| |
TEVEKKÜL MÜ? / ÇALIŞMAK MI?
Güzel bir derede av hayvanları, aslan korkusundan ıstırap
içindeydiler. Çünkü aslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu
yüzden hepsine fena geliyordu.
Hileye başvurdular; aslanın huzuruna geldiler: “Biz sana gündelikle yiyecek
verip doyuralım. Bundan sonra hiçbir av peşine düşme ki bu otlak bize
zehrolmasın.”dediler.
Aslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefa görecek olsam dediğiniz doğru. Ben şundan
bundan çok hileler görmüşümdür.
İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helak olmuşum; o yılanlar,
o akrepler tarafından çok ısırılmışım.
İçinde pusu kurmuş olan nefis ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan
beterdir.
Benim kulağım “mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz” sözünü
işitti; Peygamberin sözünü canla gönülle kabul etti.”
Hepsi dediler ki: “Ey halden haberdar hakim! Çekinmeyi
bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz. Kaderden çekinmekte
perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkül, hepsinden iyidir.
Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya
tutuşmasın.
Tanyerini ağartan Allah’tan bir zarar gelmemesi için kulun Hak hükmüne karşı ölü
gibi olması lazımdır.”
Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebbüs de, Peygamber’in
sünnetidir.
Peygamber, yüksek sesle “Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla” dedi.
“Çalışan kimse Allah sevgilisidir” işaretini dinle; tevekkülden dolayı esbaba
teşebbüs hususunda tembel olma” dedi.
Hayvanlar ona: “Çalışıp kazanma, bil ki, halkın itikat zayıflığı yüzünden,
harislerin boğazları miktarınca bir riya lokmasıdır.
Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esasen Hak’ka
teslim olmadan daha sevgili ne var?
Çokları beladan belaya; yılandan ejderhaya sıçrarlar. İnsan hile etti ama hilesi
kendisine tuzak oldu... Can sandığı, içici bir düşman kesildi! Kapıyı kapadı,
hâlbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbiri de işte buna benzer
masallardandı. O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığı ise evinin
içinde idi.
Mademki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü kendi görüşünü dostun görüşünde
yok et! Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün
maksatları onun görüşünde bulursun.
Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omuzuna
biner. Halkın canları; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel
vefadan sefaya uçuyordu.
Vakta ki” İniniz” emriyle hapis olundular, hiddet,
hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
Biz Hak’kın hayali ve süt isteyen yavrularıyız.
(Peygamber) “Halk Allah hayalidir” dedi.
Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kadirdir” dediler.
Aslan dedi ki: “Evet ama Kulların Allah’ı bizim ayağımızın önüne bir merdiven
koydu. Dama doğru basamak basamak çıkmalı burada cebri
olmak ham tamahtır.
Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var niye pençeni
saklarsın?
Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malum olur. Bel gibi olan
el de, Allah işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibarelerindendir.
Allah’ın işaretlerini canına nakş ederek ve o işarete
vefakârlık ederek can verirsen.
Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi
eder. Şimdi yük altındasın; Allah seni yükler, bindirir... Şimdi onun emrini
kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.
Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat
arıyorsun, ondan sonra da vasıl olursun. Allah’ın nimetlerine şükretmeye
çalışmak kudrettir. Senin cebriliğin ise o nimeti inkârdır.
Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini arttırır. Cebir ise nimeti elinden
çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe
uykuya dalma! Ki rüzgâr her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.
Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş
nasıl olur da kurtulur? Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi
sanıyorsun! Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk
kesilir!
Zira şükür etmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, ta ateşin
dibine kadar çeker götürür. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et;
kazan da sonra Allah’a dayan!”
Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler...”
Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamanın menfaatlerinden
mahrum kaldılar?
Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar; O
bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle
tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile ta dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.
Allah, onların hile ve tedbirini “o tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile
oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye övdü.
(Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen
kısmetten başka bir şey yüz göstermedi... Hepsi tedbirlerden de aciz kaldılar,
çalışmadan da; ortada Allah’ın işi ve hükümleri kaldı.
Adı sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekar adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”
Saf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa
Süleyman’ın adalet sarayına erişti. Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı.
Süleyman ona “Efendi ne oldu?” dedi. O “Azrail, bana öyle bir hışımla, öyle bir
kinle baktı ki...” dedi. Süleyman “Peki şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi.
O dedi ki: “Ey canları koruyan rüzgâra emret; Beni ta Hindistan’a götürsün;
belki kullunuz oraya gidince canını kurtarır.”
İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma
olurlar. Fakirlikten korkmak tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı,
çalışmayı da sen Hindistan farz et!
Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.
Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrail’e dedi ki:
“O müslümana ne sebeple hışımla baktın? Ey Allah elçisi, bana anlat. Acaba bu
işi o adamın hanümanından avare etmek için mi yaptın?
Azrail, cevaben dedi ki: “Ey cihanın zevalsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal
göründü. Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.
Çünkü Hak bana “Haydi bugün var onun canını Hindistan’da al” buyurdu.
Taaccüple “yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak” dedim.
İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç ta gör! Kimden kaçıyoruz,
kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş
zahmet.
Aslan dedi ki: “Doğru ama Peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.
Cefadan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nail oldular; Allah onların
mücadelesini zayi etmedi.
Onların başvurdukları çareler her hususta latif oldu. Çünkü zariften ne gelirse
zariftir. Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tamamen sayıldı.
Ey ulu kişi! Nebilerin ve velilerin yolunda çalış. Kaza ve kaderle pençeleşmek
mücadele sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.
Bir kimsenin iman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kâfirim!
Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!
Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine
iyi bir hal aramış oldu. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir.
Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise caizdir, emredilmiştir. Hile ve
çare diye bir zindanı delip çıkmaya derler. Yoksa birisi zaten açılmış deliği
kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir. Bu dünya zindanıdır, biz de
zindandaki mahkûmlarız. Zindanı del kendini kurtar!
Dünya nedir? Allah’tan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret
yapmak ve kadın; dünya değildir. Din yolunda sarf etmek üzere kazandığı mala,
Peygamber “ne güzel mal” demiştir.
Suyun gemi içinde olması geminin batmasıdır. Gemi altındaki su ise gemiye;
geminin yürümesine yardımcıdır.
Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul
adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz
bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya
denizine batmaz, o denizin üstünde durur.
Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir. Şu halde
kalbini Min Ledün ululuğunun havası ile doldur, ağzını
da bağla mühürle!
Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkâr da
ısrar eder durur.”
Aslan bu yolda birçok delililer getirdi. O cebriler aslanın cevabına kandılar.
Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebre inanışı ve dedikoduyu bıraktılar. Bu biatte
ziyana düşmemek için kükremiş aslanla ahitlerde bulundular...
Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, aslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı
kalmayacaktı. Kura kime isabet ederse günü gününe aslanın yanına sırtlan gibi
koşar, teslim olurdu.
Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan haykırdı: “ Niceye dek bu zulüm?”
Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamanlardır ahdimize biz vefa ederek can feda
ettik. Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebep olma, aslan da
incinmesin. Yürü, yürü: çabuk, çabuk!”
Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle sizde beladan kurtulun. Benim
hilemle canımız kurtulsun, bu hile çocuklarımıza miras kalsın.
Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.
Peygamberler, halk nazarında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten
kurtuluş yolunu görmüşlerdi. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü,
gözbebeğinin manen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”
Hayvanlar ona: “Ey eşek, kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!
Bu ne laftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırına bile getirmezler. Ya
gururlandın yahut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu laf, senin gibisine nereden
yaraşacak? Dediler.
Tavşan, “Dostlar, Hak bana ilham etti. Hakikaten zayıf birisi, kuvvetli bir rey
ve tedbire nail oldu. Hak’kın arıya öğrettiğini, aslan
ve ejderha bilemez. Arı, terütaze balla dolu petekler yapar. Allah ona o ilimden
kapı açtı.
Hak’kın ipekböceğine öğrettiğini hiçbir fil bilir mi?
Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar
bütün âlemi aydınlattı; Allah’a şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin
adını, sanını unutturdu; altı yüz bin yıllık o zahidin, o buzağının ağzını
bağladı.
Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp
dolaşmasına mani oldu.
Duygu ehlinin, yalnız zahire itibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt
emmeleri için ağız bağıdır.
Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere; feleklere bile
verilmemiştir.
Ey surete tapan! Niceye dek suret kaygısı? Senin manasız canın suretten
kurtulmadı gitti. Eğer insan, suretle insan olsaydı Ahmet’le Ebucehil müsavi
olurdu.
Duvar üstüne yapılan insan resmide insana benzer. Bak, suret bakımından nesi
eksik?
O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü o nadir bulunan cevheri ara;
Eshab-ı Kehf’in köpeğine el
verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı.
Canı, nur denizinde gark olduktan sonra ona, kötü ve çirkin suretin ne ziyanı
var? Kalemler sureti övmezler. Kitaplara da adamın suretine ait vasıflar değil,
“ âlim, adalet sahibi “ gibi zatına ait vasıflar yazılır:
Bilgi ve adalet sahibi... Hep manadır, onları önde, artta... Bir yerde
bulamazsın; zata ait sıfatlar Lâmekân elinden cana şule vermektedir; can güneşi,
göklere sığamaz” dedi.
Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver tavşan hikâyesini anla! Eşek kulağını sat, başka
bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!
Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve aslanı mağlup
edişini gör! Bilgi Süleyman mülkünün hatemidir; bütün âlem cesettir, ilim
candır.
Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı
aciz kalmıştır. O yüzden kaplan, aslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzden ovada,
dağda bütün vahşi hayvanlar gizlenmişlerdir.
O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekân
tutmuşlardır.
İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. İhtiyata riayet eden kişi akıllıdır.
Bizden gizli; güzel, çirkin, nice mahlûkat vardır ki onlar daima gönül kapısını
çalıp dururlar.
Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir; gerçi
diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcudiyetini anlarsın.
Vahiy ve vesveselerin ızdırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil.
Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hallolur;
O vakit kimlerin sözlerini ret etmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin
görürsün.
Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar! Ey bir
aslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!
Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.
Peygamber “Ey tedbir sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emindir” dedi.
Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift
çıkar!
Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır,
bulanır, bizi göstermez olur.
Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.
Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar. Bir iki
kimseye söyledin mi, artık sırra veda et. İki kişiyi aşan bir başkasına da
söylenen her sır, yayılır. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde
hapis kalırlar. Üstü örtülü güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur,
danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.
Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Eshab
cevap verir, düşman haberdar olmazdı. Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi
sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi. Bu misalle muradını anlatmış
olurdu. Ağyar sorusundan bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.
Tavşan, aslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli aslanın yanına
gitti. Aslan tavşan gecikti diye pençesi ile toprağı kazmakta, kükremekteydi:
“Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham ahitleri kötüdür, sözlerinde durmazlar
demiştim. Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar
aldatacak, ne vakte kadar? Tedbirsiz emir adamakıllı aciz kalır. Çünkü
ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.
Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde mana kıt.
Sözler, yazılar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler bizim ömrümüzün kumudur. İçinde
su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara! Ey oğul! O kum, Allah eridir. O
er kendinden ayrılmış Hak’a ulaşmıştır. Ondan dinin tatlı suyu kaynayıp
durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.
Allah erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu
içer, mahveder.
Hâkim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın. Hikmet arayan
hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.
Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i
Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır. Önce
aklı hoca iken, sonra akıl ona şakirt olur.
Akıl; Cebrail gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım! Sen beni bırak,
budan sonra sen ileri yürü. Ey can sultanı benim haddim bu karardır” der.
Tembellik yüzünden şükür ve sabırla kalan, ancak şunu bilir: Ayağını “cebir”
tutmuştur. (Bana bunu Allah vermiş demektedir).Cebir iddia eden, hasta değilken
kendisini hasta göstermiştir. Nihayette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.
Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihayet
mum gibi söner gider” dedi.
Cebir ne demektir? Kırık sarmak yahut kopmuş damarı bağlamak. Mademki bu yolda
ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını niye sardın? Çalışma yolunda
ayağı kırılana derhal Burak geldi ona bindi.
Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi... Ferman kabul ediciydi, makbul
oldu. Şimdiye kadar Padişahın fermanını kabul eder, o fermana uyardı, bundan
sonra askere ferman verir! Şimdiye kadar talih yıldızı ona tesir ederken bundan
sonra o zat yıldızı üzerine emredici olur.
Eğer sen bundan şüphelenirsen o halde “Şakk-ı Kamer”
den de şüphelisin.
Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele ama yalnız dille
olmasın.
Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva iman kapısının
kilididir. Bakir sözü tevil etmişsin; sen kendini tevil et,
Kur’anı
değil. İsteğine göre Kur’anı tevil ediyorsun. Yüce
mana, senin tevilinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!!!
Senin ahvalin bir sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı. İçmeden kendi
kendine sarhoş olmuş, zerresini güneş görmüş.
Doğan kuşlarının övüldüğünü işitmiş; “ Şüphe yok ki ben vaktin Anka'sıyım”
demişti.
O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş
kaldırıp. “ Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm.
İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanım”
dedi. Deniz üstünde salınıp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla
göründü. O sidik sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte onu
olduğu gibi görecek göz nerede? Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü bu
kadardır, denizi de ona göre!
Batıl tevilci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevil ve tasavvuru saman
çöpüdür. Eğer sinek kendi reyiyle sağlandığı tevilden geçse, baht o sineği hüma yapar. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu,
surete layık olmayacak derecede yüksek bir zat olur.
Aslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine
layık olur?
Aslan hiddetle: “ Düşman aldatıcı sözlerle gözümü kapattı. Cebrilerin hileleri
beni bağladı, tahta kılıçları vücudumu yordu. Bundan sonra ben artık o gürültüyü
dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanilerin sesleri!
Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir
şey değildir! Diyordu.
Deriden maksat nedir? Renk renk laflar... Su
üstündeki, durmalarına imkan olmayan menevişler gibi.
Bu söz deri gibidir, mana onun içi; bu söz, ceset gibidir, mana, can.
Kötü iç’in ayıbını deri örter; iyi iç’i de gayret dolayısı ile Gayb âlemi.
Kalemin rüzgârdan, kâğıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur.
Manasız söz su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak
dönersin (pişman olur).
Rüzgâr, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Allah’ın haberi
kalır, ondan haber alırsın. Allah’ın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona
kadar ebedidir.
Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri,
ululukları, adları, sanları değişir baki kalmaz. Çünkü padişahların kuvvetleri
hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Allah’tandır.
Paralardan padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyamete kadar hakkederler (oyarlar).
Ahmed’in adı, bütün peygamberlerin adıdır. Yüz elimizde olunca doksan da bizde
demektir.
Tavşan aslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı.
Bir hayli geciktikten sonra aslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola
düştü.
Akıl diyarında nice âlimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir. Bizim şu
şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kâseler gibi yüzer. İçi dolu olmadıkça
kap, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar. Akıl gizlidir ortada bir alem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından
yahut ıslaklığından ibarettir.
Suret o denize ulaşmak için neyi vesile ederse etsin, deniz; sureti, o vesile
yüzünden daha uzağa atar.
Gönül, kendisine sır vereni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe. Atımı
kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur! O yiğit atını kaybolmuş sanır. At ise onu
yel gibi koşturmuştur!
O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her
tarafı arar sorar:
“Atımı çalan nerede, kimdir?” Efendi, şu uyluğunun altındaki mahlûk ne?
Evet, bu attır; fakat bu at nerede? Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!
Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile
dolu, dışı kupkuru küp gibidir. Kırmızı, yeşil ve sarı... Bu üç renkten önce
ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?
Fakat senin aklın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nuru
görmene perde olur. Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan
olduğunu görüp anladın. Harici nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir.
İçteki hayal rengi de böyledir. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla
görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.
Gözünün nurunun nuru da gönül nurudur. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana
gelir. Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı
bulunan Allah nurudur. Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla
sana sabit oldu ki, önce nur görünür, sonra renk. Bunu da nurun zıddıyla
tereddütsüz olarak bilirsin.
Allah; bu zıddıyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her
şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı. Şu halde gizli olan
şeyler, zıddıyetle ortaya çıkar.
Hak’kın
zıddı olmadığından gizlidir.
Evvela nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu
için meydana çıkar. Sen nuru zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır
gösterir. Varlık âleminde Hak nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.
Hulasa gözlerimiz onu idrak edemez; o, bizi görür, idrak eder. Sen bunu, Musa
ile Tur kısasında gör!
Süretle manayı; aslanla orman yahut ses ve sözle
düşünce gibi bil. Bu söz, bu ses, düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi
nerede? Onu bilemezsin. Ama latif bir söz dalgası görünce onun denizinin de
kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.
Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mana, söz ve sesten bir suret düzdü.
Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti. Suret
suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zira biz yine Allah’a döneceğiz.
Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa “dünya bir
andan ibarettir” buyurdu.
Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste
dünya yinelenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden
haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir
daimilik gösterir.
Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa
nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse de pek çabuk akıp geçtiğinden
daimi bir şekilde görünür.
Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğu da Allah’ın
tez tez halk etmesindendir. Allah’ın yeniden yeniye ve
süratle halk etmesi ömrü öyle uzun ve daimi gösterir.
Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir âlim olsa bile kendiliğinden
bilemez, ona de ki: işte Hüsamettin buracıktadır. O, yüce bir kitaptır. (ondan
öğren)
Aslanın kızgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan uzaktan geliyor. Korkusuz
ve çalımlı bir tavırla hiddetli, titiz, kızgın, suratı asık bir halde koşmakta,
çünkü müteessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her
türlü şüpheyi giderir.
Aslanın hizasına yaklaşıp ilerleyince aslan bağırdı: “Bire adam evladı olmayan!
Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek
aslanların kulağını burmuşum; bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim
emrimi ayakaltına atsın! Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu aslanın
kükreyişini dinle!”
Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mazeretim var.”
Aslan “Ey ahmaklardan arda kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman
mı gelinir? Sen vakitsiz öten horozsun, başını kesmeli. Ahmağın mazereti
dinlenmez.
Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehridir.
Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki kulağıma sokasın”
dedi.
Tavşan “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mazeretine
kulak ver! Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!
Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır. Deniz bu
kereminden dolayı eksilmez; ihsanı yüzünden aşağılanmaz” dedi.
Aslan dedi ki: “Ben yerinde ve layık olana kerem ve ihsanda bulunurum; herkesin
elbisesini boyuna göre biçerim.”
Tavşan “Dinle, eğer lutfa layık değilsem kahır
ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap! Ben kuşluk vakti yola düştüm,
arkadaşımla padişahıma geliyordum. Arkadaşlarım, senin için başka bir tavşanı da
bana yoldaş etmişler.
Bir erkek aslan, kulunuzun kanına kastetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı.
Ben ona “Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı
yoldaşıyız” dedim.
Dedi ki: “Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle
her adam olmayanın adını anma! Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de,
padişahını da paramparça ederim.”
“Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim”
dedim.
Dedi ki: “Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.”
Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı.
Arkadaşım hem şişmanlık ve letafetçe, hem de güzelli ve irilik bakımından benim
üç mislimdi.
Bundan böyle o aslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden,
Padişahım, yol bağlıdır.
Bundan sonra tahsisattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.
Sana tahsisat lazımsa yolu temizle. Haydi, gel, o pervasızı oradan kaldır!”
dedi.
Aslan dedi ki: “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş
önüme! Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün
yalansa seni cezalandırırım.”
Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü. Nişan koyduğu
bir kuyuya doğru yola çıktılar. Aslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı. Her
ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebaz, saman altından
su yürüten bir tavşan!
Su bir saman çöpünü ovaya götürür ama bir dağı nasıl sürükler acaba? Onun hile
tuzağı aslana kemenetti. Ne tuhaf tavşan ki bir aslanı
avlıyor!
Bir Musa, Firavun’u askeriyle, başındaki kalabalıkla Nil nehrinde öldürür; Bir
sivrisinek yarım kanadıyla pervasızca başın beynini yarar.
Düşman sözü dinleyenin hali budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör!
Haman’ı dinleyen Firavun’un, Şeytan’ı dinleyen Nemrud’un hali budur.
Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse
de sen onu tuzak bil! Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lütufta
bulunursa onu kahır bil! Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları
dostlardan ayıramazsın.
Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe,
oruca devam et!
“Rabbim, sen gaipleri bilirsin. Günahtan dolayı bizden intikam alma” diye
yalvar, yakar!
“Ey aslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze
aslanı saldırma! Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letafetini verme!” diye
niyaz et!
Yarabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen yok olan şeylere varlık
suretini verir, onları var gibi gösterirsin. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü
yeşim taşı görecek derecede gözün bağlanması, görmemesidir. Sarhoşluk nedir?
Ilgın ağacı göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!
Süleyman’ın büyük divan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler. Onu
kendi dilini anlar, sırrını bilir bir zat bulup huzuruna canla, başla bir bir koştular.
Bütün kuşlar, cik cik
ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasih bir surette
Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı. Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır.
İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.
Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice
iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler. Şu halde mahremlik dili,
bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir. Gönülden sözsüz,
işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder. Kuşların hepsi, bütün
sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işaretlerine ait şeyleri.
Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini
bildirmek ve tanıtmak için öğünüyorlardı. Bu öğünmek kibirden, varlıktan dolayı
değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye öğünüyordu.
Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arz eder.
Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak
ve topal gösterir. Hüthüd’ün hünerini arz etme sırası
geldi; sanatını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.
Dedi ki; “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim. Kısa söylemek
daha iyidir.”
Süleyman “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüthüt, “Gayet yükseklerde
uçtuğum zaman, havadan bakınca yerin ta dibindeki suyu görürüm. O su nerededir,
derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini
görür, bilirim.
Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tayin etmek üzere beni sefere beraber götür”
dedi. Süleyman da “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize
arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.
Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a “Hüthüt aykırı ve kötü
söyledi. Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve
olmayacak söz olursa. Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak
altındaki tuzağı nasıl görmezdi? Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da
ümitsiz bir halde kafese girerdi?” dedi.
Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüthüt! Daha ilk kadehte böyle bulunman
layık mı, akla sığar mı? Ayran içen! Kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor,
huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”
Hüthüt dedi ki: “ Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanın
söylediği sözü dinleme! Eğer ettiğim dava yalansa işte başımı koydum, boynumu
vur! Kaza hükmünü inkâr eden karga, binlerce aklı olsa yine kâfirdir. Sende
“kâfirler” sözünden “ “ harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa kadının
ferci gibi şehvet yerisin, pis pis kokarsın.
Eğer kaza gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm. Fakat kaza
gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır gün tutulur. Kazanın bu çeşit hilesi
nadir midir ki? Kaza ve kaderi inkâr edenin inkârı bile bil ki kaza ve
kaderdendir”.
“Allemelesma” ya bey olan, her damarında yüz binlerce
ilim bulunan insanlar atası, her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne
olacaksa sonuna kadar da agâh olmuştu. O, eşyaya ne lakap verdiyse
değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmıştır.
Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kâfir olacak adamda ona
belli oldu.
Her şeyin adını bilenden işit; “Allemelesma” remzinin
sırrını duy! Bize göre her şeyin adı, görünüşe tabidir; nasıl görünüyorsa biz,
ona öyle deriz. Fakat Allah’a göre iç yüzüne hakikatine tabidir.
Musa’ya göre sopasının adı asa; Yaratan yanında ise ejderha idi. Bu âlemde
Ömer’in adı puta tapan idi, hâlbuki “Elest” te onun
ismi mümindi.
Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hak yanında şu benlikle zahir olan suretti.
Bu meni yokluk âleminde vardı; eksiksiz, artısız aynen Allah’ın ilminde
mevcuttu.
Hâsılı Allah indinde sonumuz ne olacaksa hakikatte adımız o olmuştur. Allah
insana akıbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!
Adem’in gözü Allah’ın pak nuru ile gördüğünden adların
hakikati ve iç yüzü ona ayan olur. Melekler onda Hak nurunu görünce hepsi ona
yüzüstü secdeye vardılar.
Adını andığım şu Adem’i kıyamete kadar övsem,
vasıflarını saysam yine övmekten acizim! Adem bunların
hepsini bildi. Fakat kaza gelince nehyi bilme yüzünden hataya düştü. Acaba bu
nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?
Gönlünce tevili üstün tutunca kendisi hayrette iken tabiatı, buğdaya doğru
koştu. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvabını çalıp
kaçtı.
Adem hayretten kurtulup tekrar yola gelince gördü ki
hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş! “Rabbena İnna zalemna” deyip ah etmeye başladı. Yani “karanlık bastı yol
kayboldu” dedi.
Bu kaza, güneşi örten bir buluttur. Aslan ve ejderha bile ondan feryat ve figan
etmektedir. “Kaza ve kader zuhur edince bir tuzağı bile görmüyorsam bu yolda
cahil olan yalnız ben değilim ya!”
Zorlamayı bırakıp feryad ü figana koyulan kişi ne
kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır. Eğer kaza, seni gece gibi sararsa
sonunda yine elinden tutacak odur. Yüz kere canına kastederse yine sana can
veren, derdine derman olan kazadır. Bu kaza yüz kere yolunu kesse de yine senin
çadırını göklerin üstüne kurar. Seni eminlik mülküne götürmek için bu
korkutmasını inayet bil!
Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla aslan hikâyesini dinle.
Kuyu yanına gelince aslan, tavşanın geri kaldığını gördü. Dedi ki: “Niçin
ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme ileri gel!”
Tavşan “Ayağım nerede? Elim ayağım kesildi. Canım tir tir
titriyor, yüreğim yerinden oynadı. Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı
gibi. Rengim, ne halde olduğumu bildiriyor.
Allah yüze “bildirici” demiştir. Onun için ariflerin gözü, yüze dalmış
kalmıştır. Renk ve koku, can gibi haber verir; atın kişnemesi atın mevcudiyetini
bildirir.
Eşeğin sesini kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber
verir. Peygamber insanları ayırt etmek hususunda “insan sözünde gizlidir” dedi.
Yüzün renginde gönül halinden bir nişan vardır. Bana acı sevgimi kalbinde tut!
Kırmızı yüz sahibinin, refah ve saadetine delalet eder, sarı yüz, meşakkat ve
bela içinde olduğunu bildirir.
Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi
bozana uğradım. Önüne geleni kırana, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana
sataştım. Adamları, hayvanları, cemadat ve nebatatı mat edene rastladım.
Bunlar cüziyattır, külliyatın da onun yüzünden
renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur. Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe
bağlar, bahçeler gah giyinir, gah çırılçıplak kalır.
Güneş ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte baş aşağı batar; göklerde
parıldayan yıldızlar; zaman zaman
ihtirake
uğrarlar. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup
hilal olur. Çok sakin ve edepli olan bir yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür.
Nice dağlar, bu ansızın gelen felaketten dolayı yeryüzüne kumlar gibi
dağılıvermiştir! Ruhla eş olan hava bile kaza baş gösterince veba kesilir,
ufunetlenir:
Ruhun kız kardeşi olan latif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hale
gelir; azametli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!
Denizin halini de ıstırabından, coşkunluğundan anla, akılının değişik durduğunu,
kalıptan kalıba girdiğini bil! Allah rızasını arayıp duran başı dönmüş feleğin
hali de oğullarının hali gibidir:
Gâh en altta, gah ortada, gah en tepede. Onda da bölük
bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var! Ey külliyat ile
karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin halini de kendinden kıyas et!
Külliyatın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzilerinin yüzü
nasıl sararmaz?
Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş
cüzü...
Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey bu koyunun kurda gönül
vermesidir! Sağlık zıtların sulhudur; aralarında savaşın başlamasını da ölüm
bil!
Allah’ın lütfu, bu aslanla yaban eşeğine, bu iki zıtta, vefakârlık hususunda bir
ülfet vermiştir. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fani olmasına şaşılır
mı?”
Tavşan aslana bu çeşit nasihatler verip “Ben bu sebepler yüzünden geriledim”
dedi.
Aslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak ta şu geriye çekilmenin sebebini söyle,
benim maksadın o.”
Tavşan, O “aslan bu kuyunun içinde oturuyor; bu kalenin içinde bütün afetlerden
emin” dedi.
Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir. Çünkü gönül, sefaları
halvetler.
Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını
tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selamete erişememiştir.
Aslan “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak, o aslan orada
mı?” dedi.
Tavşan “Ben o ateşten bir kere yanmışım. Sen beni kucağına alırsan, ey kerem
madeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.
Aslan onu kucağına aldı. O da aslanın himayesinde kuyuya kadar vardı. Kuyunun
içine, suya bakınca aslanın ve onun aksi parıldadı. Aslan su içinde parıldayan
aksini gördü. Suda bir aslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü.
Su içinde düşmanını görünce tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı. Kendi kazdığı
kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm kendi başına geldi.
Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle dediler:
Daha ziyade zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet “daha kötüye daha kötü
ceza verilir” buyurmuştur. Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak
hazırlıyorsun. İpek böceği gibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bari
kararlıca kaz! Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’an’dan “İza cae
nasrullah”ı
oku.
Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip
çattı.
Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar. Sen
birisini dişinle ısırıp da kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne
yaparsın?
Aslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt
edemedi. Kendi aksini kendi düşmanı sandı,
hulasa kendine kılıç çekti.
Ey Adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulümler, senin huyundur; sen kendi huyunu
onlarda görüyorsun.
Senin varlığın, nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir. Sen o sun, sen
kendini yaralamaktasın. O anda lanet ipliğini kendine kendin dokuyorsun!
O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin candan düşman
olurdun. Ey ahmak kendine saldıran o aslan gibi sen de kendine saldırıyorsun.
Ahlakının künhüne erişir, hakikatini anlarsan o adam
olmamazlığın
senden olduğunu bilirsin. Aslan; başka bir aslan gibi görünen şeklin, kendi
aksinden, ibaret olduğu kuyu dibinde zahir oldu. Bir zayıfın dişini söken, o
ters gören aslanın işini işlemektedir.
Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan
nefret etme! “Müminler birbirinin aynasıdır”. Bu haberi Peygamberden rivayet
etmediler mi?
Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.
Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de başkasına deme!
Eğer mümin Allah nur ile bakmamış olsaydı; gaip mümine bütün çıplaklığı ile
nasıl görünürdü? Fakat sen Allah nuru ile değil Allah ateşi ile baktığından
kötülükte kaldın iyilikten gafil oldun.
İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gafil oldun; iyilikten de. Ey
gama kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki
ateşin nura dönsün.
Ya Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamıyla nur olsun.
Denizin suyu hep ferman altındadır; ya Rabbi su da senindir, ateş de.
Sen istersen ateş, latif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir. Bizim şu
niyazımızı da yine sen ilham etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsanındır.
Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsız ihsanlar da
bulundun.
Tavşan kurtulduğuna sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu. Aslanın kuyuda
öldüğünü görünce çayıra doğru güle oynaya gitmekte idi. Ölümün pençesinden
kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş; el çırpmakta, dallar, yapraklar
gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.
Dallar, yapraklar toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi
arkadaşı olurlar. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın ta üstüne
çıkarlar.
Her meyve ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Allah’ın şükrünü terennüm eder.
Bizim aslımızı ihsan sahibi Allah yetiştirdi, nihayet ağaç kalınlaştı, doğrulup
yükseldi de. Su çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan
kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir halde.
Allah aşkının havasında raks ederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir
hale gelirler. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne haldedir? Sorma! Tamamı ile
can olanlara gelince; onları hiç sorma (anlatmaya imkân yok!)
Tavşan aslanı zindana soktu, aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri
kaldı! Böyle bir ayıba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki bir de
kendisine Fahrettin lakabını takmalarını ister!
Ey kişi! Sen bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Tavşan gibi
olan nefsin seni nasıl kahretti? Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk
ve sefa etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin!
O aslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “birbirinizi
muştulayın. Size müjdeci geldi. Müjde ey zevki sefaya dalmış olanlar! Müjde ki o
cehennem köpeği, geldiği cehenneme gitti.
Müjde! Allah, o can düşmanının dişlerini söktü. Pençesiyle nice başlar ezen
düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü gitti” dedi.
O zaman bütün hayvanlar, sevinçli bir halde gülüp oynayarak, onun yüzünü
öptüler. Etrafına halka oldular. O çırağ gibi ortalarındaydı. Bütün sahradakiler
ona secde ettiler.
“Sen gökten inen bir melek misin, yoksa peri misin? Hayır, ne meleksin ne peri!
Sen, erkek aslanların azrailisin! Ne olursan ol;
canımız sana kurban olsun! Ona galip geldin, elin kolun sağ olsun!
Allah bu suyu senin arkından akıttı; eline koluna aferin. Bir daha söyle! Onu
hile ile nasıl inandırdın; o zalimi düzenle nasıl kahrettin?
Bir daha söyle ki hikâyen dertlere derman, canlara merhem olsun! Bir daha söyle
ki o sitemkârın zulmünden canlarımızda yüz binlerce yaralar var” dediler.
Tavşan dedi ki: “Ey ulular! Allah yardım etti, yoksa dünyada bir tavşan kim
oluyor ki? Koluma kuvvet, kalbime kudret verdi, cenneti, huriyi kucağıma attı.
Üstünlükler Hak’tan gelir, hallerin değişmesi de ondandır. Hak; bu kuvvet
kudreti zan ve yakin ehline nöbetleşe göstermektedir.
Ey ikbal nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük
taslama! Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedi bulunan nöbet davulunu yedi
yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.
Nöbetten üstün olanlar, baki padişahlardır; onlar daima ruhlara sakidir. Bir iki
gün su içmeyi terk edersen ağzını ebediyet şarabına daldırır, o hakikat şarabını
içersin.
|
|