnun gibi ki, birisinden Leyla’nın bir parça hastalandığını duydu. Eyvah,
dedi; bahanesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hale gelirim?
Keşke hazık bir hekim olaydım... O vakit Leyla’ya koşa, koşa giderdim.
Allah, bize “Ya Muhammed, gelin de” buyurdu da bu davet, utanmamızın
giderilmesine sebep oldu. Gece kuşlarının gözleri ve kabiliyetleri olsaydı
gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.
Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse
aletsizlik, aletin ta kendisi, vesileden mahrum oluş, vesilenin aynı olur.
Çünkü alet, vesile; davaya düşmektir, varlık alametidir. Asıl hüner
aletsizliktedir, alçalmadadır."
Arap “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim? Müflisliğime
de bir delil gerek ki padişah halime acısın. Sen, bana dedikodudan ve hileden
başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin. Çünkü sözden ve kötü
hileden ibaret olan bu şahitlik o hakimler hakiminin
yanında mecruhtur. Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden
parıldasın (halini arz etmeden hali anlaşılan)” dedi.
Kadın dedi ki: “Doğruluk varlığından tamamı ile çıkıp arınarak, isteğini terk
etmendir. Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermayen bundan ibaret. Bu
su testisini al, git; padişahlar padişahın huzuruna var, armağan götür. De ki:
Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç
yoktur. Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur.
Bu su az bulunur.
O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin
suyu var. Ey Allah! “Allah, cennet karşılığına iman edenlerin canlarını,
mallarını satın aldı” ayetindeki fazıl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu
testimizi kabul et! Bu beş duygudan meydana gelme beş lüleli testideki suyu her
türlü murdar şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut. Bu suretle şu
testinin denize bir menfezi olsunda testim deniz huyuyla huylansın.
Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister. Ondan sonra da
artık testinin suyu nihayetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce
dünya dolar. Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur.
Allah” Gözlerinizi heva ve hevesten yumun” buyurdu. Arap, kimin böyle bir
hediyesi var? Hakikaten bu armağan, öyle bir padişaha layık diye
gururlanmaktaydı. Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker gibi Dicle
akıp durmakta. Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla dolu, deniz gibi
akıp gitmekte. Padişahın huzuruna var da şevketi, azameti gör; altından
nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak! O saffet denizine nispetle
bizim, anlayışlarımız bir katreden ibarettir.
Arap, evet, dedi. Testinin ağzını kapa, hakikaten armağan, bize faydalı. Keçeye
sar sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın. Çünkü dünyada bunun gibi su
yoktur. Bu halis şarap, zevk ve sefa kaynağı! Çünkü onlar acı tuzlu suları
içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır. Durağı, yatağı acı subaşı
olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin? Yurdun acı su kaynağı; Şatt’ı,
Ceyhun’u nereden bileceksin?
Ey şu fani konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin
ki! Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivayet yoluyla bilirsin.
Senin yanında bu adlar ebced gibidir. Ebced, hevvez. Bunlar, bütün
çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat manası yok. Hulasa, Arap testiyi alıp
yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı. Testiye bir ziyan gelecek diye
korkusundan titreyerek çölden ta... Şehre kadar götürdü.
Kadın da evde seccadesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte; “Suyumuzu, bayağı
kişilerden koru... Ya Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır. Her ne kadar kocam
uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı olur. Cevher dediğin de
nedir ki... Bu su Kevser suyudur. İncinin aslı, bunun bir katresidir” diyordu.
Kadının ağlayıp yalvarması; erkeğin derdi ve ağır yükü bereketiyle, Arap,
testiyi hırsızlara kaptırmadan, taşla kırdırmadan durup dinlenmeksizin ta
Hilafet Şehrine kadar götürdü. Orada bir tapu gördü ki nimetlerle dolu.
Haceti olanlar oraya tuzaklarını yaymışlar? Zaman, zaman her tarafta bir haceti
olan o tapudan ihsana nail olmuş, hil’atler elde
etmiş. O kapı; kâfire, Müslüman’a, güzele, çirkine güneş gibi! Bir bölük halk
gördü, huzurda bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.
Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, içinde... Hepsi sur üfürülmüş te dirilmiş canlar gibi. Görünüşe aldananlar, cevherlere
gark olmuşlar... İç yüzüne ehemmiyet verenler, mana denizini bulmuşlar. Himmetsizler,
himmete erişmiş... Himmet sahipleri nimete erişmiş!
Kapıdan ses gelmekteydi: Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara
muhtaçtır. Cilalı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve
zayıf kişileri arar. Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp
bezenirler. İhsan ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür. Bundan dolayı H
“Vedduha” suresinde “ Ey Muhammed, yoksula bağırma”
buyurdu. Mademki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes
aynayı buğulandırır. Allah’ın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır,
bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsanda
bulunur. Şu halde yoksullar, Allah cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve
varlıktan tamamı ile geçen hakiki yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.
Bu iki çeşit yoksuldan başkaları(yani varlığı olmayanlarla varlıktan
geçenlerden başkaları) esasen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir,
perdedeki, nakıştan, suretten ibarettir.
O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.
O, Allah fakiri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.
Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.
O evde beslenen kuştur, havada uçan Simurg değil.
Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hak’tan değildir. Yemek, içmek için Allah
aşığıdır; cam güzelliğe aşık değildir. Allah’ın zatına
aşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zat değildir;
vehmi, esma ve sıfatın verdiği vehimdir. Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar.
Hak ise doğmamıştır, doğurmaz. Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine âşık
olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Allah âşıklarından olacak? O vehme
aşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini
nihayet hakikate çeker, götürür.
Bu sözü iyice anlatmak, açmak lazım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne
anlayışlarından korkuyorum. Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü
hayaller getirirler. Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir
inciri bütün olarak yutamaz. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş
olursa... Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun,
ha kara boya! Kâğıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi
vardır, ne neşeyle. Resim, görünüşte gamlıdır ama kendisi gamla alakasızdır.
Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münasebeti yoktur. Gönülde bir haletten
başka bir şey olmayan dünya gamı dünya neşesi; hakiki neşeye hakiki gama
nispetle resimden ibarettir. Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim
yüzünden mananın doğrulması, hakiki gamı anlaman içindir. Bu hamamlardaki
resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz
durup durmaktadırlar Sen ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar,
soyun da bir içeriye gir arkadaş!
Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar
değildir. O bedevi Arap uzak çöllerden Hilafet Şehrinin kapısına vardı.
Kapıcılar, bedeviyi karşılayıp üstüne lütuf gülsuyunu serptiler. Bedevi
söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsan
etmekti.
Ona “Ey Arab’ın en asili, en yücesi! Hangi
diyardansın, yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler. Bedevi dedi ki: “Eğer bana
yüz verirseniz asilim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim
var ne yüzüm! Ey yüzlerinde ululuk nişanesi olanlar, ey şevketleri Caferi
altından daha hoş kişiler! Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik
buluşmak, yüzlerce kişileri görmeye, yüzlerce güzellerle buluşmaya bedeldir.
Sizi görmek için mal, mülk, servet... Hepsi feda olsun!
Ey Allah nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının
ahlakıyla ahlaklanmış kişiler! Kimya gibi olan bakışınızla bakıra benzer
insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz. Ben garibim, padişahın
lütfunu umarak çöllerden geldim. Onun lütfunun kokusu çölleri tuttu, kum
zerrelerini kapladı, o zerreler bile lütfiyle
canlandı.
Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden
sarhoş oldum. Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına koştu, fakat
ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi. Birisi, gezip eğlenmek üzere gül
bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu. Kuyudan su çekerken
Yusuf’un yüzünden abıhayat içen bedevi gibi.
Musa ateş elde etmek için gitti., öyle bir ateş gördü
ki ateşten vazgeçti. İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu
dördüncü kat göğe kadar çıkardı. Buğday başağı, Ademin
tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan
var oldu. Doğan kuşu, karnını doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden
devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu, durağı olur. Çocuk, babası lutfedecek,
kendisine kuş alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe
gider.
Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkiye sahip olur. Hocaya aylık verirken âlemi
aydınlatan bir bedir haline gelir. Abbas, kin güderek eski dinin öcünü almak ve
Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti. Öyle olduğu halde o ve
evlatları, hilafet makamında kıyamete dek dine arka oldular, o makama şeref
verdiler.
Ben bu kapıya bir şey dilemek için geldim; daha dehlizde başköşe oldum,
yüceldim. Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; ekmek kokusu, beni ta
cennetin başköşesine kadar çekti, götürdü. Ekmek, bir Adem’i
cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynaştırdı. Melek gibi sudan da
vazgeçtim, ekmekten de. Bu kapıda gök gibi ihtiyarsız dönmekteyim. Âşıklarının
cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyada garezsiz bir dönüş
yoktur. Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır.”
Kül aşığı olanlar, bu cüz’e müştak olmazlar, Cüz’e müştak olan, külden mahrum
kalır. Cüzü, cüze âşık olunca maşuku, çabucak küllüne gider, âşık ayrılığa
düşer. Cüz’ü seven, maskaralaştı, başkalarına kul oldu. Denize düştü, boğulmak
üzere; eline geçen ota yapışmakta. O zayıf maşuk, hakim
değildir ki aşığın derdine derman olsun. Efendisinin işini mi görsün, kendi
işini mi?
“Zina edersen hür kadınla et” sözü bu yüzden atasözü olup kaldı.”Çalacaksan
inci çal” sözü de neye meyledeceksen en iyisine meylet manasına geldi. Kul yani
maşuk; efendisinin, Allah’ının yanına gitti. Âşık ağlayıp inler bir halde
kaldı. Gül kokusu, güle gitti; o, hor hakir kala kaldı.
Dirliğinden uzaklaştı... Çalışması zayi oldu. Çektiği eziyet hiçe gitti, ayağı
yaralandı. Gölge avlayan avcıya benzedi. Hiç gölge ona sermaye olur mu? Adam
kuşun gölgesini sımsıkı tutmuş. Kuş da ağacın dalında ona şaşmakta ve.” Bu
akılsız adam neye seviniyor?” demekte... İşte sana batıl, işte sana çürümüş
sebep!
Eğer cüzü külle muttasıldır, ayrılmaz dersen diken ye, gül isteme. Diken de
gülden ayrılmaz. Cüz’ü kül’ ancak bir yüzden bağlıdır. Yoksa Allah’ın
peygamberleri göndermesi abes olurdu. Çünkü peygamberler, kulları Allah’a
ulaştırmak için gelmişlerdir. Herkes bir tenden ibaretse, Allah ile kul, kül
ile cüz ise birbirine bağlıdır; kiki kime ulaştırırlar? Oğul bu sözün sonu
yoktur. Gün sona erdi, hikâyeyi tamamla!
Su testisini sunup tapuya hizmet ve tazim tohumunu ekti. Dedi ki:” Bu armağanı
o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarın! Tatlı,
lezzetli su... Yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testi de güzel,
yepyeni.” Padişah kullarının bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armağanı can
gibi kabul ettiler. Çünkü basiret sahibi padişahın tabiatındaki lütuf, bütün saray
erkânını da sirayet etmişti. Padişahların huyu halka da tesir eder.
Yeşil gök, yeryüzünü de yeşertir. Padişah bir havuza benzer. Maiyetini de
lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar. Lülelerden akan suların hepsi,
tertemiz bir havuzdan geldiği için her lüle, zevkli ve tatlı su akıtır. Eğer
havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden aynı su akar. Çünkü her lüle
havuza muttasıldır.
Sen bu sözün manasına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düşün! Yurdu olmayan
padişahlar padişahı can da, bak, bütün bedene nasıl tesir etmiştir. Tabiatı,
soyu sopu hoş aklın lütfu da, bak, bütün bedeni nasıl
müeddep bir hale getiriyor. Kararı, sükûnu olmayan şuh ve şen aşk da bütün
bedeni nasıl cünuna sürüklüyor? Kevser gibi olan deniz suyunun letafeti
yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir. Usta
hangi hünerde tanınmışsa, hangi hünerle şehvet bulmuşsa çırağı da o hünerde ilerler,
o hünerde meşhur olur.
Usul ilmini bilen üstadın yanında zihni çevik, istidatlı talebe usul okur;
Fakih üstadın yanında da usul okumaz, fıkıh tahsil eder. Nahiv üstadının
talebesi nahiv üstadı olur. Hakikat yolunda mahvolan üstadın talebesi ise
üstadının sayesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir.
Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.
Bir nahiv âlimi, gemiye binmişti. O kendini beğenmiş âlim, yüzünü gemiciye
dönüp, “Sen hiç nahiv okudun mu?” demişti. Gemici “hayır” deyince demişti ki :
“Yarı ömrün hiçe gitti.”
Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi. Derken rüzgâr
gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv âlimine bağırdı: “ Yüzmeyi bilir
misin, söyle!” nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama” deyince “Nahiv âlimi,
bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak.
İyi bil burada mahiv bilgisi lazım, nahiv bilgisi
değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce
denize dal! Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri
olursa nerede kurtulacak? Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat
sırları denizi, seni başının üstüne kor.
Ey âlim, sen halka eşek diyorsun ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde
kalakaldın. İstersen dünyada zamanın allamesi ol, hele şimdicik dünyanın
yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!” dedi.
Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikâye arasında hikaye ettik. Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi
tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim!
O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Allah bilgisinin Diclesi. Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle
olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek hakikaten eşeğiz! O Arap, bari o hususta
mazurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı. Bizim gibi Dicle’den haberi
olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi. Hatta Dicle’yi bilseydi
o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi.
Halife, bunu görüp bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha
fazla da ihsanda bulunup. Hediyeler, hususi hil’atler
verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı.
O Ulu padişah, o ihsan dünyası, o adalet denizi, adamlarından birisine. “Bu
altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür. Çöl yolundan
buraya gelmiş. Hâlbuki Dicle yolu,
yurduna daha yakındır” dedi.
Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere
kapanmaya başladı. “Bu ihsan sahibi cömert padişahın lütfuna şaştım. Daha
ziyade şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı. O cömertlik denizi öyle hor ve kalp
armağanı nasıl oldu kabul etti?” diyordu.
Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.
Fakat bu ilim ve güzellik, fevkalade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin
(zuhuru, zatının muktezası olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Allah’ın )
Dicle’sinden bir katredir.
O gizli bir defineydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti. Toprağı,
göklerden daha parlak bir hale getirdi. Gizli bir hazineyken coştu; toprağı
atlas giyen bir sultan haline soktu. O Bedevi, Allah’ın Dicle’sinden bir katreyi
görseydi hakikatte bir deniz olan o katranın önünde testisini atardı.
Onu görenler, daima kendilerinden geçmiş bir haldedirler. Bu yokluk halinde
testilerini taşlayıp kırmışlardır. Ey himmet edip testiyi kıran! O testi,
kırılmakla daha iyi yapılmış olur. Küp kırılır ama içindeki su dökülmez. Bu
kırılmada yüzlerce sağlamlık vardır.
Küpün bütün parçaları oynamakta, hallenmektedir. Fakat Akl-ı
Cüz’i, bunu imkânsız görür. Bu halette ortada ne
testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, doğrusunu Allah daha iyi bilir. Mana
kapısını döversen açarlar. Fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan haline
getirsinler.
Fikir kanadı, çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeğe alışmışsın;
onun için toprak, sana can gibi geliyor. Ekmek et... Bunlar topraktır, bunları
daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma. Acıkınca kızgın geçimsiz, aslı kötü
bir köpek oluyorsun. Karnın doyunca murdarlaşıyor, ayaküstünde duran ve hiçbir
şeyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun.
Şu halde sen bir zaman pis, murdar bir hale geliyor, bir zaman köpekleşiyorsun.
Aslanların yolunda nasıl yürüyebilecek, nasıl koşup seğirteceksin? Sana
avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az miktarda
kemik at. Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyade serkeşleşir. Bu serkeşlikle
ava istediğin gibi gider mi?
O Bedeviyi, oraya yoksulluk çekiyordu. Nihayet o kapıyı, o devleti gördü. O
penahı olmayan yoksula padişahın ihsanını hikâye etmiştik. Âşık, aşk diyarında
ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur. Fıkıhtan bahsetse ağzından
hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir.
Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dair söz söylese
sözleri, yakini anlatmış olur. Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir
ki doğruyu süsler. Doğruluk denizinden zuhur eden o eğri köpük, feridir. Saf
asıl, o fer’i de saflıkla bezemiştir.
O köpüğü saf ve makbul bil. Sevgilinin dudağından çıkan azarlayış say. Aşığın,
pek de istemediği o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hoş görülür. Şekeri
ekmek şekline sokar, pişirirsen tadınca yine onda şeker lezzeti vardır, ekmek
lezzeti bulunmaz.
Bir mümin, altından yapılmış bir put bulsa hiç onu Şamanlara bırakır mı?
Bırakmadıktan başka alır, ateşe atar. Onun ariyet şeklini bu suretle eritip
bozar. Altında put şekli kalmaz. Çünkü suret, ibadete manidir, yol vurucudur.
O putun hakikati, yani altın; Allah’ın bir ihsanıdır. Sonradan put şekline
sokulmuştur. Altın, Allah ihsanı olup altınlık nasıl bu ihsan için ariyet put
şeklide altın için arızi bir surettir. Bir pire için yepyeni kilimi yakma.
Sineğin verdiği baş ağrısı yüzünden gününü zayi etme.
Surette kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, manaya bak. Hacca
gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Onun şekline
rengine bakma; azmine ve maksadına bak. Rengi kara bile olsa değil mi ki
seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de.
Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikayeler
girdi.) Âşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi. Fakat hakikatte başı
yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebetle eş!
Hatta su gibidir; her katresi hem baştır, hem ayak. Hem de başsız, ayaksız
koşup gider. Hâşâ, bu hikâye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü
halimizdir, dikkat et! Kuvvet ve kudret sahibi olan sofilerin yanında geçmiş
anılmaz.
Arap da biziz, testi de biziz, padişah da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrum
olanlar, bunu anlamaktan mahrum kaldılar. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve
tabiattır. Bu ikisi zulmete mensup ve münkirdirler; akıl ise ışıktır.
Şimdi dinle, asıl inkar neden meydana geldi, Şundan:
küllün çeşit, çeşit cüzileri vardır. Bu küllün cüz’ü, cüzülerin
külle nispeti gibi değildir (terkip kabul etmez); gülün cüz’ü olan gül kokusu
gibi de değildir.(cüzülenmez.
Bu cüz ve kül itibaridir).
Yeşilliğin letafeti güldeki letafetin (itibari olarak) cüz’ü olduğu gibi
kumrunun sesi de (yine itibari olarak) bülbül nağmesinin bir cüz’üdür. Eğer bu
husustaki müşkül şeyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam susamışlara
ne vakit su vereceğim?
Eğer sen, burada müşkül vaziyete düştüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için
anahtardır. Sakın, endişelerden sakın! Fikir aslan ve yaban eşeğidir, gönüller
de ormanlıklar. Perhizler, ilaçların başıdır. Çünkü kaşınma, uyuzluğu arttırır.
Perhiz, şüphe yok ki ilacın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et de can kuvvetini
gör!
Sen, kulak gibi bu sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım. Küpe
de ne? Altın madeni olursun Aya, Süreyya’ya kadar yükselirsin. Önce şunu duy ki
bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “ya” ya kadar olan harfler gibi
muhteliftir.
Bir yüzden baştan ayağa kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde
birbirlerine benzerlik yoktur. Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden
birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibaret, bir yüzden tamamı ile
faydalı ve ciddidir.
Kıyamet günü her şeyin Allah’a arz edileceği, Allah tarafından görülüp
sorulacağı en büyük bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi
ister. O görünüş günü; Hindu gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvay
olmak nöbetinin gelip çattığı gündür, Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü
peçe gibi örten geceyi ister.
Dikeninde bir gül yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman
kesilmiştir. Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki aydın
gözdür. Manadan mahrum olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için
güz mevsimini ister güz mevsimini!
Çünkü güz, hem gülün öğünecek halini, hem dikenin ayıbını örter. Bu suretle sen
de onun rengiyle bunun halini görmezsin. Şu halde güz, dikenin hayatıdır,
baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür.
Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden iyidir.
Zaten Cihan o bir kişiden ibarettir. Geri kalanlar, hep onun tabileridir, hep
onun yüzünden geçinenlerdir. Onun için bütün güzel çiçekler “ Müjde, müjde;
işte bahar gelmekte “ deyip dururlar; Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak,
meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler. Baharda çiçek dökülünce
meyve baş gösterir. Ten de harap olunca can görünür.
Meyve manadır, çiçek onun sureti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! Çiçek
döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür. Ekmek
kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu?
Hileli, ilaçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilaçlar, nereden sıhhati
arttıracak?
|
|