|
PEYGAMBERLERDEN MUCİZE İSTEĞİ
Seba’lıların asılları
kötüydü, mayaları pisti. Allah’a ulaşma sebeplerinden kaçarlardı. Allah onlara
bunca matah, bunca bağ, bunca bostan vermiş, sağlarından, solarından onlara zevk
ve huzur için bunca nimetler ihsan etmişti. Ağaçlardan dökülen meyvelerin
bolluğundan yol daralır. Geçenler, geçemez oluyorlardı.
Yerlere dökülen meyveler,
yolu kapar, yolcu nereden geçeyim diye şaşırır kalırlardı. Birisi, başına bir
sepet alıp ağaçlıklardan geçse sepet silkmeden meyvelerle dolardı. Meyveleri
kimse silkmez, düşürmez, meyveler rüzgarla düşer, nicelerin etekleri, meyvelerle
dolar boşalırdı. Meyve hevenkleri, dallardan aşağılara kadar sarkar, gelip
geçenlerin başlarına yüzlerine sürtünürdü.
Külhan hizmetinde çalışan
aşağılık bir adam bile o kadar zengini ki altın kemer kuşanırdı. Köpek,
ekmekleri ayağıyla çiğner, ezerdi. Kurt, yiyecek bolluğundan imtila illetine
tutulmuştu. Şehir de hırsızdan kurttan emindi, köy de, keçi bile büyük
kurtlardan korkmaz olmuştu. Onların günden güne artan nimetlerini, onların nail
oldukları şeyleri anlatsam, mühim sözler geri kalır. Peygamberler, bunlara “
Doğru olun, doğruluk yapın!” demişti!
Oraya tam on üç peygamber
gelmiş, sapıklara yol göstermiş istemişlerdi. “Nimetleriniz çoğalıp durmakta,
fakat şükür nerede? Şükrü merkebi yatıp uyusa bile siz onu uyandırın, kaldırın!
Nimet verene şükretmek aklen de lazım. Şükretmeyen kendisine ebedi hışım
kapısını açar.
Kendinize gelin de şu
kereme bakın! Bir şükre bedel bu kadar nimeti kim verir? Allah insana baş verir,
şükür için de bir secde ister. Ayak bağışlar şükür için bir oturma diler”
dediler. Seba’lılar dediler ki. “ Bizim şükretme kabiliyetimizi Şeytan aldı
götürdü’ şükürden de usandık, nimetten de.
Bu nimetlerden bize öyle
usanç geldi ki ne ibadet hoşumuza gidiyor, ne kabahat! Nimetleri de istemiyoruz,
bahçeleri de zevk sebeplerini de dilemiyoruz, safa vesilelerini de! Peygamberler
dediler ki: “ Gönülde bir illet yüzünden insan doğruyu anlamaz, sapıtır. O
yüzden nimetler, umumiyetle illet olur. Hastalıkta yenen yemek insana hiç kuvvet
verir mi?
Ey inatçı önüne nice
güzelim nimetler geldi de hepsi kötüleşti, saf olanlar bile bulandı gitti! Bu
güzelliklerin düşmanı sensin. Neye elini vurdunsa kötü oldu. Senin dostun senin
aşinan olan, sence hor, hakir sayıldı. Sana yabancı olan seninle uzlaştı. Sence
o büyük ve yüce oldu.
Bu da o hastalığın
tesirinden. O illetin zehri bürün canlara sirayet eder. O illeti derhal
geçirmeye çalışmak gerek. O illet durdukça şeker bile zehir kesilir. Her güzel
ve tatlı şey insana kötü ve acı gelir. İnsan Abıhayat içse ateş sanır. O huy,
ölüm kimyasıdır. Sen de o huy var mı? Nihayet hayatın bile o yüzden ölüm olur!
O huy sendeyken gönlü
dirilten gıdayı bile sen vücudunda kokar, leş kesilir. Naz- u naimle avlanan
nice aziz kişiler vardır ki sana av olsalar sence bayağı görünürler. Bir kıl,
gararsız, maksatsız başka bir akılla bağdaşırsa sevgi, gün gittikçe artar. Fakat
nefis, aşağılık bir nefisle tanışır, dost olursa şüphesiz olarak bil ki bu
dostluk zaman geçtikçe azalır.
Çünkü nefsin daima bir
illet, bir maksat etrafında döner, dolaşır. Dostluğu bilişiği de çabucacık
bozar! Yarın dostunun senden nefret etmesini istemiyorsan bir akıllıysa dost ol,
akla yar ol! Nefis zehirleriyle hastalanmış, hastalığa tutulmuşsan eline ne
alır, elini nereye atar, neye sahip olursan hastalığa alet olur, onu da berbat
edersin!
Eline mücevher alsan, taş
olur, gönül sevgisine yapışsan savaş olur. Kimse tarafından söylenmemiş, kimse
tarafından dokunulmamış bakir ve latif ir nükte duysan anlayıcınca sence zevksiz
ve kötü bir hal alır. Ben bunu duydum, dinledim eskidi artık. Ey yiğit, sen,
bundan başka bir şey söyle dersin.
Hatta yepyeni ve
söylenmemiş bir nükte duyduğunu farz et, yarın ona da doyar, ondan da nefret
edersin. Sen sendeki illeti gider, illet geçti mi, sence her eskimiş, söylenmiş
söz yeni olur. O eski söz, yepyeni dallar, budaklar verir, yüzlerce meyve
havenkleri bitirir, yetiştirir.
Biz böyle hekimleriz,
öyle Allah şakirtleriyiz ki bahrimuhit bile bizi gördü de yarıldı. Biz başkayız;
insanın hastalığını, nabzına bakarak anlayan hekimler başka! Biz gönüle
vasıtasız bakarız, bizim görüşümüz, anlayışımız yüzünden pek yücedir. Onlar,
insanı gıdalarla, meyvelerle doyuran kuvvetlendiren doktorlardır.
Bize ululuk nurunun ışığı
ilham vermektedir. Mesela bu çeşit bir iş sana faydalıdır. Öbürünün yolunu
keser. Bu çeşit bir söz sana faydalıdır, başka çeşit bir sözse seni yaralar! O
doktorlar, hastanın sidiğine bakar, hastalığını öyle anlar bizim deliliğimize
ulu Allah’ın vahyidir, hastalığı vahiyle anlarız. Kimseden ücret istemeyiz,
ücretimiz, noksanlardan arı olan Allah’tan gelir. İlleti unulmaz hastalara sala.
İlacımız, hastalara birebirdir.
Seba’lılar “ Ey davaya
girişenler, doktorluğu bildiğinize, bize fayda vereceğinize deliliniz nerede,
siz de bizim gibi uyku uyumakta, siz de bizim gibi yemek yemektesiniz. Köylerde,
şehirlerde bizim gibi oturup duruyorsunuz. Bu su toprak tuzağındayken nasıl olur
da gönül simurgunu avlayabilirsiniz?
Fakat mevki ve reislik
sevdası sizi peygamberlik davasına salmış, bu yüzden kendinizi peygamber
sanıyorsunuz. Bu çeşit laflar, bu çeşit yalanlara kulak bile asmak istemeyi,
ayran kasesine düşmek dilemeyiz.” Dediler. Peygamberler dediler ki: “ Bu da o
illetten, körlüğünüzden, söylediğimiz sözlerin hakikatini göremiyorsunuz.
Davamızı duyuruyorsunuz
da elimizdeki mücevheri görmüyorsunuz. Elimizdeki bu mücevher, halka bir
imtihandır. Onu gözlerin önünde dolandırıp durmaktayız. Kim nerede mücevher?
Derse bu sözü, körlüğüne, mücevherleri görmediğine şahittir. Güneş söze gelse de
“ Kalk, gündüz oldu yatıp durma.”
Dese sen de “ A güneş,
şahidin nerede?” deden güneş “ kör herif, Allah’tan kendine göz iste! Apaydın
gündüz vakti birisi mum arasa onun bu araması körlüğüne tam bir delildir. Bari
görmüyorsan, gündüz olduğundan şüphen varsa, daha sabah olmadı sanıyorsan, sus
bir şey söyleme de kör olduğunu meydana vurma. Allah ihsanını bekle!” der.
Gündüzün “ gündüz nerede”
demek kendi kendini rezil etmektir a gündüz arayan! Sabır ve sükut Allah
rahmetine sebep olur. Bu araştırmaysa hastalık nişanesidir. “ Susun, dinleyin”
emrini canla başla, kabul et de sevgilinin mükafatına eriş, rahmetine nail ol.
Ey terbiyeli edepli kişi
illetinin yeniden tazelenmesini istemiyorsan bu doktorun önünde paranı da çıkar,
yere koy; başını da secdeye indir. Fazla sözü sat da can, mevki ve para pul
bağışlamayı satın al. Bu suretle de Allah seni övsün, rütbene gök bile haset
etsin. Doktorların rızasını elde ederseniz kendinizi görür, halinizi bilir,
ayıplarınızı anlar, kendi kendinizden utanırsınız.
Bu körlüğü defetmek
halkın elinde değildir; bu doktorlara Allah tarafından lütfedilmiş bir
hidayettir. Bu doktorlara candan kul olun da miskle, amberle dolun!
Onlarsa bunların hepsi
riyadan, hileden ibaret dediler; nasıl olur da Allah falanı, filanı kendisine
vekil eder? Padişah elçisinin padişah cinsinden olması lazım. Suyla toprak
nerede, gökleri yaratan nerede, kafamızda eşek beyni mi var ki sizin gibi bir
sineği hüma kuşuyla bir tutalım?
Hüma nerede sinek nerede?
Toprak nerede, Allah nerede? Gökteki güneşle zerrenin ne münasebeti var? bu
münasebet, bu alaka, hiç akıllı adamın kabul edeceği şey mi?
Bu bir tavşanın “ Ben
ayın elçisiyim, onunla eşim” demesine benzer. Bütün av hayvanları, fil
sürürsünün yüzünden suyu güzel kaynağa gidemez olmuşlardı. Hepsi de
korkularından oraya yanaşamıyorlardı. Güçleri, kuvvetleri yoktu. Bir düzen
düzdüler. Bir ihtiyar tavşan, ayın ilk gecesi dağın tepesine çıkıp bağırdı.
Ey fil padişahı, ayın on
dördüncü gecesi gel de kaynağa bak, sözümün doğruluğunu gör! Ben elçiyim, elçiye
zeval yok. Ona ne kızılır, sövülür, ne hapse atılır. Ay diyor ki : “ Filler,
buradan gidin, kaynak bizimdir, dağılın buradan! Yoksa sizin gözünüzü kör
ederim. Ben onun sözünü söyledim, boynumdan vebali attım.
Bu kaynağı bırakıp gidin
de ayın kılıncından emin olun. Sözümün doğruluğuna nişan de şudur. Fille, su
içmek için kaynağa geldiler mi ay harekete gelir. Fil padişahı, filan gece gel
de kaynakta bu dediğimi gör! Ayın yedisi, sekizi olunca fil padişahı su içmek
için kaynağa geldi. o gece vakti hortumunu suya salınca su harekete geldi, ay da
hareket etti.
Fil suyun içinde ayın
titrediğini, harekete geldiğini görünce tavşanın sözüne inandı. Fakat “ Filler,
biz o ahmak fillerden değiliz ki ayın hareketi bizi korkutsun” dedi.
Peygamberlerse “ Ah akılsız adamlar ah, size canla, başla verdiğimiz nasihatler,
sizin bağınızı kuvvetlendirdi. Vah yazıklar olsun vah!” dediler.
Ne yazık derdinize
verilen ilaç, can alıca kahır zehir kesildi. Bir göze Allah hışmım perdesini
salınca mum bile aydınlatmaz, karanlığını çoğaltır. Sizden ne reisliği arayacak,
ne gibi bir ululuk isteyeceğiz? Bizim ululuğumuz göklerden bile üstün! İncilerle
dolu olan deniz, gemiden ne şeref bulabilir? Hele o gemi fışkıyla dolu olursa.
Yazıklar olsun ki o
bozarmış kör göze güneş bile bir zerre göründü. İblisin gözü, eşsiz, örneksiz
Adem’i topraktan başka bir şey görmedi. O iblise layık göz, yurdu olan yerden
baktı, kendisine layık görüşle gördü de sahibine Adem’in baharını kış gösterdi.
Nice devletler vardır ki bazan devletsiz kişiye isabet eder de mal olmaz, geri
döner!
Nice sevgili vardır ki
bir bahtsızın yanına gelirde o sevgiliyi tanımaz, onunla aşk oyununu oynamaya
girişmez. Gözü yanıltan da bizim ezeli nasipsizliğimiz. Kalbi çeviren de kötü
kaza ve kader! Taştan yontulup yapılan put, size kıble olduğundan lanetin,
körlüğün gölgesine sığındınız, orada yurt edindiniz.
Zannınızca taştan yapılma
putlarınız Allah’a eş oluyor da akıllı can nasıl Allah sırrına sahip olmuyor?
Demek ki bir ölü sinek Allah’a eş oluyor sizce peki, o halde diri olan insan
neden o padişahlar padişahına sırdaş olmasın? Yoksa ölü sineğe benzeyen put,
sizin tarafınızdan yapıldığı için mi Allah’a eş olmaya layık?
Diri, diri insan, Allah
Mahluku olduğundan mı Allah sırrın mahrem olamıyor? Siz kendinize, kendi
sanatınıza aşıksınız. Yılanların kuyruklarına layık olan elbette yılan başıdır.
Ne o kuyrukta bir devlet, bir nimet vardır, ne o başta bir rahat, bir lezzet!
Yılanın kuyruğu, başının etrafında dönüp dolaşır, kıvrılıp düzelir.
Kuyruk ve baş o iki dost
birbirine tam layıktır. Tam münasiptir. İlahi nameyi bir güzelce dinlesen
görürsün; Hakim-i Gaznevi öyle der: takdirin hükmüne itiraz edip de boş
boğazlıkta bulunma. Tavşana tavşan kulağı münasiptir. Uzuvlarla bedenler tam
uygundur. Huylarla canlar, tam birbirine denktir.
Ruha münasip olan her
vasfı, şüphe yok ki tam yerli yerinde, tam uygun olarak halk eden Allah’tır.
Allah madem ki huyu cana, uygun ve eş olarak yarattı, o halde onu gözle kaş gibi
yarinde ve birbirine münasip bil! Güzeldeki huylar da uygun ve yerinde,
çirkindeki huylar da Allah’ın yazdığı harfler birbirine tam münasip!
Ey Hasancık, yazı yazanın
elindeki kalem gibi gözle gönül de Allah’ın iki parmağı arasında! Gönül kalemi,
lütuf ve kahır parmakları arasında gah sıkıntıya düşer, gah feraha çıkar. Ey
kalem, ululuğa layıksan kimin parmakları arasındasın, bak da gör! Senin bütün
kastin, bürün hareketin bu parmaklardan meydana geliyor.
Başın dört yol ağzında
kahrın, lütfun doğru yolla sapıklığın birleştiği yeridir. Bu halden hale giriş
harflerin onun yazıp bozmasından meydana gelmekte. Bir işe niyetin, yahut bir
şeyden vazgeçmen de onun iradesiyle, onun takdiriyle! Niyazdan yalvarıp
yakarmadan başka yol yok. Bu değişmeyi, bu halden hale girmeyi her kalem bilmez.
Bilsen bile kendi miktarınca, kendi haddince bilir. İyi de kendi kadrini izhar
eder, kötüde de! Seba’lılar tavşanla fil hikayesini misal getirmeye kalkıştılar
ama ezeli sırrı hilelerle karıştırmaya yeltendiler.
Bu misalleri düzüp
koşmak, o tertemiz tapıya affetmeye kalkışmak sizin haddiniz mi, misal getirmek,
Allah’ın bir de onun gizli ve aşikar bilgisine bir delil olan kişinin hakkıdır.
Sen herhangi bir şeyin sırrını ne bilirin? Kafan kel iken saça, yüze ait nasıl
misal getirebilirsin? Musa bile sopayı, alelade bir sopa gördü ama değildi ki. O
bir ejderhaydı; sırrı, dudağını açtı da hakikatini söyledi.
Öyle bir padişah bile bir
sopanın sırrını bilemezse sen, bu tuzakla tanelerin sırrını ne bileceksin?
Musa’nın gözü bile misal hususunda yanılırsa bir fare nasıl olur da hakikate
ulaşmaya yol bulur. O misal bir ejderha kesilir de cevabıyla seni paramparça
eder! İblis de bu misali getirdi de kıyamete kadar melun oldu.
Karun da inat etti, bu
misali getirdi de tacıyla, tahtıyla yere geçti. Sen bu getirdiğin misali kuzgun
ve baykuş bil. Onların yüzünden yüzlerce ev bark yıkıldı, yerle yeksan oldu!
Nuh ovada gemi yaparken
yüzlerce kişi başına üşüşüp misal getirerek alaya kalkıştılar. “ Kuyu bile
bulunmayan bir ovada gemi yapıyor, bu ne bilgisiz aptal!” dediler. Biri diyordu
ki. “ Gemi hadi yürü koş!” öbürü diyordu ki: “ Bu gemiye bir de kanat tak!” Nuh
da “ Ben, bunu Allah emriyle yapıyorum bu alaylarla işime kesat gelmez”
demekteydi.
Şu hikayeyi dinle de bak!
Hırsızlığı alışmış herifin biri bir gece bir duvarın dibini delmekteydi. Hasta
ev sahibi, gece yarısı yavaş, yavaş bir tak taktır duydu. Dama çıkıp aşağıya
eğildi. Hırsızı görüp “ baba” ne yapıyorsun? Hayırdır, inşallah gece yarısı ne
ediyorsun kim sen” dedi.
Hırsız “ davulcuyum
azizim”diye cevap verdi. Adam “ Pek, burada ne yapıyorsun?” deyince hırsız “
Davul çalıyorum” dedi. Ev sahibi dedi ki. “ Be adam, davul sesi hani?” Hırssız “
Dur hele, sesini yarın duyarsın eyvahlar olsun! Dediğin zaman kulağına dank
eder!” Kelile’ de ki o hikaye da yalan, saçma, düzme fakat o saçma hikayenin ne
demek olduğunu, o hikayenin maksadının anlamadın ki!
A herzevekil, o tavşanın
hakikati Şeytandır. Senin nefsine elçi olarak geldi de ahmak nefsini, Hızır’ın
içtiği Abıhayattan mahrum eti. Sen onun manasını ters anladın. Küfür söyledin,
azabına hazırlan! Arı duru suda ayın hareketini, bununla tavşanın filleri
korkuttuğunu anlattın.
Tavşan hikayesini, fili,
suyu, ayın hareketinden fillerin korkmasını söyledin. Fakat ey ham körler, bu
ay, halkı da halkın ileri gelenlerini de zebun etmiş olan aya nasıl benzer ki?
Ay nerede, güneş nerede, gök nerede akıllar nerede nefisler nerede, melek
nerede?hatta güneşin güneşi nerede?
Nasıl söylerim bu sözü,
uykuda mıyım, sayıklıyor muyum? Ey yol sapıtmış kişiler, padişahların hışmı yüz
binlerce şehri harap etmiştir. Dağlar bile, onların hışmından yarılır, yüzlerce
parça olur, güneş bil, onların etrafında döner, onları tavaf eder. Erlerin
hışmı, bulutu kurutur, gönüllerinin kızgınlığı alemleri yakar, yıkar.
Ey kefensiz adamcıklar,
ey yıkanmamış ölücükler. Lut Peygamberin şehri nasıl yere battı, na hale geldi?
bakın da görün! Fil de kim oluyor ki? üç tane kuşcağız, o fillerin kemiklerini
kırdı. Kuşların en zayıfı Ebabil olduğu halde filleri, bir daha yamanmalarına
imkan bulunmayacak bir tarzda yırttı, parçaladı.
Nuh tufanını duymayan,
yahut Firavunla Musa’nın savaşını işitmeyen var mı? Ruh gibi olan Musa, onları
mağlup etti, sulara boğdu; su da bunları zerre, zerre parçaladı. Semud kavminin
ahvalini, kasırganın Ad kavmini mahvettiğini duymayan var mı? Bir defacık olsun
gözünü aç da gör.
Savaşta filleri yıkıp
öldürdüğü halde, bu derecede kuvvetli filler, bu kadar zalim padişahlar bile
gönül hışmına uğramışlar, taşlanıp durmaktadırlar. Ebediyen zulmetten, zulmete
gidiyorlar. Ne yardım eden var, ne imdatlarına yetişen! İyi adla kötü adı
duymadınız mı yoksa? Hakikati herkes gördü de siz görmediniz mi yoksa, görülmüş
şeyi görülmemiş sanırsınız.
Meydanda olan şeyleri
bile ,bile görmezsiniz ama ölüm, gözlerinizi adamakıllı açacak elbet. Tut ki
alem, güneşle, nurla dopdolu sen, kör gibi karanlıklara gittikten sonra elbette
ondan uzakta kalırsın, mahrum olursun! O kerem sahibi aya pencereni kapatırsan o
ulu nurdan elbette nasibin olmaz!
Sen köşkten çıkmış,
kuyuya girmişsin. Bu geniş alemlerin ne günahı var? kurt huylarıyla huylanmış
olan ruh, Yusuf’un yüzünü nasıl görebilir, söyle! Davud’un sesi dağlara taşlara
ulaştı da yine o taş yüreklilerin kulaklarına girmedi. Har an akla insafa
aferin! Doğrusunu Allah bilir ya! Ey Seba’lılar peygamberleri tasdik edin,
Allah’a olan ruhu tasdik edin!
Tasdik edin; onlar doğmuş
güneşlerdir. Onlar sizi kıyametin azaplarından kurtarırlar. Tasdik edin; onlar
kıyamet kopmadan önce oraya varmanızdan evvel sizi de nurlandıran, alemi de
nurlandıran aydın dolunaydır. Tasdik edin; onlar karanlıkları aydınlatan
ışıklardır. Ulu tutun, ağırlayın.
Onla, rica ve niyaz
anahtarlarıdır. Hayrınızdan başka bir şey dilemeyenleri tasdik edin. Kendinizden
başka kimseyi azdırmayın, kimseye tecavüz etmeyin! Bırak bu Arapça’yı, Farsça
konuşalım. Ey sudan topraktan ibaret insan, o Türk’ün Hindusu ol (o güzelin
yanağına bi siyah ben kesil!) kendinize gelin de padişahların seslerini duyun.
Onlara gökler bile inandılar, gökler bile.
Önce gelenlerin hallerine
bakın, yahut sonradan gelenlerin tarafına doğru ihtiyatla uçun! İhtiyat nedir?
İki tedbir arasında tereddüde düşmeyip hangisi seni sürçtürmeyecekse onu
yapmaktır. Birisi, “ Bu yedi günlük yolda hiç su yoktur. Bütün yolu ayakları
yakıp kavuran kumluk” dese, öbürü de “ Yalan, yürü de bak, her gece bir akan
kaynak görürsün” dese,
İhtiyat kokudan kurtulmak
ve doğruya ulaşmak için yanına su alıp yola düşmendir. Yoksa su varsa, yanına
aldığın suyu dök. Fakat ya yoksa o vakit vay susuz yola düşenin haline! Ey
halife oğulları, insaf de kıyamet günü için ihtiyatlı davranın! O düşman yok mu,
o düşman? Sizin atanıza da kin güttü de onu İliyyinden zindana attırdı.
Gönül satrancının şahını
bile mat etti de cennetten çıkarttı, belalara uğrattı, maskara etti. Güreşte onu
yere yıkmak, yüzünü saratmak için onunla savaşa girişti, ona ne oyunlar oynadı.
Öyle bir pehlivana bile böyle oyunlar yapan düşmanı sakının, ehemmiyetsiz
görmeyin!
O hasetçi, bizim
anamızın, babamızın tacını tahtını bile al el çabukluğuyla kapıverdi; onları,
oracıkta, çırılçıplak, ağlayıp inler bir halde hor hakir bırakıverdi. Adem,
yıllarca zarı, zarı ağladı. Neden asiler defterine kaydedildim diye öyle bir
ağladı ki göz yaşlarının aktığı yerlerde nebatlar bitti!
Bir bak da hilebazlığını
anla. Öyle bir ulu bile, onun hilesi yüzünden saçını, saklını yoldu. Ey balçığa
tapanlar, onun şerrinden amanın aman. Onun kafasına “ La havle” kılıcını vurmaya
bakın! Pusudan sizi görüp durur, fakat siz onu görmezsiniz, gaflet etmeyin
sakın! Avcı daima taneler saçar, saçtığı taneler görünür de yapacağı kötülük
görünmez.
Nerede tane görürsen
sakın oradan. Sakın da tuzağa düşme, kolun, kanadın bağlanmasın! Taneyi bırakan
kuş, o hilesiz, düzensiz ovanın tanelerini yer, doyar. Ona kani olduğundan
uzaktan kurtulur; hiçbir tuzağa düşmez; kolu kanadı bağlanmaz.
Bir kuş, bir duvarın
üstüne kondu, tuzaktaki taneleri gördü. Bir ovaya bakıyordu, gönlü orasını
çekmekteydi; bir da tanelere bakıyordu, hırsı kendisini oraya sürüklemekteydi.
Bu iki istek arasında çırpındı, durdu. Nihayet aklı başından gitti; tanelere
meyletmedi, sahraya uçup gitti. Neşeli bir surette kol kanat açtı; ne mutlu ona!
Bütün hürlerin ulusu, başı oldu.
Onu kendisine baş yapan
da kurtuldu, emniyet makamına ulaştı. Çünkü bu kuşun gönlü, ihtiyata riayet
edenlerin padişahı kesildi de konağı, güllükler, çimenlikler dolu! O
ihtiyatından razı, ihtiyatı ondan işte sen de tedbirde bulunacaksın böyle bir
tedbirde bulun, bu işe sarılacaksan böyle bir işe sarıl!
Nice defalar hırs
tuzağına düştün, boğazını kesilmeye teslim ettin. Tövbeler kabul eden Allah,
yine seni azad etti. Tövbeni kabul ederek seni neşelendirdi. “ Tövbenizi bozar,
kötülüğe başlarsanız biz de tekrar size azap ederiz. Biz yapılan işlere uygun
karşılıkları çift ettik” dedi.
Bir kadının kocasını,
yahut bir kocanın karısını alıp bir yere götürsen eşi de koşa, koşa mutlaka onun
yanına gelir. Bu yapılan işleri de eserleriyle çift yarattık. Bir amelde
bulundun mu mutlaka eşi de zuhur eder. Birisi gelip bir karının kocasını esir
ederek götürse karısı, kocasını araya, araya çıkagelir.
Sen de bir kere daha bu
tuzağa geldin, bir kere daha tövbenin gözüne toprak serptin! Tövbeleri kabul
eden, suçluları yargılayan Allah tekrar o düğümü çözdü de “ Kendine gel bu
tarafa yüz tutma” dedi. Fakat tekrar unutkanlık pervanesi geldi, canınızı ateşe
doğru sürükledi!
Ey pervane, öyle çok
unutkan olma, öyle pek şüpheye düşme yanan kanadına bak bir kere! Ateşten
kurtuldun mu bu kurtuluşun şükrü, bir daha tane olan yere hiç uğramamandır.
Uğrama da şükrettikçe Allah sana tuzaksız, düşman korkusundan uzak bir nimet
ihsan etsin.
Allah’ın sizi azat
etmesine karşılık şükretmeniz, Allah nimetini anmanız gerek. Nice zahmetlere,
nice belalara düştün de “ Yarabbi, beni bu tuzaktan kurtar. Sana itaat edeyim,
ibadetlerde bulunayım, Şeytanın gözüne toprak serpeyim” dedi.
Kış geldi mi köpek
ezilir, büzülür. Kışın soğuğu onu perişan bir hale kor. “ Kışa dayanamıyorum sağ
olursam taştan bir ev kurmam lazım. Yaz gelince dişimle tırnağımla çalışıp
çabalayayım, kışın barınmak için bir taş ev kurayım” der. Fakat yaz gelip de
ısındı mı kellesi, kemiği yerine geldi mi, ilikleri, kemikleri kızışıp derisi
gerildi mi,kendisini koskocaman görür de “ İyi ama ben hangi eve sığarım ki?”
der.
İrileşir, yayığını çeker.
Tembel ,tembel, karnı tok sırtı pek, kendisine güvenmiş bir halde bir gölgeye
çekilir. Gönlü “ Bir ev kur” derse de o, “ Söyle be yahu, ben nasıl olur da bir
eve sığarım ki?” Diye cevap verir. Sen de bir belaya, bir musibete düştün mü
büzülürsün, hırs kemiklerin bitişir; küçülür, kalırsın. “ Tövbeden bir ev
kurayım, kışın o evceğizde barınayım” dersin.
Fakat dertten kurtuldun
da hırsın büyüdü mü köpek gibi ev sevdası geçer gider. Nimete şükretmek,
nimetten daha hoştur. Şükreden kişi, hiç şükretmeyi bırakır da nimet sevdasına
düşer mi? Şükür, nimetin canıdır, nimetse deriye benzer. Çünkü seni sevgiliye
kadar ulaştıran şükürdür.
Nimet, insana gaflet
verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör! Şükür
nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar. Bu suretle de yoksullara yüzlerce nimet
bağışlarsın Allah yemeğinden ye doy da senden oburluk, tamah ve şuna buna
ihtiyacını arz etme illeti geçsin.
Onlar dediler ki: “ A
öğütçüler, iyi söylüyorsunuz ama bu köyde adam olsa!Allah bizim gönlümüzü
kilitledi, kimse Allah’tan ileri geçemez ki. Her şeyi düzüp koşan Allah, bizi de
böyle düzdü koştu. Kimse bu dedikoduyla kaderimizi değiştiremez. Taşa istersen
tam yüzyıl boyuna lal olsana de. Eskiye tam yüzyıl yenilen diye söyle dur.
Toprağa yüzyıl su gibi
arı duru ol desen, suya bal ol, süt kesil desen ne fayda! Gökleri ve göklerdeki
şeyleri yatan, suyu toprağı ve topraktakileri halk eden Allah, göğe dönmeyi
takdir etmiş, onu saf bir hale getirtmiş suyla toprağa da bulanıklık vermiştir.
Gayri nasıl olur da gökyüzü bulanır, suyla balçık durulur? Allah, hepsine bir
şey takdir etmiştir. Bir dağ, çalışmakla saman çöpü olur mu hiç?
Peygamberler dediler ki.
“ Evet, Allah çekinip kurtulmaya imkan bulunmayan sıfatlar yaratmıştır. Fakat
arızi sıfatlar da yarattı ki onları terk etmek mümkündür;herkesin nefretini
kazanan kişi, sıfatları terk eder, huylarından vazgeçerse herkesin sevgisini
kazanır, herkes ondan razı olur.
Taşa altın ol demek
beyhudedir ama bakıra altın ol dersen yeri var; bakır pekala altın olabilir.
Kuma toprak ol dersen acizdir, toprak olamaz. Fakat toprağa balçık ol desen bu
söz yerindedir, toprak, balçık olabilir. Allah, insana topallık,
yassı,burunluluk, körlük gibi çaresiz illetler vermiştir ama, ağız yüz
çarpıklığı, yahut baş ağrısı gibi bazı illetler vermiştir ki bunlara çare varır.
Allah bu ilaçları,
insanlara iyilik vermek için yarattı, derler, devalar saçma değil ya! Hatta
dertlerin çoğunun devası, çaresi vardır. Adamakıllı aradın, üstüne düştün mü ele
geçer!
Onlarsa “ Bu, bizim
derdimiz, deva kabul eder dert değil. Siz yıllarca öğütler verdiniz, afsunlar
okudunuz. Bizim de ger lahza derdimiz arttı, bağımız kuvvetlendi. Eğer bu
hastalık, iyileşecek bir hastalık olsaydı nihayet bir zerresi olsun geçerdi.
İnsan susuzluk hastalığına uğrarsa içtiği su ciğere gitmez. Denizi içse başka
bir yere gider. Nihayet el ayak şişer. Su içmek, susuzluğu bir türlü geçirmez”
dediler.
Peygamberler dediler ki:
“ Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Allah’ın ihsan ve rahmetlerine son yoktur. Böyle
bir ihsan sahibinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!
Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonradan kolaylaşır, o güçlük geçer
gider.
Ardında nice güneşler
var! ümitsizlikten sonra nice ümitler var. Karanlığına esasen tutalım
yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu. Sözümüzü kabul
edecek yahut etmeyeceksiniz. Biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey
Allah’a teslim olmak, fermanını yerine getirmektedir.
Bize o kulluğu o buyurdu.
Bu söz söylememiz, kendiliğimizden değil ki! Canımız, onun emrini yerine
getirmek için bunun için yaşıyoruz, bunun için yaratıldık. Kuma tohum ek dese
bile biz ekeriz. Peygamberin canına Allah’tan başka bir dost yoktur. Halk sözünü
kabul edecekmiş, reddedecekmiş, bununla hiçbir alışveriş bulunmaz ki!
Allah emirlerini halka
bildirir, bunu için alacağı ücreti de Allah verir. Biz sevgilinin uğrunda halka
çirkin göründük; yüzümüz, düşman yüzüne benzedi gitti! Fakat bu kapıdan
usanmadık da usanmayız da yol uzun olduğundan her yerde oturup dinleniyoruz.
Sevgiliden ayrılan,
hapislere düşen adamın gönlü soğur, o çeşit adam usanır, bıkar. Halbuki bizim
sevgilimiz, bizim dilediğimiz canan, bizimle beraber rahmetini saçıp durmakta;
canımız da ona şükretmekte. Bizim gönlümüzde lalelik var, gül bahçesi var. oraya
solmanın, perişan olmanın yolu yok!
Daima terütazeyiz, daima
genciz, latifiz. Daima güzeliz, tatlıyız, daima gülüp durmadayız, zarifiz! Bizce
yüzyılla bir saat birdir. Uzun yol, kısa zaman bize göre değil. O uzunluk,
kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar. Eshabı Kehif üç yüz dokuz yıl
yattılar. Uyudular ama bu üç yüz dokuz yıl, onlara bir gün geldi. ne
gamlandılar,ne teessüf ettiler.
Uyandıkları anda
uyudukları o uzun yıllar, kendilerine bir gün gibi göründü. Çünkü ruhları
yokluktan tekrar bedenlerine geldi. bu alemde geceyle gündüz, ayla yıl bile
olmazsa usanç, ihtiyarlık, bıkkınlık nasıl olur. Yokluk gülistanında insan
kendisinden geçer, o alemdeki sarhoşluk, Allah lütfunun büyük kadehindedir. Onu
içmeyen tadını tatmayan bilmez, anlamaz.
Gül kokusu, bok böceğinin
aklına gelir mi? Bu zevk mevhum değildir. Mevhum olsaydı da mevhumlar gibi yok
olurdu. Cehennem, nasıl olur da aklına cenneti getirir? Çirkin domuzda güzel yüz
ne gezer? Kendin gel, aklını başına devşir de böyle bir lokma ağzına kadar
gelmişken kendi boğazını kendin sıkma a aşağılık kişi! Biz sarp yolları
vardırdık. Bize uyanlara yolu kolaylattık.
Seba’lılar, Siz
kendinizce yomlu yıldızlarsanız ama bize göre yomsuzsunuz, bizimle zıtsınız,
bize aykırısınız siz. Hiçbir düşüncemiz yokken bizi dertlere, meşakkatlere
saldınız. Biz, birbirimizle uzlaşmış bir topluluk, sizin kötü haberlerinizle
aramıza yüzlerce ayrılık düştü. Biz şekerler yiyen dudu kuşlarıydık. Sizin
yüzünüzden ölümü düşünen baykuşlara döndük.
Nerede bir gam masalı
varsa, nerede bir kötü, bir kabul edilmeyecek ses duyulursa. Bu alemde nerede
bir kötüye yormak,nerede bir kötü surete dönmek, nerede bir azap varsa, hepsi
sizin söylediğiniz sözlerde sizin getirdiğiniz misallerde, sizin yormanızda.
Bütün hırsınız, zevkiniz, alemi derde düşürmek” dediler.
Peygamberler dediler ki:
“ Çirkin ve kötüye yormak, sizin ruhunuzdan meydana gelen bir şey. Bu kabahat
biz de değil sizde. Bir tehlikeli yerde uyusan, bir ejderha da baş ucundan sana
doğru gelmeye başlasa, merhametli birisi “ Çabuk kalk, yoksa ejderha yutacak”
diye seni uyandırırsa,“ Neye kötüye yoruyorsun” der misin? Ne yorması, kalk da
aydınlık bir bak gör! Ben seni kötü yorumdan kurtarıyor da devlet yurduna
götürüyorum. Çünkü peygamber, gizli şeyi bilip seni de o şeyden agah eden
adamdır. O, cihan halkının örmediği şeyleri görmüştür.
Bir doktor sana “ Koruk
yeme, san şu çeşit kötü bir hastalık verir” dese, “ Neden kötüye yoruyorsun” der
misin? Dersen öğütçüyü suçlu tutuyorsun demektir. Müneccim “ Bugün sefere çıkma
sakın” dese, müneccimin yüz kere bile yalanını tutmuş olsan da bir iki kere sözü
doğru çıksa yine sözüne uyarsın.
Bizim nücum bilgimize
asla yanlış çıkmaz. Böyle olduğu halde nasıl oluyor da doğruluğuna inanmıyorsun,
doğruluğu sence gizli, kapaklı kalıyor? O doktorla müneccim, sana verdikleri
haberi zanla şüpheyle veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor, söylüyoruz.
Cehennemin dumanını,
cehennemin ateşini, cehennemin ateşini, cehennemin münkirlere saldırdığını
uzaktan görüyoruz. Sense, sus yahu, bırak şu sözü, kötüye yormak bize ziyan
veriyor demektesin. Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş nereye
varırsan var, seninledir!
Adeta ardından bir yılan
gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor. Ona sus, beni dertlendirme, bana
keder verme diyorsun. Adamcağız peki benden günah gitti diyor. Fakat yılan seni
boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama, “ Be adam mademki iş
böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin?
Yahut yukardan tepeme bir
taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vehametini bildirmedin?”dersin. o adam da
iyi ama sen, benim sözümden inciniyordun. Ne faydası var? sana çok söyledim ama
kar etmedi ki. Ben sana iyilik ettim, seni bu kötü işten kurtarmak için öğütler
verdim. Kötülüğünden bu iyiliğin kadrini bilmedin, öğüdüm, seni büsbütün
azdırdı.
Bana büsbütün cefa
etmeye, beni büsbütün incitmeye başladın der. Aşağılık, kötü kişilerin huyu
budur. Sen ona iyilik ettin mi sana kötülük eder. Sabırla nefsin belini bük. O
alçaktır, kötüdür, iyilik etmeye gelmez ona! Kerem sahibi birisine ihsanda
bulunursan değer, bire karşılık sana yedi yüz verir.
Bu alçağa da cefa eder,
onu kahreylersen sana aşırı vefalar gösterir, kulun kölen olur. Kafirler, nimete
eriştiler mi cefa tohumunu ekerler de sonra cehennemde aman yarabbi diye bağırıp
dururlar.”
Alçaklar, cefaya, derde
düştüler mi arınır, temizlenirler. Vefa gördüler mi de cefakar olurlar. Şu halde
onların ibadet edeceklerini mescit cehennemdir. Yabancı kuşun ayağını bağlayan
tuzaktır. Zindan da hırsızın alçak kişinin ibadet yeridir. Orada daima Hakk’ı
anar durur.
Mademki insanın
yaratılmasında ki maksat, Allah’a ibadet etmesidir. Şu halde ibadetten baş
çeken, ibadete yanaşmayan kişinin ibadet yeri cehennemdir. İnsan her işi
yapabilir, fakat yaratılmasındaki maksat ibadettir. “ Ben insanları, cinleri
ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” bu ayeti okusana, alemin
yaratılmasında ki maksat, ibadetten başka bir şey değil.
Kitaptan maksat, içindeki
fendir ama dilersen sen onu yastık da yapabilirsin ya. Fakat ondan maksat yastık
olması değil, bilgi, irfan, irşat ve faydadır. Kılıcı mıh yaparsan zafere
mağlubiyeti tercih ettin demektir. İnsandan maksat ilimdir. Doğru yolu bulmaktır
ama her insanın bir ibadet yeri var.
Kerem sahibine ikramda
bulundun mu bu ikram, ona ibadet yeridir, ikrama uğradıkça şükreder alçağı da
aşağılattın, alçağa da kötülük ettin mi onu ibadete sevk edersin. Vur alçakların
başına ki yere baş koysunlar ver kerem sahiplerine ki ihsanına mazhar oldukça
şükretsinler!
Hulasa Allah iki mescid
yaratmıştır. Cehennem onların mescidi, cennet bunların! Musa o iki iç ağrısı
kavim, başlarını eğsin diye Kudüs’te alçacık bir kapı yaptırdı. Çünkü onlar
cebbar, başı dik kişilerdi. Onlara bu küçücük, bu alçacık kapı niyaz kapısıdır.
Cehennemdir.
İyi bak kendine gel!
Allah padişahları etten, kemikten küçücük bir kapı olarak halk etti ya. Dünya
ehli olanlar, onlara secde ederler. Çünkü Allah’a secde etmenin düşmanıdır
onlar! Dünya ehline bir fışkı yerceğizini mihrap düzdü. O mihrabın adı da bey,
padişah! Bu tertemiz kapıya layık değilsiniz ki. Temiz kişiler, şeker kamışıdır,
sizse bomboş birer kamıştan ibaretsiniz.
Bu çeşit köpeklere
elbette bu çeşit bayağılık adamlar hürmet ederler. Öyle ki kişiye hürmet etmek
öyle adi adama inanmak aslana ardır. Fare huylulara kedi bey olur. Fare kim
oluyor ki aslandan korksun? Fare huyludur, Allah köpeklerinden korkarlar,
uluların virdi, ( Rabbimiz yücelerin yücedir) sözüdür.
Bu aptallara layık olan
Rab ise kendisinde Allah kuvveti vehmeden dünya büyükleridir. Fare nasıl olurda
savaş aslanlarından kokar. Onlardan korkanlar, misk ceylanlarıdır ancak. Yürü ey
çömlek yalayıcı, kase yalayıcısın yanına git. Onu kendine Allah say, velinimet
say!
Kafi yeter artık. Uzun
uzadıya anlatmaya girişsem beyler, padişahlar, hem kızarlar, hem de
anlattıklarımın kendilerinde olduğunu bilirler anlarlar. Hulasa ey kerem sahibi,
alçak nefse iyilik etme, kötü davran da alçaklarla beraber o da sana boyun
eğsin, teslim olsun.
Alçak nefse ihsanda
bulunursa alçaklar gibi nimeti inkar eder, azgınlaşır. İşte mihnete, meşakkatte
bulunanların şükretmesi, nimet ve devlet sahiplerinin azgın ve hilebaz olmaları
bu yüzdendir. Altınlarla bezenmiş kaftanlara bürünen beyler, padişahlar azgın
kişilerdir. Abaya sarınan yoksul yok mu, şükreden odur işte.
Mal mülk, devlet ve nimet sahipleri hiç şükrederler mi? Şükür mihnetten ve
meşakkatten biter, gelişir.
|
|