EYAZ'IN
DEFİNESİ
Eyaz, pek akıllı, fikirli
olduğundan postu ile çarığını bir odaya asmıştı. Her gün o boş odaya gider,
kendi kendisine ululanma derdi, işte çağırın şu. Padişaha onun bir odası var
dediler, oraya biriktirdiği altınları, gümüşleri altın küplerini koymuş. Kimseyi
oraya sokmuyor. Daima kapısını kapalı tutuyor.
Padişah dedi ki: Tuhaf
şey. O kölenin bizden gizlediği nedir ki acaba? Bir beye, oraya git, gece yarısı
kapıyı aç. Odaya gir. Ne bulursan yağma et, sırrını da kapı yoldaşlarına aç.
Bizden bu kadar ikramlar gördüğü, sayısız lütuflarımıza nail olduğu halde
hasisliğinden altın gümüş biriktiriyor ha!
Vefa gösterme de
seviyorum demede, coşup köpürmede. Hey gidi buğday gösterip arpa satan hey!
Sevgide dirilik bulana kulluktan başka her şey haramdır, dedi.
Gece yarısı o bey, otuz
tane güvenilir adamla Eyaz’ın odasını açmaya gitti. Bunca yiğit meşaleler
yakmışlar, sevinerek odaya gidiyorlar. Padişahın emri bu. Odayı açacak, altın
torbalarını alacağız diyorlardı. Onların birisi hey gidi hey diyordu, altın da
nedir? akik, lâl ve inciden haber ver.
Çünkü padişah mahzeninin
en has kulu o. Hatta bu güz o padişaha can mesabesinde. Böyle bir sevgiye karşı
yakutun, lâl-in akikin sözü mü olur?
Padişahın ondan şüphesi
yoktu. Sınama için bir latifeye girişmişti. Onu her türlü gıllugıştan temiz
biliyordu. Fakat yine de vehmimden gönlü titriyordu. Allah esirgesin diyordu, ya
böyle bir şey çıkarda bundan incinirse. Utanmasını hiç istemem. Bunu yapmamıştır
ya, yapsa bile pekala yapmış. O benim sevgilim, ne dilerse yapsın! Sevgilimin
yaptığını ben yaptım demektir. Ben perdeyim ama hakikatte o benden ibarettir,
ben de oyum.
Sonra ondan diyordu, bu
çeşit huylar ne kadar uzak. Bu saçma bir söz beyhude bir hayal. Eyaz’ın böyle
bir şey yapmasına imkan yok. Çünkü o bir deniz ki dibini görmenin imkanı
bulunmaz. Yedi deniz de o denizin bir katresi. Bütün varlık onun dalgasından bir
damla. Bütün temizlikleri o denizden elde ederler. Katraları teker,teker birer
sırça yapan sanatkar. O padişahlar padişahı, hatta padişahlar meydana getiren o.
Yalnız kötü göz deymesin diye adı Eyaz olmuş.
Kötü öz şöyle dursun, iyi
gözler bile onu nazarlar. Çünkü güzelliğinin haddi yok, elbette kıskanacaklar.
Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki o meleklerin bile kıskandıkları güzeli
öveyim. Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş bir
ağız elde etsem yine de feryat-ü figan o ağza sığamaz.
Fakat ey dayandığım dost,
bu kadar da söylemesem gönül sırçası, zayıflığından çatlayacak. Gönül sırçasını
pek nazik gördüm de biraz teskin edebilmek için nice cüppeler yırttım.
Güzelim; ben her ay başı
mutlaka üç gün deli olurum. Kendine gel bu gün o üç günün ilki. Bu gün zafer
günü firüze günü değil. Padişahın derdine düşen her gönle anbean ay başı var.
Deli oldum da Mahmut’un hikayesiyle Eyaz’ın vasıflarını söyleyemedim kaldı gitti
işte.
Çünkü film rüyaya
Hindistan’ı gördü. Köy harap oldu, haraçtan ümidini kes. Aklım fikrim zayi
olduktan sonra nasıl nazım düzebilir, kafiyeye riayet edebilirim? Dertlerle
deliliğim bir değil ki. Bende delilik içinde delilik var, delilik içinde
delilik. Yoklukta varlığı göreli bedenim gizli işaretlerden eridi bitti.
Ey Eyaz aşkınla kıla
döndüm, hikayeyi söylemeden kaldım, artık sen benim hikayemi söyle. Ben aşkla
senin hikayeni çok söyledim. Artık ben hikayeye döndüm, sen benim hikayemi oku.
Ey uyduğum zat, zaten okursun, ben okuyamam. Ben Tur dağına benzerim, sen
Musa’sın bu da ses. Biçare dağ söz nedir, ne bilsin? Dağ, bomboştur, sözü Musa
bilir. Dağ bilse,bilse kadrince bilir. Beden ruh letafetinden çok az bir şeye
maliktir.
Ten hesaplarsan usturlaba
benzer, güneşe benzeyen ruhun bir delilidir. Gözü iyi görmeyen müneccimin
usturlaba müracaatı zaruridir. Güneşi usturlapla hesaplaması lazımdır ki güneşin
nerede bulunduğundan bir koku alsın. Doğruyu usturlapla arayan can, gökyüzünü ve
güneşi ne kadar bilebilir? Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar
görürüsün. Sen alemi gözünün alabildiği kadar görebilirsin. Halbuki alem nerede,
sen neredesin? Niye bıyığını buruyorsun ya? Ariflerin bir sürmesi vardır, onu
ara da dereye benzeyen şu gözün deniz kesilsin.
Zerrece aklım fikrim
varsa bu ne sevdadır, bu ne dağınık söz? Aklım, fikrim başımda yoksa benim bunda
ne günahım var? Benim günahım yok ama aklımı alan sevgilinin de günahı yok.
Bütün akılların aklı onun huzurunda ölüp gitmede.
Ey akıllara fitne salan,
onları hayran eden, akılların senden başka sığınacağı yer yok. Beni çıldırttığın
demden beri aklı hiç arzulamadım. Beni süsleyip bezediğin zamandan beri
güzelliğe hiç haset etmedim. Senin sevdana düşüp çıldırmam hoş ve iyi değil mi?
Allah sana hayırlar versin, evet iyi de!
O ister Arapça söylesin
ister Farsça. Nerede bir kulak nerede bir akıl ki o sözleri anlasın. Onun
şarabı, her aklın harcı değil. Onun küpesi her kulağın oyuncağı değil. Bir kere
daha delicesine geldim işte. Yürü, yürü ey can, çabuk bir zincir getir. Fakat
sevgilimin zülfünden başka iki yüz tane zincir olsa kırarım ha.
Yine Eyaz’ın aşk
hikayesine dön. Çünkü o hikaye sırlarla dopdolu bir hazinedir. Her gün o güzelim
odaya çarığını postunu görmeye giderdi. Çünkü varlık, insanı adamakıllı sarhoş
eder, aklını başından alır, utancını gönlünden. Önce gelenlerden nice yüz
binlerce taifeyi varlık sarhoşluğu, bu geçitte yere yıktı.
İblis de neden Adem
benden üstün olsun ki deyip Azazil kesildi. Ben hem hocayım hem hoca oğlu. Yüz
binlerce hünere kabiliyetim var, her şeyi yapabilirim. Hüner ve marifette
kimseden aşağı değilim ki hizmet etmek üzere düşmanın önünde ayak üstü durayım.
Ben ateşten doğdum, o
balçıktan. Ateşe karşı balçığın ne değeri vardır ki? Ben alemin en ulusu,
zamanın övünülecek kişisiyken o vakit o neredeydi? Dedi.
Şeytanın can ateşi
alevlenmede. O bir ateştir ki aslı gibi. “Çocuk babasının sırrıdır” denmiştir.
Hayır yanlış söyledim. O ateş Allah kahrıdır. Bu hususta bir sebep göstermeye ne
hacet? Sebepsiz ve sebeplerle hiçbir münasebeti olmayan bir iş, ezelden beri
daima olagelmektedir. Onun sebepsiz ve illetsiz pak sanatına, ne sonradan
yaratılan bir şeyin sebebi sığar, ne de sonradan yaratılan bir şey.
Baba sırrı da ne oluyor?
Babamız onun yaratışı. Yaradılış içtir, babaysa deriye benzer bir suret. Bil ki
ey aşk fındığı, dostun aşktır. Canını iç haline getirmek ister de derini yırtar,
döker.
Sevgilisi deri olan
kişinin derisini Allah, her an değiştirir durur. Manen için, ateşe hakimdir.
Fakat kabukların, ateşe ancak odun olabilir. Ateşin kudreti, içinde su olan
tahta testinin dışındadır. İnsanın sırrı ateşten üstündür. Hiç cehennemin maliki
ateşe helak olur mu?
Şu halde sen, bedenini
çoğaltma, mananın fazla olmasına bak ki Malik ateşten üstün olasın. Halbuki sen
deri üstüne deriye bürünüyor, derilere bürünmüş bir kurda dönüyorsun. Ateşin
yiyeceği ancak deridir. Allah kahrı kibrin derisini yırtar, yüzer. Bu
kibirlenme, derinin bir neticesidir. Kibrin mevkii, malı, o sevgiliden, deriden
meydana gelir.
Bu kibirlenme nedir?
içten haberdar olmamak. Donan suyun güneşten gafil oluşu gibi. Fakat su güneşten
haberdar oldu mu buzu kalmaz, yumuşar, ısınır akıverir.
İçi görmek, bütün bedeni
hor etmek, aşık olmaktır. Çünkü bu taktirde bütün beden tamahtan ibaret olur.
“Tamah eden alçalır” denmiştir. Fakat içi görmeyen, deriyle kanaat eder. “Kanaat
eden yüceldi” bağı, ona zindan olur. Burada yücelik kafirliktir alçalmak din.
Taş taşlıktan fani olmadıkça yüzüğe takılır mı? Hem hala taşsın, hem de ben
diyor, varlık güdüyorsun. Halbuki senin yoksullanmanın, yok olmanın tam zamanı.
Kafir, daima mal ve mevki
arar. Çünkü külhan, fışkı ile tavlanır. Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi
şişirir, yağla etle, kibirle, benlikle doldurur. Kafirler gözlerini işin içine
atmadılar da o yüzden deriyi iç sandılar.
Bu yola kılavuz İblistir.
Çünkü mevki tuzağına ilk avlanan odur. Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır.
Allah erlerinin gölgesi bu ikisine de zümrüttür. Yılanın o zümrütten gözü
kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur.
O ulu, yani İblis, önce
bu yola diken döşemiştir. Onun için her incinen, lanet şeytana der. Yani bu
dert, bana onun hilesinden geldi. Hilede ilk önce ayak olan odur demek ister.
Ondan sonra nice zamanlar geçmiş, niceleri gelip gitmiş, fakat herkes, onun
yoluna ayak basmıştır.
Yiğidim kim bir kötü adet
koysa, ondan sonra halk körlüğünden o adete uysa. Bütün o adeti işleyenlerin
günahı, o adeti ilk koyana da yazılır. Çünkü o, baştır öbürleri kuyruk. Fakat
Adem, ben topraktan yaratıldım diye o çarıkla postu önüne koymuştur.
Eyaz gibi o da çarığını
göz önünde tuttu, sonunda akibeti Mahmut oldu. Mutlak varlık yoklukları meydana
getirip durur. Yokluktan başka var yaratan iş yurdu var mı? Adam, yazılmış
kağıda yazı yazar mı, yahut fidan dikilmiş fidanlığa tekrar fidan diker mi?
Yazmak için yazılmamış bir kağıt arar. Tohum ekmek için ekilmemiş bir yeri
aktarır.
Sen de kardeş, tohum
ekilmemiş bir yol ol, yazılmamış beyaz bir kağıt kesil de, “Nun vel kalem”
yazısı ile şeref kazan, sana da o kerem sahibi tohum eksin. Bu palüzeden
tatmamış ol. Gördüğün mutfağı görmezlikten gel. Çünkü bu palüze insana sarhoşluk
verir de postla çarık hatırından çıkar. Can verme ve ölüm zamanı gelince sonra
ah eder, o zaman hırkanı çarığını anarsın.
Fakat çirkinlik dalgasına
dalmadıkça, sana bir sığınacak bulunmadıkça, o doğru düzen gemiyi aklına bile
getirmez, çarık ve pöstekine göz bile atmazsın. Fakat yokluk denizine daldın da
aciz oldun mu sevgi davasına düşer, “Rabbimiz kendimize zulmettik” demeye
kalkışırsın.
Şeytan der ki: Hele şu
hama bakın. Şu vakitsiz öten horozun kesin başını.
Bu huy Eyaz’ın zekasından
uzaktır. Yalvarıp yakarmadan namaz kılmaz o. O, önceden de gökteki horozdur.
Onun nazarları tam zamanındadır.
Ey horozlar, ötmeyi para
için değil, Allah için ötenden öğrenin. Yalancı sabah gelir, onu aldatamaz.
Yalancı sabahı, ona iyilik ve kötülük alemidir. Dünya ehlinin aklı, noksan
olduğundan yalancı sabahı, sahici sabah sanırlar. Yalancı sabah, nice kervanın
yolunu vurmuştur. Kervancılar, o yalancı aydınlığı sabah sanıp yola
çıkmışlardır. Yalancı sabah, halka kılavuz olmasın. Çünkü nice kervanları yele
vermiştir.
Ey yalancı sabaha
kapılan, sahici sabahı da yalancı görme. Nifaktan, kötülükten kurtulduysan neden
kardeşin hakkında kötü zanna düşüyor, münafıklık diyorsun? Kötü zanda bulunanın
işi, daima çirkindir. Dostun hakkında da kemdi kitabını okur o. Eğrilikte kalan
aşağılık kişiler, peygamberlere de büyücü ve eğri adam dediler.
O kötü düşünceli aşağılık
beyler de Eyaz’ın odası hakkında böyle kötü düşünceye saptılar. Orada definesi,
hazinesi var dediler. Başkalarını kendi aynanda görme. Padişah onun temizliğini
biliyordu. O araştırmayı onlar için yaptırıyordu.
O beye, odayı gece yarısı
aç da haberi olmasın. Bu suretle düşünceleri meydana çıksın. Ondan sonra ona
yapılacak şeyi biz biliriz. O altınları mücevherleri de size bağışladım. Yalnız
neler çıktığını bana haber verin, o kadar dedi. Dedi ama eşi olmayan Eyaz için
de içi titremekteydi. Bunları ben mi söylüyorum? Bu sözleri duysa ne hale gelir?
Diyordu. Sonra da diyordu ki: Dini hakkı için onun temkini bundan da artıktır.
Benim sitemime kızmaz, benim sözümden alınmaz, maksadımı sırrımı anlar.
Bir belaya uğrayan, o
dertten perişan olmaz, bir çok tevillerde bulunur. Eyaz’da sabırlıdır,
tevillerde bulunur. O işin sonuna bakar. Yusuf gibi, bu zindandakilerin
rüyalarını tabir eder, tabiri onca aşikardır. Rüyasını yoramayan başkasının
rüyasını nasıl yorabilir? Ben onu sınasam, sınama yüzünden ona yüzlerce kılıç
vursam yine o merhametli sevgilinin sevgisi eksilmez. Bilir ki o kılıcı kendime
vuruyorum.
Ayrılık derdinden Mecnun,
ansızın hastalandı. İştiyak aleviyle kanı kaynadı, nihayet boğaz illetine
tutuldu. Tedavi için hekim geldi. Gördü ki damarını yarmak ve kan almaktan başka
çare yok. Kanı defetmek için hacamat lazım dedi. Çağırdılar hünerli bir
hacamatçı geldi. Kolunu bağladı, şiş olan yeri deşeceği sırada o huyu, aşktan
ibaret olan aşık, bir nara attı.
Dedi ki: Paranı al git,
hacamat etme. Ölürsem öleyim, bu köhnemiş beden bırak ölsün!
Hacamatçı dedi ki: Bundan
ne korkuyorsun sen kükremiş aslandan bile korkmazsın. Geceleyin aslan, kurt,
ayı, yaban sığırı gibi hayvanlarla bütün yırtıcı hayvanat, saf,saf çevrene
toplanırlar. Onlar sende aşk ve vecitten başka hiçbir şey görmezler. Senden
insan kokusu almazlar.
Kurt, ayı ve aslan bile
aşk nedir, biliyor. Artık aşktan kör olan kişi köpekten de aşağıdır. Köpekte aşk
damarı olmasaydı Ashabı kehf’in köpeği, kalp erbabını arar mıydı hiç? Şöhret
olmamıştır ama alemde onun cinsinden çok köpekler vardır. Sense kendi cinsinden
olandan bile bir koku almadın. Artık kurtla koyundan aşk kokusunu nereden
alacaksın?
Aşk olmasaydı, varlık
nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek
varlığa katıldı neden? Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı?
Aşk ölü olan ekmeği can haline getirmede, fani olan canı ebedileştirmede.
Mecnun dedi ki: Ben
yaradan korkmuyorum. Sabrım, taştan yapılma dağlardan da fazladır. Yarasız
durmaya hayatta tahammülüm yok. Yaralara aşığım, onlara koşa,koşa giderim. Fakat
vücudum Leyla ile doludur. Bu sedef o incinin sıfatları ile dolmuştur.
Ey hacamatçı, korkarım
beni hacamat ederken Leyla’yı yaralarsın. Gönlü aydın olan akıllı kişi, bilir ki
benimle Leyla arasında bir fark yok.
Bir sevgili aşkını
sınamak istedi de bir seher çağı dedi ki: Ey falan oğlu falan, ey dertlere
uğramış aşık, beni mi daha çok seversin kendini mi? Doğru söyle.
Aşık dedi ki: Ben, sende
öyle bir fani olmuşum ki tependen tırnağa kadar seninle doluyum. Varlığımdan bir
addan başka bir şey kalmadı. Ey güzelim, vücudumda senden başka bir varlık yok.
Bu sebeple sirke bal denizinde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok oldum.
Hani taş halis lal haline gelir, güneşin sıfatları ile dolar ya, artık onda
taşlık kalmaz. Onun önü de güneşin sıfatıyla dolar, ardı da. Ondan sonra kendini
severse o güneşi sevmektir civanım. O, canla başla güneşi sever yine şüphe yok
ki kendisini sevmiş olur. Halis lal, ister kendisini sevsin, ister güneşi.
Bu iki sevgide zaten fark
yoktur. Her iki tarafta da doğu ışığından başka bir şey yoktur ki. Fakat taş lal
olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü orada bir varlık değil, iki varlık vardır.
Çünkü taş karanlıktır, gündüz bile kördür. Karanlıksa hakikatte nurun zıddıdır.
O, kendisini sever,
kafirdir. Çünkü, büyük güneşi men eder durur. Şu halde taşın “ben” demesi
yaraşır bir şey değil. O, daima karanlıktadır, yokluktadır.
Firavun ben Allah’ım dedi
alçaldı. Mansur Ben Hakkım dedi kurtuldu. O “Benim” deyişin ardından hemen Allah
laneti ulaştı. Fakat ey seven kişi, bu “Benim” deyişin ardından hemen Allah
rahmeti ulaştı. Çünkü, o kara taştı, bu akik. O, nura düşmandı bu aşık.
Bu “Benim” demek, a
boşboğaz, hakikatte odur demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil,,
bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil.
Çalış da taşlığın
azalsın, lal ol da taşın nurlansın. Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean
yoklukta varlık bul. Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, lal sıfatı
kuvvetlensin. Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın. Kulak
gibi tamamı ile kulak ol da sana lal küpe takılsın.
Kuyu kazan adam gibi sen
de adamsan şu bedenin kuyusunu kaz da suya ulaş. Fakat duru suyun rabbinden bir
cezbe gelirse kuyu kazmadan da su, yerden fışkırır. Yalnız sen buna kulak asma
da kazmaya savaş. Yavaş,yavaş kuyunun toprağını deş derinleştir. Kim zahmet
çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete ulaşır.
Peygamber, Rukü ve secde
varlık halkasını Allah kapısına vurmaktır dedi. Kim o kapının halkasını döverse
elbette ona devlet baş gösterir.
O emin adamlar, hazine,
altın ve altın dolu küpler bulmak üzere oda kapısına geldiler. Yüzlerce hünerle
ve istekle çırpınarak kilidi açtılar. Çünkü kilit pek sağlamdı, adamakıllı
kilitlenmişti. Aynı zamanda başka kilitlere de benzemiyordu.
Eyaz bu odayı
hasisliğinden, yahut malını, ham altınını gizlemek için değil, bu sırrı halktan
gizlemek için kilitlemişti. Bazıları kötü hayallere kapılır, bir kısım halkta
bana riyakar der demişti. Himmetli adamların öyle can sırları vardır ki lal
madeni gibi onları aşağılık adamlardan gizlerler. Fakat ahmaklarca altın, candan
yeğdir. Padişahların yanındaysa can altını saçılır.
Onlarda altın hırsı ile
hararetlenmişler, koşuyorlardı. Akılları böyle hızlı gitmeyin, daha yavaş olun
diyordu ama dinleyen kim? Hırs beyhude yere seraba doğru koşar. Akılsa iyi bak
der o su değil. Hırs üstün gelmişti, altın da can gibi sevgiliydi. Artık o anda
aklın sesi duyulmaz olmuştu. Hırsları şamataları bir iken yüz olmuştu. Aklın
tedbir ve irşadı artık gizlenmişti. Nihayet aldanma kuyusuna düşecekler, o vakit
hikmetin kınamasını duyacaklardı.
Tuzağın ipine dolaşıp
gururu kırılınca nefsi levvamenin kınanmasını işiteceklerdi. Bu çeşit adam,
başını bela duvarına çarpmadıkça kulağı sağırdır, gönlün öğüdünü duymaz. Helva
ve şeker hırsı çocukların iki kulağını sağır eder, öğütleri duymaz. Fakat çıban
çıkarmaya başladı mı kulakları açılır, öğütleri dinler.
O birkaç kişi yüzlerce
hırsla, yüzlerce hevesle odanın kapısını açtılar. Kokmuş ayrana üşüşen, ayranın
içine düşen sinekler gibi birbirlerini çiğneyerek odaya girdiler. Sinekler de
ayrana debdebeyle ve koşa,koşa atılırlar ama içine düştüler mi içmelerine imkan
bulunmaz, iki kanatları da ıslanır kala kalırlar.
Onlar da içeri girip
sağa, sola bakındılar. Fakat odada bir yırtık çarıkla bir eski kürkten başka bir
şey yoktu. Tekrar burası boş olamaz. Bu çarık, işi gizlemek için konmuş. Keskin
kazmalar getirelim de yeri kazalım dediler. Her tarafı kazdılar eştiler.
Delikler açtılar, derin,derin çukurlar kazdılar. Çukurları kazarlarken o
çukurlar, onlara, a kazıcılar, bizde bir şey yok diyordu.
Nihayet bir şey
bulamayınca bu zandan utandılar, çukurları doldurmaya koyuldular. Her biri
sayısız Lahavle okumaktaydı. Tamah kuşları gıdasız kalmıştı. Duvarın, kapının
yarıkları, delikleri, onların o beyhude sapıklığına şahitti. Sanki duvar
değildi, inkar edememeleri için Eyaz’ın huzurunda onlar aleyhinde birer tanıktı.
Suçsuz birisine bir
töhmet atıldı mı duvar ve ören tanıklık verir. Hasıla üstleri, başları tozla
toprakla dolu, yüzleri sapsarı utanmış bir halde Padişahın huzuruna vardılar.
Padişah mahsustan fikrini
gizleyerek onlara “Hayrola koltuklarınızda ne altın var, ne torba. Paralarla
ağır kumaşları gizlediyseniz yüzünüzdeki neşe nerede? Dedi.
Kök, gizlice ürer, kök
verir ama “Eseri, yüzlerinde görünür” yaprağı yemyeşildir. Yücelmiş dal, o kökün
zehirden, şekerden ne yediyse, yediklerini bağıra,bağıra ilan eder. Kökte bir
maya bir sermaye yoksa daldaki bu yeşil yapraklar nedir? toprak, kökün ağzını
mühürlese bile el ve ayak dalları tanıklık verir.
O emin adamlar, hep
birden gölge gibi padişahın huzurunda secde edip özür getirdiler. O kızgınlığın,
o benlik davasının mazur görülmesini niyaz etmek için huzura kılıç ve kefenle
gittiler. Utançlarından her biri parmaklarını ısırıyorlardı. Her biri cihan
padişahı diyordu.
Kanımızı dökersen sana
helaldir. Canımızı bağışlarsan bu da bir nimettir, bir lütuf ve ihsandır. Biz,
bize layık olanı işledik. Artık ey ulu padişah, sen ne buyruk yürütürsen yürüt.
Ey gönülleri aydınlatan
Padişah, suçumuzu bağışlamazsan haklısın, bağışlarsan lütuf etmiş olursun.
Geceleyin gece gibi hareket etmiş, gündüzün gündüz gibi hareket etmiş olursun.
Bağışlarsan ümitsizliğimiz gider, bağışlamazsan bizim gibi yüzlercesi sana feda
olsun.
Padişah dedi ki: Bu yanıp
yakılmayı, bu yalvarıp yakarmayı ben istemem. Bu Eyaz’ın hakkı. Bu kötülük bana
değil onadır. Bu yara, o izi güzel kölenin damarlarına vurulmuştur. Can
bakımından biriz ama görünüşte bu kârdan, bu zarardan uzağım ben.
Kulun bir töhmet altına
alınması, padişaha ayıp değildir. bu, padişahın ancak bilimini keremini
gösterir. Padişah töhmet altına alınanı ihsanları ile Karun gibi zengin ederse
suçsuza bakınca neler yapmaz?
Padişahı gafil sanma. O,
herkesin yaptığını bilir. Yalnız bildiğini dışarıya vurmasına hilmi rıza vermez.
Onun bilgisine karşı “Burada kim şefaatçi olabilir?” Onun hilminden başka
pervasızca kim şefaat edebilir? Zaten o suç, önce onun hilmi yüzünden meydana
gelir. Yoksa onun korkusu, kimde suç işlemeye mecal bırakır ki?
Adam öldürenin kan diyeti
Padişahın hilmine havale edilmiştir. Nefsimiz sarhoştu kendinde değildi. O
hilimden haberi yoktu. Şeytan, sarhoşluğundan istifade etti de külahını kaptı.
Halimliğinin sakisi şarap
dökmeseydi Şeytan, nereden Adem’le kavgaya girerdi?
Meleklere bilgi
belletildiği zaman Adem onların hocasıydı; paralarının ayarına bakan oydu. Fakat
cennette hilim şarabını içtiği için Şeytanın bir oyunu ile yüzü sarardı.
O bela, Allah
belletmesinin incileriydi. Onu çabuk çevik bilgi sahibi yapmıştı. Yine Allah’ın
kuvvetli hilim afyonu, hırsız Şeytanı, onun eşyasına doğru sürmüş, getirmişti.
Akıl, sakim sensin, elimden tut diye onun hilmine gelir sığınır.
Ey Eyaz suçlulara hükmet.
Ey tertemiz olan ve kötülüklerden yüzlerce defa sakınıp çekinen Eyaz! Seni iki
yüz kere kaynatıp sınasam sende yine bir hile bulamam. Sayısız halk sınanmadan
utanır. Halbuki sınamalarda sen herkesi utandırıyorsun. Bu,yalnız bilgi değil,
adeta dağ, yüzlerce dağ.
Padişah bu sözleri
söyleyince Eyaz dedi ki: Padişahım, bu lütuf ve ihsan, senin lütuf ve
ihsanındır. Bunu böyle bilirim ben, ancak o çarıkla posttan ibaretim. Onun için
Peygamber bunu anlattı, dedi ki: Kim kendisini bilirse Allah’ını bilir.
Çarığın menidir, kanın
post. Hocam bundan ötesi hep onun ihsanı. Başka yok, bu, bu kadardır deme. Daha
arayıp isteyesin diye ihsan etmiştir. Bağcı, bostanının fidanlarını, mahsulünü
bilesin diye sana birkaç elma verir. Buğdaycı, alıcıya bir avuç buğday verir ama
ambarındaki anlasın diye.
Bilgisini, bilgisinin
çokluğunu anlasın diye hoca, sana birkaç mesele anlatır. Yok, ilmi işte bu kadar
dersen sakaldan çerçöp silker gibi seni atar, kendisinden uzaklaştırır.
Ey Eyaz, şimdi gel de
ceza ver. Alemde görülmemiş bir adaletin temelini koy. Suçluların ölümüne
müstahaktır. Fakat affını hilmini gözetiyorlar, tamahları buna. Bakalım,
merhametin mi üstün olacak, öfken mi? Kevser suyu mu üste çıkacak alev mi?
Halkı avlamak için Elest
ahdinden beri hilim dalı da hışım dalı da... İkisi de var. Bunun için o apaçık
Elestü sözünde nefiyle ispat birbirine eşit. Çünkü bu söz, ispatı bildiren bir
sorgudur, fakat onda “Leyse-değildir” sözü gömülüdür. Bırak da bu ham anlayış
kalsın. Hasların kasesini halkın önüne koyma.
Allah’ın kahrı vebaya,
lütfu da sabah yeline benzer. Birisi demiri çeker, öbürü saman çöpünü. Allah,
doğruları doğru yola kadar çeker. Batıl olanlarda batılları çekerler. Mide
helvayı severse helvayı çeker, safraya mensupsa sirkeyi ister. Sıcak döşeme,
üstüne oturanın soğukluğunu alır, soğuk döşeme hararetini alır.
Dost görürsen sevgin
kaynar, düşman görürsen kızar, öfkelenirsin. Ey Eyaz, bu işi çabuk bitir. Çünkü
bu, bir çeşit öç almadır ki beklenmekte.
Eyaz, padişahım dedi,
bütün ferman senin. Güneş varken yıldız görünmez. Zühre, Utarit, yahut da şahap
ne oluyor ki güneş varken görünebilsin. Hırkamla postumdan geçebilseydim hiç
böyle kınama tohumu eker miydim? Odanın kapısındaki kilidi açmak da neydi?
Hayale kapılan yüzlerce hasetçi bundan ne umuyordu? Suyun içine el atmışlar, her
biri dere de kuru toprak arıyordu. Hiç derede kuru toprak bulunur mu? Hiç balık
suya asi olabilir mi?
Bu yoksulun cefacı
olduğunu sanıyorlardı. Halbuki, öyle vefalıyım ki vefa bile benim vefamı görür
de utanır. Mahrem olmayanlardan çekinmeseydim vefaya ait birkaç söz söylerdim.
Alem şüpheci ve tutulacak bir yer arayıcı. Onun için bizde deriden hariç söz
söyleyelim. Kendini kırarsan iç olur, içe ait latif hikayeler duyarsın.
Cevizin kabuğunda ses
vardır ama içinde, yağında ses ne gezer. Onun da sesi vardır, vardır ama kulak
duyamaz. Onun sesi, güzelim kulaktan gizlidir. Yoksa için sesi pek güzeldir. Onu
duyan, kabuğun şakırtısını dinler mi hiç?
Sen sükut ederek içi elde
edesin diye o şakırtıya tahammül ediyorsun. Bir müddet dudaksız, kulaksız ol da
sonra dudak gibi tatlı şeylere eş ol. Niceye bir nazım ve nesir söyleyecek,
sırları açığa vuracaksın? Hocam, bir günceğiz de şunu sına, dilsiz ol bakalım.
Ne kadar zamandır kabız
veren acı ve sert yemekler pişirdin, bir kere de tatlı yemekler pişirmeyi dene.
Birisi, kıyamette kendine gelir. İsyan defteri, eline simsiyah olarak verilir.
Yas mektupları gibi üstü simsiyah, içi kenarları suçlarla dolu. Baştanbaşa
kötülüklerle suçlarla dolu. Kafirle dolu olan savaş yeri gibi.
Elbette pis ve veballe
dolu olan öyle bir defter, sağlam gelmez sol yandan gelir. Peki, o halde burada
da defterine bak, sol eline mi yaraşır sağ eline mi? Dükkanda bir tek sol ayak
mesti, bir tek de sol ayak ayakkabısı bulunsa sınamadan onların sol olduğunu
anlarsın. Sen de mademki sağ değilsin, bil ki solsun. Aslanla maymunun sesi
anlaşılır.
Fakat gülü güzelleştiren,
ona güzel kokular veren Allah’ın ihsanı, lütfu, her solu sağ yapar. Her solağa
o, sağlık verir. Denize duru suyu o ihsan eder. Onun tapısında soldan sağ ol da
onun lütuf ve ihsanlarını gör.
Reva görür müsün şu
bayağı defter, soldan sağa geçsin? Sen söyle. Zulüm ve cefalarla dolu olan böyle
bir defter, nasıl olur da sağ ele layık olur?
Ey Eyaz, bir çarık
parçasına şu sevgi nedir? neden bir put gibi ona aşıksın? Mecnun gibi kendi
Leyla’dan yüzünü çevirmişsin de bir çarığı kendine din, iman edinmişsin. İki
eski çarığa niceye kadar bir taze sözler söyleyecek, cansız bir şeye ezeli sırrı
açacaksın?
Ey Eyaz, Araplar gibi
sevginden çöllerde kalan çadır yerlerine, oralardaki döküntülere uzun, uzun
hitap ediyorsun. Çarığın göçüp giden hangi sevgiliden kalma? Pöstekin, sanki
Yusuf’un gömleği. Hıristiyan gibi hani, gider de keşişe bire yıllık sucunu,
yaptığı zinaları, kalbinden geçirdiği kötülükleri sayıp döker.
Keşiş, suçunu bağışladı
mı, onun affını Allah affı bilir. Halbuki o papaz, ne suç bilir, ne adalet. Ama
aşk ve inanış pek kudretli bir sihirbazdır. Dostluk ve vehim, yüzlerce Yusuf
yaratır. Büyü zaten Harun’la Marut’tan kalmadır.
İnsan, sevgilinin
hatırası ile bir suret yaratır. O suretin çekişi, seni dedikoduya sevk eder.
Suretin önüne varır, yüz binlerce sır dökersin, dostun dosta sır söylemesi gibi.
Halbuki ortada ne bir suret vardır, ne bir heykel. Öyle olduğu halde ondan
yüzlerce Elest duyulur, bundan yüzlerce Bela.
Nitekim gönlü yaralı bir
ana da yeni ölmüş yavrusunun mezarına, candan yürekler sırlar söyler. O cansız
toprak, ona diri görünür. O toprağı diri ve canlı sanır, o toprak yığınının
gözü, kulağı vardır zannına kapılır. Onca toprağın her zerresi duyar, o coştu
mu, feryadını işitir, anlar. O toprağı, adeta duyurur sanır. Şu büyücü aşka bak
hele. Ana, çocuğunun mezarının toprağına anbean gözyaşları ile kapanır, yüzünü
gözünü sürer.
Oğlu diriyken bile o
canının canına, o can yavrusuna asla böyle yüzünü gözünü sürmemiştir. Fakat bu
ölümden birkaç gün geçti mi sevgisinin ateşi yatışır. Ölüye karşı aşk ebedi
olmaz ki. Sen, cana canlar katan diriyi sev.
Bu acı geçti mi o mezarın
karşısında durmaktan yorgunluk gelir, uykusu gelir. Cansız bir şeyden ancak
cansız bir şey doğar. Çünkü aşk, afsununu çalmış, gitmiştir. Ateş sönüverdi mi
kül kalmıştır. Gencin aynada gördüğünü ihtiyar, tamamı ile kerpiçte görür.
Pir, senin aşkındır,
sakalı da ak olan değil. Pir, yüz binlerce ümitsizin elinden tutandır. Aşk
ayrılık aleminden suretler düzer. Fakat insan hakiki sevgili ile buluştu mu
tasavvur bile edilmeyen tasvire bile sığmayan hakikat meydana çıkar da, der ki:
Aklın ve akıllının da aslının aslı benim, sarhoşun da. Suretlerdeki o güzellik,
bizim aksimizdir.
Şimdi perdeleri
kaldırarak, güzelliğimizi vasıtasız gösterdik. Çünkü benim aksimle çok uğraştın,
nihayet zatının tecrit kuvvetini buldun. Bu taraftan benim cezbem gelince
Hıristiyan, arada papazı görmez. Halbuki o, papaz perdesinin ardındaki Allah
lütfundan bağışlanmasını, o lütuftan cürüm ve hatanın yarlıganmasını diler.
Bir taştan bir kaynak
çıkıp aksa taş, artık o akar suyun içinde gizli kalır. Ondan sonra artık kimse
ona taş demez. Çünkü o taştan o inci çıkıp akmaktadır. Bu suretleri kaseler bil.
Bu kaselere, Hak ne dökerse o dolar.
Eyaz, çarığın sırrı
nedir? söyle. Bir çarığa bu kadar niyazın nedir? söyle de Sunkur’la arkadaşın
Bekbaruk duysun, pösteki ile çarığın sırrının sırrını anlasın.
Eyaz kulluk senden
nurlandı. Nurun, aşağılık alemden kurtuldu gökyüzüne yüceldi. Senin yüzünden
kulluk, hür kişilerin hasret çektikleri bir şey oldu. Sen, kulluğa hayat vereli
hürler bile kulluğa özenir oldular. İnanmış adam ona derler ki her hususta kafir
bile onun imanına haset etsin, özensin.
Bu söz, hadde hesaba
sığmaz... Ey Eyaz, sen şimdi ahvalini söyle. Senin ahvalin, bir yenilik
madeninden meydana gelmede. Sen bu hallere nasıl razı olabilirsin ki? Hadi, o
güzel hallerini anlat da şu beş duyguyla altı cihet ahvalinin başına toprak saç.
İç ahvali söze gelmiyorsa sana ait tek ve çift perdesi altında dış halini
söyleyeyim.
Bil ki sevgilinin lütfu
ile ölümün acılıkları bile cana şeker kamışından daha hoş gelmede. O tatlı
nebattan denize bir toz uçsa denizin tuzluluğu kalmaz, baştanbaşa tatlılaşır.
Ey emniyetli dost, bunun
gibi yüz binlerce haller gelir, sonra yine geldiği gibi gayb alemine gider.
Her günün hali, düne
benzer. Ahval ırmak gibi akar durur, onu bağlayacak hiç bir şey yoktur. Her
günün neşesi, bir başka çeşittir. Her günün düşüncesinde bir başka eser vardır.
Ey doğru özlü, daima
yalvarıp yakarmada olan Eyaz, doğruluğun denizden de artıktır, dağdan da. Ne
istek zamanı bir hataya düşüyorsun, dağ gibi aklın saman gibi uçuyor. Ne öfke ve
kin zamanı sabrın gevşeyip karar ve sebatını terk ediyor.
Erlik budur işte. Yoksa
adam, sakalla, aletle adam olmaz. Öyle olsaydı eşeğin aleti erlerin padişahı
olurdu. Allah Kuran’da kimlere er dedi? Nerede bu beden oraya varacak? Babacığım
hayvan ruhunun ne değeri var? Kasapların pazarından geç de gör. Yüz binlerce
baş, gövde üstüne konmuştur. Değerlerini yağdan kuyruktan kıyas et.
Orospu olur ki aletin
dönüp dolaşması yüzünden aklı fareye döner, şehveti aslana.
|