| |
DAVET
Ey gönüllerin hayatı
Hüsameddin, nice zamandır altıncı cildin yazılmasını meyledip durmaktasın.
Husami-name, senin gibi bilgisi çok bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada.
Ey manevi er, Mesnevinin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan
sunmaktayım.
Bu altı ciltle cihete nur
saç da çevresini dolanmayan dolansın. Aşkın beşle altıyla işi yoktur. Onun
maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin
gelir de söylenmesi lazım olan sırlar söylenir.
Bu ince ve gizli
kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı
bilenle eşittir. Sır, onu inkar eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’tan
davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?
Nuh, tam dokuz yüz yıl
kavmini davet edip durdu. Her an da kavminin inkarı arttı. Fakat söylemeden
vazgeçti mi? Hiç sükut mağarasına çekilmeye kalkıştı mı?
Köpeklerin havlaması ile
kervan, hiç yolundan kalır mı? Ay ışığı olan gecede dolunay, köpeklerin
havlaması ile yürüyüşünü ağırlaştırır mı, dedi. Ay, ışığını saçar, köpek de
havlar durur. Herkes, yaradılışına göre bir hizmette bulunur. Takdir herkese bir
hizmet vermiş, herkesi bir işe layık görüp iptilaya salmıştır.
Ay der ki: Köpek, o pis
sesini bırakmıyorsa ben ayım, gidişimi nasıl bırakırım ki? Sirke, sirkeliğini
artırdıkça şekerin artması gerek. Kahır, sirkedir, lütuf da bala benzer.
Sirkengübinin temeli bu ikisidir. Bal, sirkeden az oldu mu sirkengübin iyi
olmaz.
Nuh’un kavmi de, ona
sirke döküp duruyorlardı, fakat Allah’ın lütuf ve ihsan denizi ona daha fazla
şeker dökmekteydi. Onun şekerine cömertlik denizinden yardım edilmekte idi de o
yüzden alem halkının sirkesinden fazlaydı onun şekeri.
Tek bir kişi ama bine
bedel... Kimdir o? Allah velisi. Hatta o yüce Allah kulu, yüzlerce zamanın tek
eridir. Denize bir yol bulmuş olan küpün önünde ırmaklar bile diz çöker. Hele şu
deniz yok mu? Bütün denizler, bu örmekleri, bu sözleri duyunca ulu bir ad,
küçücük, ehemmiyetsiz bir ada eş oldu diye utançlarından ağızları acılaşır.
Bu dünyanın o dünya ile
birleşmesinden bu dünya, utanır, ortadan kalkar. Bu söz dardır, derecesi pek
aşağıdır. Yoksa bayağı bir şeyin hasın hası ile ne münasebeti var? Kuzgun,
bağında kuzgunca bağırır. Fakat bülbül, bunu duyup sesini azaltır mı? Bu “Allah
dilediğini yapar” pazarında her ikisi için de ayrı alıcı var.
Dikenliğin gıdası
ateştir; sarhoş dimağının gıdası da gül kokusu. Bir leş, bizce kötüdür, pistir
ama domuzla köpeğe şekerdir helvadır. Pisler, şu pisliklerini yapa dursunlar,
sular da pisleri arıtmaya savaşır. Yılanlar zehir saçar, acılar bizi perişan
eder ama, bal arıları dağlarda, kovanlarda, ağaçlarda baldan şeker ambarları
doldurur. Zehirler tesirlerini yapıp dururlar ama panzehirler de hemen o
tesirleri gideriverir.
Şu aleme baksan görürsün
ki baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerreyle adeta dinin kafirlerle
savaşması gibi savaşır durur. Bir zerre sola doğru uçmaktadır, öbürü sağa doğru
gidip arayacağını aramada. Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede.
Şöyle durur gibi görünürler ama onların savaşını bu durgunluk aleminde gör.
Onların fiili savaşları gizli savaşlarından ileri gelmededir. Bu aykırılığı gör
de o aykırılığı anla.
Fakat güneşte mahvolan
zerrenin savaşı, vasıftan hesaptan dışarıdır. Zerrenin kendiside, nefesi de
mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun kendiliğinden
hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Allah’a dönenleriz” sırrından.
Biz kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik. Ey
gulyabaniye aldanıp yolun fer-i lerine dalan, ey usulsüz kişi asıllardan az
bahset.
Bizim savaşımızda
hakikatte bizden değildir, sulhumuz da. Her halimiz Allah’ın iki parmağı
arasındadır. Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek korkunç
bir savaştır. Fakat bu alem, şu savaşla durmadadır. Unsurlara bak da anla.
Dört unsur dört kuvvetli
direttir. Dünyanın tavanı onlarla düz durmada. Her direk, öbürünü kırar. Su
direği ateş direğini yıkar. Halkın yapısı zıtlar üstüne kurulmuş. Hasılı biz,
zarar bakımından da savaştayız, fayda bakımından da. Ahvalin, birbirine aykırı.
Tesir dolayısıyla her biri öbürüne zıt. Her an kendi yolumu vurup durmadayım,
artık başkasına nasıl bir çare bulabilirim?
Bana gelen hal
askerlerinin dalgalarına bak; her biri, öbürüyle savaşmada, her biri, öbürüne
kin gütmede. Kendindeki şu müthiş savaşa bak. Başkalarının savaşı ile ne meşgul
olup durursun? Meğer ki Allah, seni bu savaştan çeke de sulh aleminde bir tek
renge boyanasın. O alem, ancak bakidir, mamurdur, başka türlü olmasına imkan
yok. Çünkü terkibi, zıt olan şeylerden değil.
Bu yok olma, bitme,
zıttın zıddını yok etmesinden ileri gelir. Zıt olmadı mı ebedilikten başka bir
şey olamaz. O eşsiz, örneksiz Allah, cennetten zıddı giderdi. Orada güneş de
yoktur, zıddı olan zemheri de. Renklerin asılları, renksizliktir... Savaşların
aslı barışlardır. Bu gamlarla dolu olan bucağın aslı, o alemdir. Her ayrılığın
aslı, buluşmadır.
Hocam, neden biz bu
ayrılılar içindeyiz? Neden birlik bu sayıları doğuruyor? Çünkü biz fer’iz, bu
birbirine zıt olan dört asıl, fer’ide kendi huyunu işliyor. Halbuki can cevheri,
ayrılıkların ötesinden. Onun huyu bu değil, onun huyu, ulu Allah’ın huyu.
Savaşlara bak. O savaşlar, barışların asılları. Allah uğrunda savaşan Peygamber
gibi hani. O, iki cihanda da üstündür. Bu üstünü dil anlatmaz ki.
Irmak suyunu tamamı ile
içmenin imkanı yok. Yok ama susuzluğu giderecek kadar içmenin de imkanı yok.
Mana denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece
aç ki her an Mesneviyi, ancak ve ancak mana denizi göresin.
Yel derenin üzerindeki
saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır. Sen Mesnevide
ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz,
harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir. Harfi
söyleyen de, duyan da, hatta harfler de, bu üçü de sonunda can olur.
Ekmek veren, ekmek alan
ve pak ekmek suretlerden kurtulur, toprak olur. Fakat manaları, yine birbirinden
ayrı olarak ve daimi bir surette üç makamdadır. Suret toprak olur ama mana
olmaz. Kim, olur derse de ki: Hayır buna imkan yok.
Ruh aleminde gah suretten
kaçarak, gah surete bürünerek üçü de beklerler. Suretlere gidin diye emir gelir,
giderler. Yine onun emri ile suretlerden ayrılırlar. Hasılı “Halk da onundur,
emir de” sırrını bil. Halk, surettir, emir de o surete binen can. binek de
padişahın buyruğundadır, binen de, cisim kapıdadır, can huzurda. Su testiye
dolmak istedi mi padişah, can askerine binin diye emreder. Sonra yine canları
yücelere çekmek diledi mi padişah nakiplerinden ses gelir: İnin! Bundan öte söz
inceldi. Ateşi azalt, odunu çok atma. Atma da küçücük çömlek kaynamasın. Anlayış
çömlekleri pek küçük ve pek yufka.
Noksandan münezzeh Allah,
bir elmalık meydana getirmede, onları ağaçlara, yapraklara benzeyen harfler
içinde gizlemede. Bu ses, harf ve dedikodu ağaçlığı arasında elmadan ancak bir
koku alınabilir. Bari sen de bu kokuyu sende aklına iyice çek, bu kokuyu iyice
al da seni kulağından tutup asla kadar götürsün. Nezle olmamaya, koku almaya
bak. Halkın yelinden, nefesinden bedenini ört. Onların havaları, kış
rüzgarlarından da soğuktur. Örtün, bürün de burnuna girmesin. Onlar cansız
donmuş kişilerdir. Nefesleri, karlı dağlardan gelir. Fakat yeryüzü bu karlı
kefene büründü mü durma, hemen Hüsameddin’in güneş kılıcını vur. Derhal doğudan
Allah kılıcını çek, o doğuyla bu tapıyı ısıt.
Güneş, karı hançerledi mi
dağlardan ovalardan seller yürür. Çünkü o, ne doğudadır, ne batıda. Gece gündüz
müneccimle savaşır durur. Neden der, benden başka ve yol göstermeyen yıldızları
bayağılık ve körlük yüzünden kıble edindin? Kuran’da o emim erin “Ben hataları
sevmem” sözü hoşuna gitmedi. Ayın önüne geçtin, beline eleğim sağmadan kulluk
kemerini bağladın da o yüzden ayın ikiye bölünüşünden incindin.
“Güneş dürülür” ayetini
inkar edersin. Çünkü sence güneş en yüce bir mertebedir. Havanın değişmesini
yıldızların tesirinden bilirsin de “And olsun yıldıza, indiği zaman” ayetinden
hoşlanmazsın.
Ay, ekmekten de tesirli
değil ya. Nice ekmek vardır ki adamın can damarını koparır. Zühre sudan daha
tesirli değildir ya. Nice su vardır ki bedeni harap eder. Fakat onun sevgisi
senin canındadır da onun için dostun öğüdü bir kulağından girer, bir kulağından
çıkar. Fakat bil ki senin öğüdünde bize tesir etmez, bizim öğüdümüz de sana.
Meğer ki göklerin
anahtarları elinde olan sevgiliden sana hususi bir anahtar ihsan edile. Bu söz,
yıldıza benzer, aya benzer. Fakat Allah buyruğu olmaksızın tesir etmez. Bu
cihetsiz yıldız, yalnız vahiy arayan kulaklara tesir eder. Cihetten cihetsizlik
alemine gelin de sizi kurdu paralamasın der.
Onun yıldızlar saçan
pırıltısı karşısında şu dünya güneşi, bir yarasaya benzer. Yedi mavi gök, onun
kulluğundadır. Bir çavuşa benzeyen ay, onun derdiyle yanmada erimededir. Zühre
bir şey soracak oldu mu el atar, müşteri can nakdini eline alıp huzurunda durur.
Zühal onun elini öpme
havasındadır ama kendisini bu devlete layık görmez. Merih onun yüzünden elini
ayağını incitmiş, Utarit onun vasfından yüzlerce kalem kırmıştır. Bütün bu
yıldızlar, müneccimle, ey canı bırakıp rengi seçen. Can odur,bizse hep rengiz,
sayılar ve yazılarız. Onun düşünce yıldızı, bütün yıldızların canıdır diye
savaşmaktadır.
Düşünce de nerede? O
makam, tamamıyla pak nurdur. Ey düşüncelere kapılan, bu düşünce lafı senin için
söylenmiştir. Her yıldızın yücelerde bir evi vardır ama bizim yıldızımız hiçbir
eve sığmaz. Yeri, yurdu yakan şey, nasıl olur da mekana sığar? Haddi olmayan
nur, nasıl olur da hadde girer? Fakat sevdalı ve bir zayıf kişi anlasın diye bir
örnek verir, bir suretle tasvir ederler.
O şey, örnektir, onun
misli değil. Bu örneği de donmuş kalmış akıl, bunu anlasın diye getirirler. Akıl
keskindir ama ayağı gevşektir. Çünkü gönlü yıkıktır, bedeni sağlam. Bu çeşit
aklı olanların akılları, neye takılırsa sımsıkı takılır ama şehveti bırakmayı
hiç mi hiç düşünmezler. Dava zamanı göğüsleri doğruya benzer, fakat takva zamanı
sabırları, adeta bir şimşektir.
Her biri hünerlerle
kendini gösterir, alim geçinir. Fakat vefa vaktinde alem gibi vefasızdır.
Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi boğazda mide de kaybolur
gider. Fakat yine de bütün bu vasıflar iyidir... İyilik aradı mı insanda kötü
şey kalmaz ki.
Meni benliğinde kaldıkça
kokuşur, pis olur. Fakat cana ulaştı mı aydınlık alemini bulur. Cansız şey
nebatata yüz tuttu mu, baht ağacından hayat biter. Canlıya yüz tutan nebat,
Hızır gibi abıhayat kaynağından içer. Can da canana yüz tutarsa pılısını
pırtısını sonsuz ömür iklimine çeker götürür.
Bir gün bilgisiz bir
adam, vaaz eden birine sordu: Mimberde senden daha yüce söz söyleyen, senden
daha güzel vaaz eden bir adam bile yok. Sana bir sorum var, ey akıllı er, bu
mecliste sualime cevap ver. Bir kale burcunun üstüne bir kuş otursa başı mı daha
üstündür, kuyruğu mu?
Vaaz eden dedi ki: Yüzü
şehre, kuyruğu köyeyse yüzü, bil ki kuyruğundan üstündür. Yok... Eğer kuyruğu
şehre, yüzü köyeyse o kuyruğa toprak ol, yüzünden yüz çevir. Kanadı olan kuş
yuvasına kadar uçup gider. İnsanlar, insanların kanadı da himmettir.
Bir aşık, hayra, şerre
bulanabilir. Sen onun hayrına şerrine bakma, himmetine bak. Doğan, isterse beyaz
ve eşsiz olsun; fare avladıktan sonra bayağıdır. Fakat baykuşun meyli, padişaha
olsa doğan sayılır, külahına bakma. İnsan, bir hamur teknesi boyuncadır ama gök
yüzünden de üstündür, esirden de. Hiç bu gökyüzü “Biz onu ululadık” sözünü duydu
mu? Kim duydu bu sözü? Dertlere düşmüş Ademoğlu.
Hiç kimse, güzelliğini,
aklını, sözlerini, isteklerini yeryüzüne gösterdi, bildirdi mi? Hiç yüzünün
güzelliğini, reyindeki isabeti gökyüzüne göstermeye, söylemeye kalkıştı mı?
Oğlum, hiçbir gümüş bedenli dilber, hamam duvarlarına çizilmiş resimlere
kendisini gösterir, onların karşısında cilvelenir mi? O huri gibi güzel resimler
şöyle dursun kalkar yarı kör bir kocakarıya karşı cilvelenirsin. O kocakarı da
olan ve resimlerde olamayan nedir ki seni o resimlerden tutup çeker? Sen
söylemezsin ama ben söyleyeyim: Akıldır, duygudur, anlayıştır, tedbirdir,
candır. Kocakarı da insanla kaynaşan can var. Halbuki hamamdaki resimlerde ruh
yok. Hamam duvarındaki resim, bir harekete gelseydi derhal seni kocakarıdan
çekerdi.
Can nedir? Hayırdan
şerden haberdar olan, lütuf ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey.
Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı, şerri haber vermede... Şu halde
hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o, daha canlıdır.
Ruhun tesiri, bilgi ve
anlayıştır. Kimde bu bilgi ve anlayış, daha fazlaysa o, daha ziyade
Allah’lıktır. Fakat bu tabiat aleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler
vardır ki bu canlar, o meydan da cansız bir hale gelirler. Bunlardan haberdar
olamayan can, Allah tapısına mazhar oldu... Canların canı ise Allah’a mazhar
oldu.
Melekler de tamamı ile
akıldan, candan ibarettiler. Fakat yeni bir can geldi. Adem yaratıldı mı onun
karşısında beden haline geldiler. Kutluluktan o canı gördüler, ten gibi o ruha
hizmetçi kesildiler.
Şeytana gelince canla
başla ondan baş çekti, canla birleşmedi, çünkü ölü bir uzuvdu. Canı olmadığı
için Adem’e feda olmadı... Kırık bir eldi cana itaat etmedi. Fakat o uzvu
kırıldıysa cana bir noksan gelmedi ya. Canın elindedir bu onu yine yaratabilir.
Başka bir sır daha var, fakat bunu duyacak kulak nerede? O şekeri yiyecek dudu
kuşu hani?
Has dudulara pek bol, pek
değerli şeker var ama aşağılık dudular, o taraftan göz yummuşlar. Yalnız sureti
derviş olan, o zekatı, o arılığı nereden tadacak. O, manadır, faülün failat
değil. İsa’nın eşeğinden şeker esirgenemez ama eşek, yaradılış bakımından otu
beğenir. Şeker, eşeği neşelendirseydi önüne kantarla şeker dökülürdü. “Onların
ağızlarını mühürledik” ayetinin manasını bil. Yolcuya bu mühim bir şeydir. Bunu
bil de belki peygamberlerin sonuncusunun yolu hürmetine ağızdan o kuvvetli mühür
kaldırılır.
Peygamberlerden kalan
mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitleri vardı;
onlar, “İnna fettehna” eliyle açıldı. O, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada
da, bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere. Bu dünyada “Sen onlara
yol göster” der; o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der.
Onun gizli aşikar işi,
daima “Yarabbi sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir. Onun
nefesi ile iki kapı da açıktır. Duası, iki alemde de müstecap olur. Ona benzer
ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son peygamber olmuştur. Sanatında son
derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat, sende bitmiştir demez misin?
Ey peygamber, mühürleri
kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, hatemsin, bu iş, seninle ve sende
bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir hatemsin sen. Hasılı mühürleri
kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamı ile açılıktır, açılık
içinde açılıktır, açılık içinde açıklık. Onun canına, evladına gelişine ve
zamanına yüz binlerce aferin. Onun devlet ve ikbal sahibi halifesinin oğulları,
onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.
İster Bağdat’tan
olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su toprak karışıklığı olmaksızın onun
soyudur onlar. Gül dalı nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp
köpürürse köpürsün şaraptır. Güneş isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir,
başka bir şey değil.
Allah’ım sen
örtücülüğünle ört, ayıp görenlere bunu gösterme, onları kör et. Allah, ben, eşi
olmayan güneşle kötü huylu yarasanın gözünü bağlamışım dedi. Bakışı noksan
yarasanın gözünden, o güneşin yıldızları da gizlidir.
Ey Allah ışığı
Hüsameddin, ey ruh cilası, ey doğru yolu gösteren padişah gel! Mesneviyi
yayılmış bir mera haline getir, örneklerinin suretlerine can ver! Can ver de
bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup gitsin. Zaten onlar, senin
sayende can aleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular.
Ömrün alemde Hızır gibi
uzasın, canlara can katsın, düşkünlerin ellerini tutsun, daimi olsun. İlyas ve
Hızır gibi dünyalar durdukça dur da yeryüzü, lütfunla gökyüzü haline gelsin.
Kötü gözlülerin şatafatı, nazarı olmasaydı lütfunun yüzde birini söylerdim.
Fakat nefesi zehirli kem gözlerden ben ne can üzen zahımlar yedim. Onun için
senin halini, ancak başkalarının hallerini anarak remiz ve kinayeyle söylerim.
Bu bahanede, gönlüne ait
bir hiledir ki gönlün ayakları, o yüzden, toprağa kakılmış kalmıştır. Yüzlerce
gönül ve can yaratıcı Allah’a aşık olmuştur da onlara ya kem göz mani olmuştur
ya kötü kulak.
Bunların bir tanesi de
peygamberin amcası. Arapların kınaması, ona pek korkunç göründü.
Arap kendi çocuğuna uydu
da güvenilir dininden döndü derlerse ne derim, dedi. Peygamber amca dedi, bir
kere şahadet getir de senin için Allah’a şefaat edeyim.
Ebutalip, doğru ama
duyulur, yayılır, herkes duyar. İki kişiyi aşan her sır yayılır, otuz iki dişten
otuz iki orduya duyulur. Bu Arapların diline düşerim. Onların yanında bu yüzden
hor hakir olurum dedi.
Fakat Allah’ın ezeli
lütfu olsaydı Allah çekişiyle beraber bu kötü gönüllülük olur muydu hiç?
Ey düşkünlere yardım eden
Allah, medet! Medet bu iki taraflı dileklerden. Ben, gönlün hilesinden,
düzeninden öyle perişan bir hale geldim ki feryada bile kudretim kalmadı.
Ben kim oluyorum? Gökyüzü
bile yüzlerce işiyle gücü ile, iktidarı ile, yüzlerce debdebe ve tantanası ile
beraber bu pusudan, bu dileğe uyma yüzünden feryada geldi.
Ey kerem sahibi, ey hilim
sahibi, bu iki taraflı dilekten sen bana aman ver. Ey kerem sahibi, doğru yolun
bir taraflı çekişi, iki yol arasında tereddüde düşmekten hayırlıdır.
Bu iki yoldan da maksat
sensin ama bu ikilikten adama adeta can çekişmesi gelir. Bu iki yolla da sana
gelmeye azmedilir ama savaş, asla neşe meclisine benzemez dedi.
Bunu, Kuran’daki
“Göklerle yeryüzü Allah emanetini kabul etmekten korktular, çekindiler” ayetini
oku da Allah’tan duy. Bu ikilikte kalış, caba şu mu iyidir, hayırlıdır, yoksa bu
mu diye tereddüde düşüş, gönülde bir savaş gibidir. Tereddütte de bütün
kudretleriyle korku ve ümit birbirine saldırır.
Ey yüce Allah, önce
bendeki bu çekiliş ve yükseliş geliş senden meydana geldi, yoksa bu deniz,
sakindi Yarabbi. Bana bu tereddüdü, o makamdan verdin, kereminle yine beni
tereddütsüz bir hale getir.
Medet ey feryada yetişen
Allah’ım, sen beni dertlere müptela etmektesin. Senin verdiğin dertlerle erler
bile kadılara döner. Bu derde uğratış niceye dek, yapma Yarabbi. Bana bir yol
bağışla, on yol verme bana.
Sırtı yaralı arık bir
deveyim; sırtımda bir semere benzeyen ihtiyar yüzünden sırtım yaralandı.
Arkamdaki bu mahfe, gah ağır gelip beni bu yana çekmede, gah öbür tarafa yayılıp
beni o yana sürüklemede. Bu uygunsuz yükü sırtımdan al da iyi kişilerin
bahçelerini göreyim. Uyanık olarak değil de Ashabı Kehf gibi uykuda olarak
cömertlik bahçesinde yayılayım.
Sağıma, soluma yatıp
uyuyayım, fakat ancak top gibi ihtiyarsız olarak yuvarlanayım. Ey din Allah’ı,
sağıma da dönersem senin döndürmenle döneyim, soluma da dönersem senin
döndürmenle. Yüz binlerce yıllardır havadaki zerreler gibi ihtiyarsızdım. O
zaman ve o hali unuttum ama uykuda bu alemden göçüp gitmem, bana o alemden bir
armağan.
Uyku zamanı bu dört unsur
çarmıhından kurtulur, şu daracık yurttan can yaylasına sıçrar, çıkarım. Uyku
dadısından o geçmiş günlerin sütünü içerim ey bir şeye ihtiyacı olmayan ve
herkes kendisine muhtaç olan Allah.
Bütün alem, kendi
ihtiyarından, kendi varlığından sarhoşluk alemine kaçmaktadır. Bu suretle
herkes, şarap, çalgı gibi şeylere düşer de kendi aklından bir an olsun
kurtulmaya çalışır.
Herkes bilir ki bu varlık
tuzaktır. İnsanın kendi ihtiyarı ile bir şeyi düşünmesi, bir şeyi anması
cehennemdir adeta.
Onun için herkes
varlığından, kendiliğinden geçme alemine, yahut sarhoşluğa kaçar, yahut da bir
işe koyulup kendini unutur. Fakat yine bu alemden kendini çeker, varlık alemine
gelirsin. Çünkü o kendini unutma alemine Allah fermanı olmadan gitmiştik.
Ne cin, zaman kaydının
hapsinden kurtulabilir, ne insan. Yüce göklere çıkmak anacak doğru yolu bulma
kudretiyle olabilir.
İnsan doğru yolu ancak
Allah’tan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan
kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol
yoktur. Göklere yücelme nedir? şu yokluk. Aşıların yolu da yokluktur, dini de.
Aşk yolunda yalvarma bakımından pöstekiyle çarık, Eyaz’a mihrap olmuştur. Gerçi
onu padişah severdi. İçi de güzeldi, dışı da. Fakat kendisi de kibirsiz riyasız,
kinsiz bir hale gelmişti. Yüzü, padişahın güzelliğine bir anda kesilmişti.
Varlığından uzaklaştığı için işinin sonu da Mahmut oldu.
Eyaz kibir korkusundan
çekinirdi de onun için temkini, pek kuvvetli bir hale gelmişti. O tertemiz bir
hale gelmişti. Kibrin nefsin boynunu vurmuştu. Ya o düzenleri halka bir şey
öğretmek için yapıyor, yahut korkuda uzak bir hikmet yüzünden böyle bir
harekette bulunuyordu. Yahut varlık, yokluk rüzgarları ile esip gelen bir bağ
olduğundan bir gün çarığını görmeyi istiyor, bu suretle de yokluk definesinin
üstüne kurulan yapının kapısını açmak, o zevk yaşayışının yelini bulmak
diliyordu. Bu kaynağın malı, mülkü, atlası, çabuk yürüyüp giden cana bir
zincirdir.
Buna kapılan, şu altın
zinciri gördü de kapıldı, ruhu bir delik içinde kaldı, ovalara çıkamadı.
Görünüşü cennet ama hakikatte bir cehennem. Üstü güllü nakışlarla bezenmiş bir
zehirli yılan. İnanan kişiye cehennem zarar vermez ama ortadan geçmek daha
iyidir ya. Cehennem ona bir zeval vermez-. Vermez ama herhalde cennet, onun için
daha hoştur ya.
Ey noksan kişiler, şu gül
yüzlülerden sakının. Onlarla konuşmaya kalktınız, düşüp kalkmaya başladınız mı
anlarsınız ki onlar cehennemdir.
|
|