|
AYKIRI GİDİŞ
Aykırı gidişe Kurandan
getireceğimiz başka bir misal de dinlesen yerindedir. Münafıklar, buna benzer
bir çift, tek oyununu da Peygamberle oynamışlardı. “Ahmet dinini yüceltmek için
bir mescit yapalım” dediler. Halbuki bu mürtetlikten başka bir şey değildi. Bu
çeşit aykırı bir oyuna girişerek Peygamberin mescidinden başka bir mescit
yaptılar. Döşemesini, tavanını, kubbesini düzdüler.
Fakat bununla cemaati
ayırmak diliyorlardı. Yalvararak Peygamberin yanına geldiler, deve gibi huzuruna
çöktüler. “ Ey Allah Peygamberi, lütfedip o mescide kadar bir zahmet etsen;
kademlerinle kutlasan. Günlerin kıyamete kadar ter-ü taze olsun! Topraklı,
bulutlu günün, zaruret ve yoksulluk gününün mescidi işte. Diledik ki oraya bir
garip gelirse yer bulsun, bu hizmet konağında bolluğa ersin.
Bu suretle de din şiarı
çoğalsın, etrafa yayılsın, dostlarla olunca acı yemiş bile hoştur. Bir an orayı
şereflendir, bizi tezkiye et sen aysın biz de gece. Bir an olsun bizimle ol da.
Gece cemalinle gündüze dönsün, ey cemali, geceleri aydınlatan güneş.!” Dediler.
Ah ne olurdu bu sözleri gönülden söyleselerdi de muratları olsaydı. Gönül
istemeden ağza gelen latif sözler, külhandaki yeşilliğe benzer dostlar. Uzaktan
bak, geç. Yavrum onlar yemeye kokmaya değmez.
Vefasızlara gitme. Onlar;
iyi dinle, yıkık köprüdür. Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır,
ayağı da kırılır. Asker, nerede bir bozgunluğa uğrarsa iki üç karı tabiatlı
adamın yüzünden uğrar. O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer. Diğerleri
de, işte tam dost diye ona güvenirler. Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz
çevirir. Onun kaçışı senin manevi kuvvetini de kırar. Bu bahis, uzundur.
Uzadıkça uzar, maksat da gizli kalır, geçelim.
Halk Peygambere masallar
okumakta; yalan dolan atını sürmekteydiler. O merhametli, şefkatli Peygamber
gülümseyerek ancak “ Peki” diyebildi. O cemaatin teşekkür edilmesi icap eden
işlerini anladı, icap edeceğini söyleyerek haber getirenleri sevindirdi. Onların
hileleri gözünün önünde görünüp duruyor, o hileleri sür içinde kıl görür gibi
birer, birer görüyordu. Fakat o lütuf sahibi Peygamber, kılı gömemezlikten
geliyor, o zarif kimse sütü övüyordu. Yüz binlerce hile ve hud’a kıllarına o an
gözünü yummuştu.
O kerem denizi doğru
buyurmuştu. “ Ben sizi sizden ziyade esirgerim, ben adeta dehşetli surette
alevlenmiş, yalınlanmış bir ateşin kıyısına oturmuş bir adama benzerim. Siz
pervane o tarafa koşuyorsunuz. Ben de iki elimle pervane koymaktayım”
Münafıkları dileği üzerine Peygamber, o tarafa yürüyünce Allah gayreti haykırdı:
“ Gul sesini dinleme, bu habisler hile ettiler, söyledikleri sözlerin hepsi
aykırıdır.
Maksatları kara
yüzlülükten başka bir şey değildir. Hıristiyanlarla, Yahudiler, en hayırlı dini
nasıl olur da aralar? Cehennem köprüsü üstüne bir köprü kurdular, Allah’a
tavlada hileye giriştiler” maksatları Peygamberin sahabesinin arasını bozmaktı.
Her herzevekil Hakk’ın fazıl ve ihsanını nasıl tanır? Şam’dan buraya bir Yahudi
getirmek niyetindeydiler. Yahudiler, o Şamlı Yahudi’nin va’zından sarhoş
olmuşlardı. Peygamber, “ Gelmeğe gelirim ama şimdi yol üstündeyiz. Savaşa
gidiyoruz. Savaştan dönünce o mescide giderim” buyurdu; Onları defetti; savaşa
gitti. O kötü, o yalancı kişileri bu suretle avuttu. Dönünce münafıklar, tekrar
gelip evvelki va’dini hatırlattılar. Allah, “ Peygamber, açıkça söyle. Neticesi
savaş bile olsa onların hıyanetlerini açığa vur” dedi. Peygamber de “ Ey hilebaz
Kavim susun da sırlarınızı söylemeyeyim” deyip sırlarından birkaçını
söyleyiverdi. Derhal halleri kötüleşti. Münafıkların elçileri ,hemen “haşa,
haşa” demeğe başladılar.
Her münafık, koltuğuna
bir Mushaf urup hile ile Peygambere koştu; yemin etmeye koyuldu. Çünkü yemin
etmek siperdir ve yemin etmek,yalancı kişilerin adetidir. Yalancı, dolancı adam,
dinde vefakar olmadığından her an yemininin bozar. Doğruların yemin etmeğe
ihtiyaçları yoktur. Onların gözleri aydındır. Ahdi, misakı bozmak,
ahmaklıktandır.
Yeminine vefa etmek ve
yemininde durmaksa temiz kişinin işidir. Peygamber dedi ki : Sizin yemininize mi
inanayım, Allah’ın yeminine mi?” Münafıklar, yine ellerin de Mushaf olduğu halde
güya ağızlarının orucuyla yemin etmeye giriştiler. “ Bu doğru ve temiz kelam
hakkı için o mescidi kurmamız Allah rızası içindir.
Bu hususta hiçbir
hilemiz, düzenimiz yok. Orada ancak Allah’ı anacak, doğru bir yürekle Allah’a
ibadet edeceğiz” dediler. Peygamber dedi ki : “ Allah’ın sesi, kulağına diğer
sesler gibi gelmekte. Hak, kulaklarınızı mühürledi de Allah sesini
duymuyorsunuz. İşte apaçık kulağıma Allah sesi gelip duruyor. Adeta tortuyu
saftan süzmekteyim” nitekim ey bahtı kutlu, hak sesi, Musa’ya da bir ağaçtan
gelmişti. “ Ben Allah’ım” sesini bir ağaçtan duymuştu. O sesle beraber nurlar
belirmiş, parlamıştı.
Vahiy nuruna karşı aciz
kalınca yine yemin etmeye koyuldular. Allah yemine siper demiştir. Savaşçı
,siperi elden bırakır mı? Peygamber, yine apaçık onları yalanladı ve fasih bir
surette onlara “ Şüphe yok, yalan söylüyorsunuz” dedi.
Peygamber, va’dinden
dönünce sahabe beden birisinin gönlüne inkar düşüncesi düştü. Peygamber böyle ak
sakallı, kamil, koca kişileri utandırıyor. Nerede kerem, nerede ayıp örtmek,
nerede haya? Hani Peygamber, yüz binlerce ayıbı örterlerdi? Dedi; derhal yine bu
itiraz, yüzümüzü saratmasın, mahcup düşmeyeyim diye gönlünden istiğfar etti.
Münafık kişilerle dost
olmanın şomluğu mümini de onlar gibi çirkinleştirdi, asileştirdi. Yine “ Ey
gizli şeyleri bütün inceliğiyle bilen Allah, beni küfrümde ısrar eder bir halde
bırakma. Bakışım nasıl elimde değilse gönlüm de elimde değil. Yoksa bu an
hışımla gönlümü yakardım” dedi.
Bu düşünceyle uykuya
daldı, münafıkların mescidini fışkı ile dolu gördü. Mescidin taşları pislik
içinde harap olmuştu. Onlardan kara dumanlar tütüyordu. Çıkan dumanlar, adamın
boğazına girdi, boğazı yandı. O acı dumanın kokusundan uyandı. Hemen yüzüstü
kapanıp ağlamaya başladı. Allah bunlar, münkirlik nişanesi.
Kahır ve gazap, beni iman
nurundan ayıran böyle bir şefkatten daha iyi” diyordu. Mecaz ehlinin çalışıp
çabalamasını araştırsan görürsün ki soğan gibi kat, kattır. Fakat her katı,
öbüründen daha içsiz, daha boş. Halbuki doğruların her işi öbüründen daha iyi,
daha yerindedir. Münafıklar, ziyneti libaslarının üsütne. Kuba Mescidini yıkmak
için yüzlerce gayret kemeri kuşanmışlardı. Onlar, Eshab-ı Fil’e benziyorlardı.
Habeşistan’da bir Kabe yapmışlardı da Allah, Kâbelerine ateş vurmuştu.
Bunun üzerine öç almak
için Kabe’yi yıkmaya niyetlendiler. Halleri nice oldu, Kuranı oku anla! Dinde
kara yüzlü olanların hileden düzenden,savaştan başka bir şeyleri yoktur. Her
sahabe, mescit hakkında apaçık bir rüya gördü, bu suretle münafıkların o mescidi
yapmaktaki maksatları meydana çıktı. Bu rüyaları bir, bir söylesem şüphe
edenlerce de hakikat apaçık anlaşılır. Fakat sırlarını açmaktan ürküyorum. Çünkü
peygamberler nazenindirler, onlara naz yaraşır.
Onlar şeriatı, taklide
uymaksızın kabul etmişler, o peşin parayı mehenge vurmadan almamışlardır.
Kuranın hikmeti müminin kayıp malıdır. Herkes kaybını bilir, tanır.
Mesela bir deven olsa da
kaybetsen, araştırmaya koyulsan bulunca, senin deven olduğunu nasıl bilmezsin?
Arapça da “ Dalle” kaybolmuş, elinden kurtulup kaçmış, bir yere gizlenmiş deveye
derler. Kervan, yükü yüklemeğe gelmiş. Seninse deven kaybolmuş, ortada yok.
Dudağın kupkuru o yana bu yana koşup durmaktasın, kervan da uzaklaşıyor. Gece de
yakın.
Pılı pırtı kokulu yerde,
toprak üstünde kalmış, sen deve peşinde şuraya buraya dönüp dolaşıyorsun. “
Müslümanlar; sabahleyin ahırdan bir deve kaçtı göreniniz var mı ? kim söylerse
kim haber verirse şu kadar para veririm” demeye başlarsın; Herkesten sorup
soruşturursun. Her aşağılık adam, sana bıyık altından güler. Biri “ Bir deve
gördük, şu tarafa, çayıra doğru gidiyordu” der. Öbürü “ Ha ,ha kulağı da
kesikti” der, bir başkası da der ki: “Üstünde nakışlı bir çuval vardı.” Diğer
biri “ Gördüm, tek gözlüydü” der, bir diğeri de der ki “ uyuzluktan tüyü filan
da kalmamıştı Müjde almak için her bayağı adam, yüzlerce nişan söyler durur.
Bu şuna benzer: herkes
marifet hususunda gayp mefsufunu bir sıfatla över. Filozof onu başka bir çeşitte
anlatır. Mübahase eden, onun sözünü cerh eder. Başka biri her ikisini de kınar.
Bir başkası da riya ile can çekişir. Halk, bunları da o köyün adamı sansın diye
her biri, bu yola ait deliller söyler. Hakikatten şunu bil ki bunların hepsi hak
değildir. Fakat bu sürünün hepside sapık değil. Çünkü hak olmadıkça, batıl
meydana çıkmaz. Ahmak, kalp altını, altın kokusunu duyar da alır.
Alem de sağlam ve geçer
akçe olmasaydı kalpı nasıl harcıya bilirdin? Doğru olmasaydı yalan olur muydu
hiç? O yalan, doğrudan nurlanır. Doğru ümidiyle eğriyi de alırlar. Zehri şekere
dökerler de öyle içerler. Güzel ve tatlı buğday olmasaydı buğday gösterip arpa
satan ne yapardı?
Şu halde bütün bu sözler
batıldır. Batıllar hak ümidiyle gönüle tuzaktır. Ama hepsi hayalden, sapıklıktan
ibarettir de deme. Çünkü alemde hakikatsiz hayal olmaz. Allah kadir gecesidir.
Kadir gecesi, insan her geceyi ibadetle geçirsin diye geceler içinde gizlidir ya
Allah da öyle gizli.
Ey genç, her gece Kadir
gecesi değildir ama bütün geceler de ondan hali değil. Hırka giyenler arasında
bir Allah fakiri vardır. Sana da haksa ona yapış! Nerede anlayışlı bir mümin ki
padişahtan yoksulu ayırt etsin. Alemde her şey ayıpsız olsaydı ticaret edenlerin
hepsi aptal olurdu.
Bu taktirde kumaş tanımak
pek kolaylaştırdı. Madem ki ortada ayıp yok, ehil ne oluyor, na ehil ne oluyor?
Fakat eğer her şey de ayıplı olsaydı bilginin ne faydası olurdu? Mademki hepsi
odun, burada ödağacı yok demektir. Her şey hak demek ahmaklıktır, fakat her şey
batıl diyen de şakidir. Peygamberlerin tacirleri kar ettiler, renk ve koku
tacirleriyse ziyan!
Yılan, güzel mal gibi
görünür. İki gözünü de ovuştur da iyice bak! Bu alışverişe gıpta ile bakma,
firavunla Semud kavminin ziyanını gör!
Şu göğe defalarca bak.
Çünkü Allah “ Ona bir kere daha dön de bak” buyurdu. Bu nurani tavana bir kere
bakmakla kani olma, defalarca bak, “ Bir çatlak görebilir misin?” Allah, sana “
Bu güzel göğe ayıp arayan kişi gibi defalarca bak” dedi. Gök hususunda böyle
olunca ya bu kara yeri görmek, fark edip anlayarak beğenmek için bilir misin. Ne
kadar bakmak gerek!
Tortuyu süzmek, safı
meydana getirmek için aklımızın ne kadar zahmetler çekmesi lazım. Kış ve güz
imtihanlarıyla yazın harareti, can gibi olan bahar, yeller, bulutlar, şimşekler,
hep hadiselerin zuhur etmesi; Rengi toprak olan yerin yeninde, yakasında bulunan
lalle adi taşı meydana çıkarması içindir. Bu abus suratlı toprak, hak
hazinesinden, kerem deryasından ne çalmışsa, takdir şahnesi, hadi der, doğru
söyle.
Aldığın neyse bir kılına
kadar anlat! Hırsız, yani toprak “ Hiçbir şey almadım, hiçbir şey” derse de
şahne, onu durmadan çekiştirip durur, eğip büker. Şahne, ona gah şeker gibi
latif sözler söyler; gah onu asar, en kötü işkencelerde bulunur. Bu suretle
kahırla, lütufla, korku ve can ateşinin tesiriyle o gizli şeylerin açığa
vurulmasına gayret eder.
O baharlar, Kibriya,
şahnesinin lütfudur. Hazan da Allah’ın korkutması, tehdit etmesidir. Kış da “ Ey
gizli hırsız, meydana çık” diye manevi bir çarmıhtır. Savaş erinin gönlü bir
zaman ferahlar, bir zaman daralır, derde, gıllıgüşa düşer. Çünkü bedenlerimiz
olan bu su ve toprak, bu balçık, münkirdir.
Canların ziyasının
hırsızıdır. Ulu Allah, ey yiğit, sıcağı soğuğu. Zahmeti, derdi bedenlerimize
havale etmiştir. Bütün bunlar, korku, açlık,malların azlığı, bedenimizin
hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir. Vaitlerle tehditler, bu
birbirine karışmış olan iyi ve kötüyü ayırt etmek içindir.
Hakla,batıl birbirine
karıştığından, sağlam parayla kalp akçayı bu hareme döktüklerinden dolayı. Ayırt
etmek için haki katları sınamış, görmüş bir mehenk gerektir ki, Bu hileleri fark
etsin, şu tedbirlerin esası olsun. Ey Musa’nın anası, Musa’ya süt ver, belaya
düşeceğine düşünme, suya at! Kim, elest gününde o sütü emmişse Musa gibi sütü
fark eder.
Çocuğun fark ve temyiz
sahibi olmasını cidden istiyorsan, ey Musa’nın anası, hemen şimdi onu emzir de,
anasının sütündeki lezzeti anlaşılsın, yaratılışı kötü dadılara teslim olmasın.
Ey itimada layık adam,
sen bir deve kaybetmişsin, herkes sana devenden bir nişan vermekte. Sen devenin
nerede olduğunu bile bilmiyorsun ama o söylenen nişanların yanlış olduğunu
biliyorsun. Devesini kaybetmeyen de taklitle devesini kaybeden kişi gibi bir
deve arar. “ Ben de devemi kaybettim. Kim bulursa müjdesini vereceğim” der. Deve
aramakta seninle yoldaşlık eder, deveye tamah ettiğinden böyle bir oyuna
girişir.
Sen kime “ Bu
söylediklerin yanlış” dersen o da sana uyup aynı sözü söyler. O yanlış nişaneyle
doğrusunu ayırt edemez ama senin, sözün o mukallidin asasıdır, ona dayanır.
Doğru ve benzer bir nişane verirlerse inanırsın, şüphen kalmaz. O, nişane, hasta
canına şifa olur, benzinin rengi yerine gelir, iyileşir, kuvvetlenirsin.
Gözün ışıklanır, ayağın
tutar, yürür. Cismin can olur, canın tamamıyla ruh kesilir. “ Doğru söyledin ey
emniyetli kişi, bu nişaneler, tamamıyla deveme ait. Bu nişaneler, apaçık ve
inanılır deliller. Bu nişaneler, devemi gördüğüne delalet etmekte, adeta berat
ve kadir, adeta kurtuluşun ta kendisi” Der, bu nişaneleri vereni “ haydi, önden
yürü. Yürüme vakti, sen öne düş de, ben senin ardınca geleyim. Doğru sözlü kişi,
devemin kokusunu aldın, şimdi de nerede, göster” diye onu öne salarsın. Fakat
deve sahibi olmayıp bu araştırmada taklide uyan kişinin,bu nişanelerle yakını
artmaz, ancak hakikaten devesi kaybolanın inanışı ona da akseder.
Onun ciddiyetinden,
tahassüründen bir koku alır, anlar ki onun bu yelip yortması saçma değil,
elbette bir aslı var! Bu deve arayışı doğru değil ama o da bir deve
kaybetmiştir. Başkasının devesine tamah edişi onun yüzünü örter de kendi kaybını
unutturur. Devesi kaybolan nerelerde koşarsa bu da koşar, tamahından dertliye
dost ve yoldaş olur.
Yalancı da doğrucuyla
yoldaş olunca yalanı, ansızın doğru olur. Devenin koştuğu o ovada yalancı da
kendi devesini buluverir. Onu görünce devesini hatırlar; dostunun, arkadaşının
devesinden tamahını keser. Devesini orada otlar görür de mukallitten muhakkik
olur. Deveyi orada aramadığı halde bulunca o an hakikaten deveye talip kesilir.
Bu nişaneler, apaçık ve
inanılır deliller. Bu nişaneler, devemi gördüğüne delalet etmekte, adeta Berat
ve Kadir, adeta kurtuluşun ta kendisi” der, bu nişaneleri vereni “ haydi, önden
yürü. Yürüme vakti, sen öne düş de, ben senin ardınca geleyim, doğru sözlü kişi,
devemin kokusunu aldın, şimdi de nerede, göster” diye onu öne saların. Fakat
deve sahibi olmayıp bu araştırmada taklide uyan kişinin, bu doğru nişanelerle
yakını artmaz, ancak hakikaten devesi kaybolanın inanışı ona da akseder.
Onun ciddiyetinden,
tahassüründen bir koku alır, anlar ki onun bu yelip yortması saçma değil,
elbette bir aslı var! Bu deve arayışı doğru değil ama o da bir deve
kaybetmiştir. Başkasının devesine tamah edişi onun yüzünü örterde kendi kaybını
unutturur.
Devesi kaybolan nerelerde
koşarsa bu da koşar, tamahından dertliye dost ve yoldaş olur. Yalancı da
doğrucuyla yoldaş olunca yalanı ansızın doğru olur. Devenin koştuğu o ovada
yalancı da kendi devesini buluverir. Onu görünce devesini hatırlar; dostunun,
arkadaşının devesinden tamahını keser. Devesini orada otlar görür de mukallitten
muhakkik olur. Deveyi orada aramadığı halde bulunca o an, hakikaten deveye talip
kesilir.
Ondan sonra yalnızca
yürümeye başlat, gözünü kendi devesine açar. Asıl deve arayan “Beni bıraktın mı,
halbuki şimdiye kadar arkadaşlık ettik” deyince, “ şimdiye kadar abes bir şeyle
meşguldüm,tamahtan sana yaltaklanıp duruyordum. Bu arayışta senden zahiren,
cismen ayrıldım ama asıl şimdi seninle derttaş oldum.
Şimdiye kadar devenin
evsafını senden çalmıştım . Halbuki şimdi canım, benimkini gördü, artık gözüm
doydu. Onu görmedikçe aramadım, istemedim. Fakat şimdi bakır mağlup oldu, altın
üst geldi. Bütün suçlarım, şükür olsun,ibadet oldu, alay fena buldu, doğruluk
kaldı.
Suçlarım, Hakk’a vesile
oldu. Gayri suçlarımı kınama, onlara dokunma. Seni doğruluğun arayıcı etmişti.
Bana da ciddiyetim ve araştırmam doğruluk kapısını açtı. Seni, doğruluğun
aramaya sevk etti, beni de aramam doğruluğa çekti. Alay olsun diye, iş olsu diye
yere devlet tohumu ekiyordum. Halbuki onun aslı varmış, hakiki kazancımmış.
Ektiğim her taneye bedel yüzlerce tane çıktı” diye cevap verir. Hırsız, bir eve
girmeğe kalkışır, girince görür ki girdiği kendi eviymiş! Ey soğuk, hararetlen
ki sınasın, sertliğe alış ki yumuşayasın.
O iki deve değildir ki
bir devedir. Fakat söz dar, mana ise pek geniş! Söz manaya daima kifayetsiz.
Onun için peygamber” Allah’ı bilenin dili tutulur” dedi. Söz, hesapta usturlaba
benzer. Usturlap, göğü güneşi ne kadar bilebilir ki? Hele bu gök olursa. Bu öyle
bir gök ki gökyüzü, buna nispetle bir katre. Bu güneş,o güneşe nispetle bir
zerre!
Münafıkların yaptıkları
mescidin hakiki bir mescide olmayıp hile yurdu, Yahudi tuzağı olduğu
anlaşılınca, Peygamber “ Onu yıkın! Süprüntülük, küllük, gübürlük yapın”
buyurdu. Mescidin sahibi de mescit gibi kalptı. Tuzağa saçtığın taneler,
cömertlik sayılmaz ki.
Oltandaki et lokması,
balığı avlamak içindir. Öyle bir lokma ne ihsandır, ne cömertlik! Kuba’lıların
Mescidi, taştan, topraktan ibaretken yine kendisinin naziri olmayan Mescid- i
Dırar’ın vücuduna meydan vermedi. Taşa toprağa bile böyle bir zulüm ve sitem
yapılmadı. Adalet emiri olan Resulellah, kuba mescidine benzemeyen o mescide
şule vurdu, onu yakıp yıktı! Asılların aslı olan haki katların da bil ki
farkları, ayrılıkları vardır.
Ne hayatı onun hayatına
benzer, ne mematı onun mematına. Hatta kabrini bile öbürünün kabri gibi sanma. O
cihanın farkını ben nasıl söyleyeyim? Ey iş eri, sen işini mehenge vur da bir
Mescid’i Dırar da sen yapma. Sen o mescit yapanları kınıyor, onlarla alay
ediyorsun ama gözünü çevirip baksan görürsün ki sen de onlardansın!
|
|