|
|
MEVZUU: Tarikat
meşâyihinin üç
taife olduğunun beyanı ve bunlardan her birine ait hallerin kemali ve noksanı
ile şerhi..
***
NOT: İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Yar Muhammed Bedahşî
Talikanî'ye yazmıştır.
***
Bilesin ki,
Tarikat meşâyihi üç taifedir. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın.
BİRİNCÎ TÂİFE:
Bu taife şu manaya kaildirler: Bu âlem, Yüce Hakkın yaratması ile hariçte
mevcuttur. Noksan, ve kemal olarak bu âlemde her ne var ise.. bunlar dahi,
noksan sıfatlardan münezzeh olan Hakkın yaratması ile olmaktadır.
Bunlar, kendilerini bir kalıptan ibaret bilirler. Ve bu kalıbı dahi, Sübhan
Hak'tan görürler.
Bunlar yokluk denizinde boğulmuşlardır. (Yani: Adem..) Ne kendilerinden, ne de
âlemden haberleri vardır.
Bunların misali, bir şahsın misalidir ki: Elbisesi yoktur. Emanet yoldan, bir
başka şahsın elbisesini giymiştir. O giydiğinin emanet olduğunu bilir ve bu
emanet olduğu manada bilgi kendisinde ağır basar.. O kadar ki, bu elbiseyi esas
sahibinin elinde görür; kendisini de çıplak sanır..
Misali üstte anlatılan şahıs, şuursuzluktan ve sekir halinden çıktığı ve
ayıklığa, şuura vardığı; fenadan sonra bekaya ulaştığı zaman, elbiseyi kendi
üzerinde bulsa dahi, yakinen bilir ki: Bu elbise başkasınındır. Zira bu andaki
fena, ilim içine derc edilmiştir. Elbise ile olan hiç bir alâka artık baki
kalmaz..
Yukarıda anlatılan hal: Kendisinde bulunan vasıfları ve kemalâtı; emanet bir
elbise gibi gören kimsenin halidir. Ama o kimse görür ki, bu emanet elbise
yalnız vehimdedir. Hariçte böyle bir elbise yoktur. Belki o, kendisinde
emanettir. Bu hal, onda o kadar ağır basar ki, hiç bir şekilde elbise görmez.
Hatta kendi nefsini çıplak görür. Ancak, ayılıp da, sağlığım bulduktan sonra,
yine o elbiseyi kendisi ile bulur.
Lâkin bu birinci şahsın fenası pek tamam olup onun üzerine tertib edilen beka
ise ekmeldir. Bu mana inşaallah daha sonra açıklanacaktır.
Aynı şekilde bu büyükler; gayetle tenzih yoluna gider ve bu âleme nisbet edilen
şeylerden hiç birini Hakka karşı sabit görmezler. Hemen bütün nisbetleri ondan
alırlar; ayniyet ve cüz'iyet şöyle dursun. Rübûbiyet, ubudiyet, saniiyet,
masnuiyet nisbetleri hariç; o gibi nisbetlerden yana Hakkın şanı yücedir. Bazan
olur ki, halin ağır basması ile, bu son anlatılan nisbetlerden dahi geçerler..
İşte o zaman, hakikî beka ile şerefyâb olurlar ki, o zaman kendilerinde; zatî
tecellilere kabiliyet ve sonsuz tecellilere mazhariyet hâsıl olur..
***
İKİNCİ TÂİFE:
Bu taife der ki:
– Bu âlem, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın gölgesidir.
Ama bunlar şuna da kail olmuşlardır:
– Bu âlemin vücudu hariçte, zılliyet (Yani: Gölge) yolu ile olup asalet yolu ile
değildir. Ve bu âlemin vücudu dahi Hakkın vücudu ile kâimdir. Zira, zillin
kıyamı asılla olur.
Meselâ: Bir şahsın gölgesi uzar. O şahıs dahi, bütün kudreti ile, zatının
kemalâtı o gölgede çıkar. İlim, kudret, irade, lezzet ve daha başkaları.. Hatta
o gölge bu hali ile ateşe atılsa, bundan acı duyar. Ama örf ve akıl olarak şöyle
denemez:
– Bu gölgenin sahibi şahıs, aynı şekilde acı duyar..
Kaldı ki, üçüncü anlatılacak taife böyle der..
İşte yukarıda anlatılan kıyasa göre: Mahlukattan sudur eden tüm kötü fiillere:
– Bunlar, Hakkın fiilidir.
Denemez. Tıpkı bir gölgenin kendi iradesi ile hareket ettiği zaman:
– O şahıs hareket etti..
Denemeyeceği gibi.. Bu manada ancak şöyle denebilir:
– Bu, onun kudretinin ve iradesinin eseridir. Yani: Mahluku..
Bu manada mukarrer olan durum şudur: Kötüyü yaratmak kötü değil; ancak kötü
olan, onu kötü fiil haline çalışıp getirmektir.
***
ÜÇÜNCÜ TÂİFE:
Bunlar, vahdet-i vücuda kail olmuşlardır. Yani: Hariçte bir mevcut vardır. Bu
tek mevcud ise.. Sübhan Hak'tır.. Hariçte bu âlem için, ilmî bir sübuttan başka
tahakkuk eden bir şey yoktur.
Bunlar derler ki:
– Ayan (yani: tayin edilip göze gelen bu varlıklar) hiç bir şekilde varlık
kokusunu almamışlardır.
Bu taife, her ne kadar:
– Bu âlem, Hakkın gölgesidir.
Demişlerse de, ayrıca şunu da derler:
– Onun gölgelik varlığı, ancak hiç mertebesindedir. Ama işin aslında ve hariçte
sırf madumdur. Yani: Yoktur.
Bu taife yine der ki:
– Noksan sıfatlardan münezzeh olan Hak, vücub ve imkân sıfatları ile
muttasıftır.
Bundan başka tenezzülat mertebesi de tesbit edip derler ki:
- Tek zatın bir sıfata bölünmesi, her mertebede olup o mertebenin lâyık olduğu
şekildedir.
Bu taife, lezzet almayı ve elem çekmeyi de sabit görürler. Ama, zatla değil. Bu
hisse dayalı mevhum gölgelerin perdesinde..
İşbu anlatılan mana, şer'an ve aklen çeşitli mahzurlar meydana getirir. Bu
manayı cevaplandırırken de, çok hile yollarına sapmış ve akıldan uzak teklifler
yapmışlardır.
Bu son anlatılan taife: Her ne kadar vâsıl olmuş kâmil zatlar ise de; haliyle
vusulün ve kemalin değişik derecelerine göre; lâkin bunların kelâmı halkı
dalâlete ve ilhada sürükler.. Sözde ittihada gidilerek, halkı zındıklığa atar.
***
BİRİNCİ TÂİFE olarak anlatılan zümre, kemal ve tamam olma bakımından tam manası
ile ileridir. Onların sözleri dahi, Kur'an'a ve Resulûllah'ın yoluna uygundur.
Selâmet oluşu ve uygunluğu dahi açıktır.
Amma etemmiyet ve ekmeliyet ciheti, bazı manalara mebnidir. Meselâ: Vücud-u
insani'nin bazı mertebelerinde, mebde ile müşabeheti vardır. Gayet letafet ve
tecerrüd derecesinde onun tam bir münasebeti vardır. Meselâ: Hafi ve ahfâ gibi..
Sırra dayalı fena halinin varlığı ile, baştan bu mertebenin temyizini yapmaya
güçleri yetmeyenler, bir kelime ile:
– LÂ (Yoktur)..
Diyerek onları nefyederler. Hatta bu mebde işi onlara göre karışık ve birbirine
benzer bir hal alır.. O zaman kendilerini H a k k olarak bulurlar. Yani: Hakkın
aynı.. Bunun için de derler ki:
– Hariçte yalnız Sübhan Hak vardır. Asla bizim varlığımız yoktur.
Ama, haricî eserlerin sayısının artması tahakkuk edince, zarurî olarak, ilmî
sübuta kail olurlar. İşbu mana icabı olarak derler ki:
– A'yan, varlıkla yokluk arasındaki berzahlardır.
Ancak, işin mebdeinde; mahlukata ait bazı varlıkların mertebelerini ayırd
edemedikleri için, varlığın vücuduna kail olmayıp berzahiyetini açıkladılar.
Vacib için olanı, mümkin için sabit gördüler. Anlayamadılar ki: isbat ettikleri
şey, işin aslında mümkinin levazimi arasındadır; ama vacibe benzer. İsterse
surette ve isimde olsun.
Eğer anlatılan durumu ayırd edip. mümkinle vacibin arasında bir temyiz
yapabilselerdi; ama tam olarak: Âlemin Sübhan Hak'la ittihadına ve aynı oluşuna
kail olmazlardı. Hatta, bu âlemi Hak'tan ayrı olarak görürlerdi. Vahdet-i vücuda
dahi kail olmazlardı.
Bir şahsın, kendi izi bulunup devam ettiği süre; hiç bir şekilde kendisini Hak
olarak göremez. Eğer kendinden bir eser kalmadığını zannederse, bu dahi, kendi
görüşünün kusurlu oluşundandır.
İKİNCİ TÂİFE her ne kadar başlangıçta bu mertebeleri ayırd eder ve onları:
– LÂ (yoktur)..
Cümlesi altına alıp nefyederlerse de; lâkin onların varlık bakiyelerinden bir
parça kalır. Yani: İkinci olarak.. Bu dahi, zılliyet ve asalet vasıtası ile
olur. Zira, zıllın rütbe taalluku ve bunun dahi asılla olan irtibatı cidden
kuvvetlidir. Bu nisbet dahi, onların nazarından gitmiş değildir.
BİRİNCİ TAİFE, bütün mümkin mertebelerini, vacipten hakiki manada ayırd
etmişlerdir. Bunu da, kemal manası ile, Hatem'ür-risalet Hazretlerine münasebet
ve mütabâat vasıtası ile yapmışlardır. Ona salâtların en tamamı, tahiyyatın
ekmeli!.
Ve; bu taife, evvel emirde:
– LÂ (yoktur)..
Kelimesi ile, her şeyi nefyetmişlerdir. Mümkinde, vacip için asla bir münasebet
görmemişlerdir. Hiç bir şeyin nisbetini dahi asla bir isbata girmemişlerdir.
Kendi nefislerini dahi, aciz mahluktan başka bir şey olarak kabul etmemişlerdir;
noksan sıfatlardan münezzeh Hakkı dahi, kendilerinin yaratıcısı ve Mevlâsı
olarak itikad etmişlerdir. Bir şahsın, kendisini; Mevlâsının aynı veya onun
gölgesi kabul etmesi, cidden bu büyüklere giran (ağır) gelmiştir.
Toprak nere, Rablar Rabbı nere?.
Bu büyükler, eşyayı severler; ama Hakkın yarattığı oldukları için.. İşbu
sebepten eşya, onların nazarında sevimli gelmektedir. Yani: Âlem ve kendi
fiilleri Sübhan Hakkın yarattığı sanatı, fullerinin, iradesinin, kudretinin
eseri olması haysiyetinden, eşyaya tam olarak boyun eğip teslim olurlar..
Şeriâtın gereği iş hariç; onların fiillerini inkâra kalkmazlar.
İnkıyaddan, muhabbetten bu çeşidi, tevhid erbabı için hâsıl olur. Bunun sebebi
dahi; eşyayı Hakkın sıfatlarının mazharı olarak itikâd etmeleridir. Belki de
aynı itikâd etmeleridir.
Hatta anlatılan inkıyad, teslim ve muhabbet nev'i; mücerred manada eşyayı Hakkın
mahluku ve sanatı görmeleri ile dahi hâsıl olur.
Bir mısra:
Hele bir bakınız, iki yol arasındaki farka..
Sevilen mahbubun kendisi ve aynı, mümkündür ki: Sevmeyi gerektiren en küçük bir
şeyle sevile.. Ama, mahlukatı, masnuatı ve kulları için bir muhabbet alakası
duymak mümkün değildir. Böyle bir şey olursa.. Mahbub Zat'ın muhabbeti kemale
ermeden sevilmiş olur.
Bu taife-i aliyye için; velâyet makamının nihayeti olan kulluk makamından bol
haz vardır.
Bu asfiyâ kulların hal itibarı ile sıhhatına hangi delil daha tam olur ki:
Keşifleri, Kur'an'a, Resulullah'ın sünnetine, şeriâtın zahirine uygundur. O
kadar ki: Şeriâtın zahirine kıl kadar aykırı düşmemiştir.
Allah'ım, bizi onları sevenlerden ve onlara tabı olanlardan eyle.
Muhammed Mustafa hürmetine.. Allah-ü Teâlâ, ona ve âline salât selâm ve
bereketler ihsan eylesin..
***
Bu satırların yazarı Derviş önceleri vahdet-i vücuda inanıyordu. Çocukluk
zamanında bu tevhidin ilmi kendisine hâsıl olmuştu. Her ne kadar kendisinde hal
yok idiyse de, yakin mertebesine ulaşmıştı.
Bu tarikata girdikten sonra, önce kendisine hal olarak tevhid yolu açıldı.
Bu makamın mertebelerinde bir müddet seyretti. Bu makama uygun olarak, kendisine
bol ilimlerin feyzi geldi.
Vahdet-i vücud erbabına müşkilleri ve gelen varidatın hepsi kendisine açıldı.
Onların halletme yolu dahi feyz olarak geldi.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, bu Derviş'e bir başka bağlılık ağır bastı;
vahdet-i vücudda durakladı. Yani: O bağlılığın ağır basması sonunda; vahdet-i
vücud vakıaya mutabık düşüp düşmediği üzerinde..
Ancak, bu duraklama, hüsn-ü zan yollu oldu: inkâr yollu değil..
Bu duraklama ile bir müddet kaldıktan sonra, iş inkâra gitti. Kendisine ilham
olundu ki:
– Bu makam, makam-ı süflidir. Makam-ı zılliyet üzerine terakki etmek gerekir.
Ne var ki, bu inkâr arzu ile olmadı; büyük meşâyihin orada kaim olması dolayısı
ile, o makamdan ayrılmaya da razı olmadı.
Zılliyet makamına ulaştıktan sonra; kendisini ve sair âlemi zıl (gölge) olarak
buldu. İkinci taifenin kail olduğu mana da buydu. Bunun üzerine, buradan
ayrılmak istemedi. Zira, sanıyordu ki: Kemal vahdet-i vücud ve bu yeni erdiği
makamdadır. Yani: Zılliyette.. Umumî manada bunlarla münasebet kurmaktadır.
Sonra..
Kendisini bu makamdan yükselttiler. Hem de ittifakla.. Tam manası ile inayet,
sonsuz lütuf olarak âlâsına çıkardılar. Kulluk makamına ulaştırdılar.
İşte o zamandır ki, bu makamın kemali zahir oldu. Yüksekliği belli oldu. Bunun
üzerine, alt makamlardan tevbe ve istiğfar etmeye başladı.
Eğer bu Derviş'i bu yola koymasalardı; bazısı bazısının üstünde bulunan makamlar
zahir olmazdı. Bu son makama terakkisini dahi bulunduğu makamdan oraya bir iniş
zannederdi.. Çünkü, kendine göre, vahdet-i vücud makamından daha yüksek bir
makam yoktu.
Allah hakkı hak kılar ve bu yola hidayet veren odur.
***
Şunun da bilinmesi lâzım gelir ki:
Mektuplarda ve risalelerde, değişik mahiyetteki ilimlerin ve maarifin bu
Derviş'ten; hatta bütün saliklerden gelmesi anlatılan değişik makamların
mahsulüdür.
Çünkü: Her makamın kendine has ilimleri ve elde edilecek marifetleri vardır.
Her halin dahi söylenecek kıyl ü kâli (dedikodu) vardır.
Durum anlatıldığı gibi olunca; ilimlerde birbirini atma durumu olmadığı gibi,
aralarında tenakuz dahi yoktur. Bunların misali, şer'î hükümlerin neshi gibidir.
Aralarında temyiz yapmaya çalışanlardan olma..
Allah-ü Teâlâ efendimiz Muhammed'e ve onun âline salât ve selâm eylesin.
Hakîkat Kitâbevi Tercümesi
|
|
|