|
|
MEVZUU:
a) Hulefa-i Raşidin'in faziletleri.. Bilhassa, Hazret-i Ebu Bekir ve
Hazret-i Ömer;
b) Sair ashab-ı kirama tazim..
Ve onların kötülüğüne söz etmekten çekinmek.. Allah onlardan razı olsun.
***
NOT: İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Eşrefe
yazmıştır.
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne.. Sizlere duâ ettiğimi de
bildirmek isterim.
Pek Reşid Hâce Eşref Kardeşe malum olsun,
Burada bazı ilimleri yazmak istiyorum. Ki onlar: Hayrete değer sırlar, latif
mevhibeler, şer'î maariftir.. Ama kısa anlayışa göre..
Bu yazılacakların pek çoğu, Hazret-i Ebu Bekir'in, Hazret-i Ömer'in,
Hazret-i Osman Zinnureyn'in, Ebül-Hasaneyn Hazret-i Ali'nin faziletleri ve
kemalâtı ile alakalı olacaktır. Allah onlardan razı olsun..
Gerekir ki, bu yazılanlar akıl kulağı ile dinlenip anlamaya gayret edile..
Bilesin ki,
Hazret-i Sıddık'ta ve Hazret-i Faruk'ta; Allah onlardan razı olsun,
Kemalât-ı Muhammediye hâsıl olmasına, Velâyet-i Mustafaviye dereceleri son
haddine varmasına rağmen, her ikisinde de:
a) Velâyet tarafı ile Hazret-i Îbrahim ile münasebet vardır.
b) Nübüvvet makamı ile bağlantılı olan davet makamı ile de, Hazret-i Musa
ile münasebet vardır.
Allah onlardan razı olsun.
Hazret-i Osman Zinnureyn'in dahi, her iki taraflı (davet ve velâyet) olarak
Hazret-i Nuh (a.s.) ile münasebeti vardır.
Hazret-i Ali'nin dahi, her iki taraflı (davet ve velâyet) olarak, Hazret-i
İsa (a.s.) ile bir münasebeti vardır.
Allah ondan razı olsun..
Hazret-i İsa (a.s.) Ruhullah ve Kelimetullah olduğu için, velâyet tarafı,
nübüvvet tarafına ağır basar.. Bu münasebetle, Hazret-i Ali'de dahi, velâyet
tarafı ağır basar..
Bu dört halifenin taayyün mebde'leri: İlim sıfatıdır; icmâl ve tafsil olarak
muhtelif cihetleri olmak üzere..
Bu ilim sıfatı:
a) İcmâl itibarı ile Muhammed'in rabbidir.
b) Tafsil itibarı ile, Halil'in rabbidir.
c) İcmal ve tafsil arası berzahiyet olma itibarı ile Nuh'un rabbidir.
Bunlara salât ve selâm olsun. Nasıl ki:
a) Musa'nın rabbi (terbiyecisi) kelâm sıfatı oldu.
b) İsa'nın rabbi kudret sıfatı oldu.
c) Âdem'in rabbi tekvin sıfatı oldu.
Hepsine selâm..
***
Biz yine asıl mevzuumuz olan kelâma dönelim.. Deriz ki:
Hazret-i Sıddık ve Hazret-i Faruk (Ömer) mertebeleri muhtelif olmak üzere,
Nübüvvet-i Muhammediye'nin ağırlığını almışlardır.
Hazret-i Ali, Hazret-i İsa ile münasebeti olduğundan, velâyet tarafı dahi
ağır bastığından Velâyet-i Muhammediye'nin ağırlığını almıştır.
Hazret-i Osman Zinnureyn, berzahiyeti itibarı ile denmiştir ki:
— Her iki tarafı da taşımaktadır.
Hazret-i Osman'a:
— Zinnureyn..
Denmesinin de, bu itibarla olması mümkündür.
Allah onlardan razı olsun.
— Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer nübüvvet ağırlığını almışlardır..
Dedikleri ecirden, her ikisinin de Musa ile münasebetleri daha ziyade
olmaktadır. Zira, nübüvvet mertebesinden neş'et eden davet makamı, onda daha
tamam ve ekmeldir. Yani: Peygamberler arasında ve Resulûllah (S.A.)
efendimizden sonra.. Onun kitabı dahi, Kur'an'dan sonra, kitapların en
faziletlisidir. Yine bu mânâ icabı olarak, Musa'nın a.s ümmeti, geçmiş
ümmetler arasında en çok olarak cennete girecektir. İbrahim'in şeriatı ve
mîlleti, bütün şeriatlerden ve betlerden daha faziletli olsa dahi durum
budur. Bunun için de, resullerin en faziletlisine onun milletine tabi olma
emri şu âyet kerime ile verilmiştir:
— «Sonra sana vahyettik ki, İbrahim'in milletine
tam bir şekilde tabi ol..» (16/123)
Bu âyet-i kerime dahi bu manaya şahittir.
Gelmesi vaad olunan Mehdî'nin dahi rabbi ilim sıfatıdır. Hazret-i Ali gibi,
İsa ile münasebeti vardır. Hazret-i İsa'nın kademi Hazret-i Ali'nin başında
olup bir kademi dahi Hazret-i Mehdî'nin başındadır.
Bilesin ki,
Velâyet-i Musa, velâyet-i Muhammediye'nin sağına düşer. Velâyet-i İsaviye
ise; onun soluna düşmüştür.
***
Hazret-i Ali Murtaza, velâyet ağırlığını taşıdığı için; evliya silsilesinin
pek çoğu ona müntesiptir.
Velâyet kemalâtına has kılınan büyük velîlere: Hazret-i Ali'nin zuhur eden
kemalâtı, Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kemalâtından daha ziyade
ve daha çoktur. Allah onlardan razı olsun.
Eğer Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları
babında icmâ hükmü olmasa idi; büyük velîlerin pek çoğu, Hazret-i Ali'nin
daha faziletli olduğunu keşfederlerdi.
Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kemalâtı, peygamberlerin
kemalâtına benzer. Velâyet erbabının idrâki, bu kemalâtın eteğine ulaşmaktan
yana kusurludur. Keşif sahiplerinin keşfine gelince.. Derecelerinin yüksek
oluşu ile, yolda kalmışlardır; onlara ulaşamamışlardır.
Anlatılan kemalâtın yanında, velâyet kemalâtı yola atılmış gibidir. Ve; bu
velâyet kemalâtı, nübüvvet kemalâtına çıkmaya bir basamaktır. Takdimcilerin,
esas maksatlardan nice haberleri olur?. Daha yeni başlayanlara esas matlub
şuuru nasıl gelir?.
Nübüvvet asrının uzaklaşması dolayısı ile bu cümle pek çoklarına ağır gelir
ve kabulden uzak görülür; amma söylemeyip ne yapalım?.
Bir şiir:
Tuttular beni aynaya sanki kuşlarıyım;
Ezelî ustamın kavlini konuşmalıyım..
Allah'a hamd olsun; bütün bu dedikodulara karşı ben, ehli uzlet uleması ile
müttefikim. Allah onların çalışmalarını şükrana layık eylesin. Sözüm,
onların toplu kararına uygundur. Onların istidlale dayalı buldukları
mânâlar, bana göre (bende) keşfe dayalıdır. İcmâl yollu anlattıkları dahi
tafsillidir.
Bu Fakir, Peygamberine mutabaat yolu ile. nübüvvet makamı kemalâtına
ulaşmadıkça, bu kemalâttan kendisine tam bir nasip hâsıl olmadı. Keşif yollu
Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in faziletlerine dahi muttâli
olamadı. Taklid dışında bir başka yol dahi bulamadı.
Bu mânâda bir âyet-i kerime meâlidir:
«Allah'a hamd olsun ki: Bizi buna kavuşturdu. Allah
bize hidayet etmeseydi; biz buna kavuşamazdık. Rabbımızın resulleri gerçeği
getirdi.» (7/43)
***
Kitaplardan bir kitaba şöyle yazıldığını, bir şahıs anlattı:
— Hazret-i Ali'nin ismi, cennet kapısı üzerine yazılmış.
Bunun üzerine hatıra şu geldi:
— Acaba, bu makamda. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in hususiyetleri
nedir?.
Diye.. Tam bir teveccühten sonra, şu mânâ zahir oldu:
Bu ümmetin cennete girmesi, ancak, bu iki büyük zatın izni ve cevazı ile
olacaktır. Yani: Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in..
Allah hepsinden razı olsun.
Hazret-i Ebu Bekir, cennetin kapısında duracak; insanların cennete
girmelerine izin verecek. Hazret-i Ömer dahi onların elinden tutup cennete
götürecek..
Şu müşahede olundu ki: Cennet tamamı ile Hazret-i Sıddık'ın nuru ile
doludur.
Bu Hakir'e göre, anlatılan her iki zatın şanı, ashab arasında o hadde
varmıştır ki; ayrı ve mümtaz bir derece almışlardır. Sanki bu imtiyazlı
oldukları derecede, hiç kimse onlara iştirak etmemiştir.
Hazret-i Sıddık Resulûllah (S.A.) efendimizle aynı yerde olacaktır.
Aralarındaki fark ise, ulviyet ve süfliyet (yüksekte-alçakta bulunma)
durumuna göredir. Hazret-i Ömer dahi, bu devlete, Hazret-i Sıddık'ın
teklifsiz misafiri olarak erecektir. (Bir başka mânâda uydusu)..
Resulûllah (S.A.) efendimizin durumuna göre, sair sahabenin orada
yerleşmeleri, bir hanede veya bir beldede olacaktır.
Artık, bu ümmetin evliyâsına ne olacağı bilinmelidir.
Bir mısra:
Yeter bana, uzaktan gelen bir çan sesi olsa da..
Onlar, bu iki zat hakkında ne bulabilirler?. Kaldı ki, her ikisi de,
azamette, kadrin yüce oluşunda peygamberler meyânında sayılmışlardır.
Peygamberlerin faziletlerine bürünmüşlerdir. Allah onlardan razı olsun.
Resulûllah (S.A.) efendimiz şöyle buyurdu:
— «Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı; bu Ömer olurdu..»
İmam-ı Gazali Hz.'nin anlattığına göre, Abdullah bin Ömer (r.a.) Hazret-i
Ömer'in vefat ettiği günlerde, ashab-ı kiramın huzurunda şöyle demiştir:
— İlmin onda dokuzu öldü..
Bazılarında, bu kelâmın mânâsını anlamamak gibi bir durum hissedince, şöyle
demiştir:
— İlimden murad Allah ilmidir. Hayz ve nifas ilmi değildir.
Hazret-i Sıddık için dahi şöyle buyrulmuştur:
— «Hazret-i Ömer'in bütün iyiliği, Hazret-i Ebu Bekir'in bir tek iyiliği
mesabesindedir.»
Bunu Muhbir-i Sadık Resulûllah (S.A.) efendimiz anlatmıştır.
Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ebu Bekir arasındaki derece farkı; Hazret-i Ebu
Bekir ile, Resulûllah (S.A.) efendimiz arasındaki derece farkından daha
fazladır. Artık, bundan diğerlerinin, Hazret-i Sıddık'a göre, derece
farklarını kıyasla.
Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, ölümden sonra dahi, Resulûllah (S.A.)
efendimizden ayrılmayacaklardır. Haşr'olmaları dahi aynı şekilde beraber
olacaktır.
Bu mânâ, rivayetlerde açıkça anlatılmıştır.
Daha faziletli olma durumu, ancak, bu iki zata karşı yakınlıkla ölçülüdür.
Bu sermayesi kıt Fakir, onların kemalâtından ne söyleyebilir ve onların
faziletinden ne kadarını anlatabilir ki?.. Zerrenin güneşten söz etmeye ne
gücü vardır?. Damlanın umman denizden anlatmaya ne mecali vardır?.
***
Halkın daveti için, velâyet ve davet tarafından tam haz almış olanlar,
tabiinden ve teba-i tabiinden müçtehid ulema; anlatılan iki zatın yani:
Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kemalâtını sahih keşif nuru, sadık
feraset, birbirini pekiştiren haberlerle idrâk edememişlerdir. Ancak,
onların faziletlerinden bir nebze bulmuş ve bu buldukları ile de, zarurî
olarak, daha faziletli olduklarına hükmetmişlerdir. Bunun üzerine de icmâ
kurmuşlardır. Bu icmâ hilâfına bir şey zuhur ettiği zaman ise; onun sağlıklı
olmadığına hamletmiş, hiç bir itibar göstermemişlerdir. Nasıl böyle olmasın
ki; onların daha faziletli oldukları ilk asırda sağlık kazanmıştır.
Nitekim Buharî'de îbn-i Ömer'in anlattığı şu rivayet vardır:
— Biz, Resulûllah (S.A.) efendimizin zamanında, başta Ebu Bekir, sonra Ömer,
sonra Osman'la kendimizi bir tutamazdık. Kalan sahabe arasındaysa; bir
faziletli oluş durumu yapmazdık.
Ebu Davud'dan gelen bir rivayette ise, şöyle demiştir:
— Resulûllah (S.A.) efendimiz hayatta iken; Resulûllah (S.A.) efendimizden
sonra en faziletli olarak Ebu Bekir'i, ondan sonra Ömer'i, daha sonra
Osman'ı söyledik.
Allah onlardan razı olsun.
Bir kimse:
— Velâyet, nübüvvetten daha faziletlidir.
Derse, o sekir erbabındandır.
***
Yükseldiği makamdan, davet için dönmeyen velîlerden hiç birinin, nübüvvet
makamı kemalâtından bol nasibi yoktur.
***
Bu Fakir'in bazı risalelerinde:
— Nübüvvet velâyetten daha faziletli olduğu..
Şeklinde yaptığı tahkike gözünüz ilişmiş olacak.. İsterse, bu velâyet
nebinin velâyeti olsun; hakikat budur.. Herkim bunun aksini söylerse; daha
önce de anlatıldığı gibi; bunu, nübüvvet makamına karşı olan cehaletinden
söylemiştir.
Şu da malum bir durumdur ki: Sair evliya silsileleri arasında; Nakşibendiye
silsilesi, Hazret-i Ebu Bekir'e intisab etmektedir. Allah ondan razı olsun.
Bu mânâ icabı olarak, bunlarda sahv (ayıklık) hali ağır basar. Bunların
daveti dahi daha tamdır. Sıddık'ın (r.a.) kemalâtı bunlarda daha ziyade ve
daha çok zahir olur. Zarurî olarak, bunların intisapları, sair intisapların
üstündedir. Kendilerinden başkası onların kemalâtını nasıl idrâk etsin;
onların hakikî muamelelerini nasıl hissetsinler?.
Ne var ki, ben:
— Bütün Nakşibendiye meşâyihi bu muamelede müsavidir.
Demek istemiyorum. Nasıl böyle olabilir?. Eğer binde bir kişi anlatılan
üstün sıfatla bulunsa, bu bir ganimet olur. Sanıyorum ki Geleceği vaad
edilen Mehdî, velâyetin ekmeliyetini alacaktır. Bu Tarikat-ı Aliyye üzerine
gelecek ve bu Silsile-i Aliyye'yi tamam ve tekmil edecektir. Zira bütün
velâyet nisbetleri, bu Nisbet-i Aliyye'nin altında bulunmaktadır. Sair
velâyetlerin, nübüvvet makamı kemalâtından nasibi azdır. Amma, bu velâyetin
ondan yana bol nasibi vardır. Bunu da: daha önce anlatıldığı gibi, Hazret-i
Sıddık'a bağlanması dolayısı ile alır.
Bir mısra:
İki yol arasında çok fark var ey dost!.
Ey Kardeş,
İmam-ı Ali (r.a.) nübüvvet ağırlığını taşıdığı için, onun terbiyesi, aktab,
evtad ve ebdal makamıdır. Ki bunlar, uzlette olan veliler olup kendilerinde
velâyet tarafı ağır basar. Bunlar, onun imdadına ve yardımına bırakılmıştır.
Kutb-u medar olan Kutb-u Aktab, onun kademi altında olup onun emrini icra
eder. Onun himayesinde, önemli işlerini yerine getirir. Yapılacak idarî
işleri, onun yardımı ile uhdesinden çıkarır.
Seyyidet-ü Fatıma ve iki oğlu dahi, bu makamda, Hazret-i Ali'ye yardımcı
ortaktırlar. Allah onlardan razı olsun.
***
Bilesin ki,
Resulûllah (S.A.) efendimizin tüm ashabı büyüktürler, azametlidirler. Uygun
düşer ki: Onların hepsi, tazimle yâd edile..
Hatib'in, Enes'ten (r.a.) yaptığı bir rivayete göre, Resulûllah S.A
efendimiz şöyle buyurmuştur:
— «Allah beni seçti. Benim için de ashab seçti. Bunlardan dahi bana akraba
ve ensar çıkardı. Onlarda beni koruyanı, Allah korusun. Onlarda bana eziyet
edene, Allah ezâ versin.»
Bundan başka, Taberanî, İbn-i Abbas'tan (r.a.) naklen, Resulûllah (S.A.)
efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
«Bir kimse ashabıma söverse Allah'ın, meleklerin ve bütün canların laneti
onun üzerine olsun.»
Hazret-i Âişe'den (r.a.) naklen gelen bir rivayette ise, Resulûllah (S.A.)
efendimiz şöyle buyurdu:
«Ümmetin şerlileri, ashabımım aleyhinde bir cür'ette bulunanlardır.»
***
Bu arada, ashâb-ı kiram arasında vuku bulan münazaa ve muharebeleri
(çekişmeleri ve savaşları) iyiye yormak lâzımdır. Onları, nefsanî arzudan ve
taassuptan uzak görmek gerekir. Çünkü, bu muhalefet, içtihada binaen
yapılmıştır; heva ve heves üzerine değil.. Nitekim ehl-i sünnetin toplu
kararı da budur.
Ancak, şunun bilinmesi gerekir ki: Hazret-i Ali'ye muhalif olan taraf, hata
üzerinde idiler. Hak, Hazret-i Ali tarafında idi.. Allah onlardan razı
olsun. Lâkin, bu hata, içtihada dayalı bir hata olduğu için o hatanın
sahibi, ayıplanmaz, kendisinden muaheze kalkar. Nitekim bu mânâda, aşağıdaki
rivayetler vardır.
Mevakıf sarihi, Âmedi'den naklen şöyle anlattı:
— Cemel ve Sıffeyn vak'ası içtihad üzere yapıldı.
Şeyh Ebu Şekûr Salimi (Süllemî) Temhid'de şöyle anlattı:
— Ehl-i sünnet vel-cemaat zahib oldular ki: Muaviye ve kendisi ile beraber
olan ashabdan bir taife, hata üzere olmuşlardır. Ama, onların hataları
içtihada dayalıdır.
Şeyh İbn-i Hâcer dahi Savaık'ta şöyle dedi:
— Muaviye'nin Ali ile münazaası, içtihad üzere idi. Allah onlardan razı
olsun.
Ve; bu kavli, Ehl-i sünnet itikadı arasında saydı.
Mevakıf Şarihinin söylediği şu cümleye gelince:
— Arkadaşlarımızın çoğu, bu münazaanın içtihad üzere olmadığına zahib
oldular (zannına kapıldılar, fikrine sahip oldular)..
Acaba burada:
— Arkadaşlarımız..
Tabiri ile kimleri murad ediyor?. Halbuki, daha önce de anlatıldığı üzere:
Ehl-i sünnet uleması onun aksine hükmetmişlerdir. Kaldı ki, büyüklerin,
kitapları, onun içtihadi bir hata olduğuna dair kavillerle doludur. Nitekim,
İmam-ı Gazali, Kadı Ebu Bekir ve bunlardan başkaları:
— Hazret-i Ali'nin muhaliflerini fıskla suçlayıp dalâlette saymak caiz
değildir..
Diye sarahaten anlattılar.
Kazî, Şifa kitabında, Malik'ten naklen şöyle anlattı:
— Resulûllah (S.A.) efendimizin ashabından birine, bir kimse atarsa..
Meselâ: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Muaviye veya Amr bin As'a, şayet:
— Dalâlet ve küfürdedirler.
Derse katl'olunur. Bundan başka, insanların atmasına benzer bir şekilde
söverse; onu şiddetli bir şekilde tenkid etmelidir.
Hazret-i Ali ile muharebe edenler, rafızîlerden bazılarının sandığı gibi
kâfir değildir. Bazılarının sandığı gibi, onlar fasık dahi değildir.
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, Mevakıf Şarihi acaba:
— Arkadaşlardan pek çoğu..
Derken, işi kime bağlamakta ve nereye çıkarmaktadır. Halbuki, Âişe-i
Sıddıka, Talha ve Zübeyr, onlar arasındaki sahabelerden idi. Daha Muaviye
ortaya çıkmadan evvel, Talha ile Zübeyr on üç bin kişi ile birlikte Cemel
vak'asinda öldürüldü. Durum böyle olunca, onları dalâlet ve fasıklıkla
suçlamak, hiç bir Müslüman'ın cür'et edemeyeceği bir iştir. Meğer ki:
Kalbinde maraz, içinde dahi habâset buluna..
Fukahadan bazılarının, Muaviye Hakkında:
— Cevr.
Lafzını ıtlak etmelerine gelince; ki bunu şöyle demişlerdir.
— Muaviye cair (haksız) bir imamdı.
Bundan murad: Onun hilâfete hakkı olmadığını anlatmaktır. Yoksa, sonu fıska
ve dalâlete çıkan bir haksızlık mânâsı çıkmaz.. Ta ki, ehl-i sünnet kavline
uygun düşe..
Durum böyle olmasına rağmen, istikamet erbabı, maksud olan mânânın hilafını
vehmettirecek lafızları getirmekten sakınmalıdır. Hata kavli üzerine başka
bir şey artırmamalıdır. O, nasıl Cair (haksız) bir imam olur ki?. Halbuki
onun adil bir imam olduğu sahihtir. Hem Allah'ın haklarına riayette hem de
Müslümanların haklarına riayette. Nitekim Savaık'ta yazılmıştır.
Mevlâna Cami (Ks.) bu mânâda:
— Münker (Kötü) hata..
Diyerek, münker lafzını ziyadeden söylemiştir. Yani: Cumhur-u ulemanın
kavline ziyadeden bir ek lafız koymuştur. Halbuki:
— Hata..
Lafzı üzerine ne ziyade edilirse; o ziyadelik hatadır. Daha sonra şöyle
demiştir:
— Her ne kadar lanete müstahak ise..
Bu dahi onun için hiç münasip değildir. Bunda şüphe yeri var mı?. Tereddüd
yeri var mı?.
Eğer o söz, Yezid için söylenmiş olsaydı; yeri olurdu; uyardı. bu sözünü
Muaviye için söylemesi şenidir.
Nitekim sağlam dayanaklarla gelen hadis-i şeriflerde, Resulûllah (S.A.)
efendimizin Muaviye'ye şöyle duâ ettiği anlatılmıştır:
«Allah'ım, ona yazı ve hesap ilmi ver; onu azaptan koru..» (Taberani)
Bir başka duasında ise, şöyle buyurmuştur:
«Allah'ım, onu hidayeti bulan ve hidayet eden eyle..»
Resulûllah (S.A.) efendimizin duası ise makbuldür.
Zahir olan şu ki: O kelâm Mevlâna Câmi'den sehv ve nisyan yollu çıkmıştır.
Sonra o, bu beytlerinde kimsenin ismini tasrih etmemiş Şöyle demiştir:
— Diğer sahabi..
Bu ibare dahi şenâatten haber verir.
— «Rabbımız, eğer unuttuk veya yanıldıksa bizi
sorguya çekme..» (2/286)
Sonra..
İmam-ı Şaabî'den naklen anlatılan Muaviye'nin zemmine gelince.. Ki bu
rivayete göre: Onun zemminde çok mübalağa etmiş; hatta fıskın dahi üstüne
çıkmıştır. Ne var ki, onun bu zemmi sübut bulmamıştır. Şöyleydi: İmam-ı
Azam, onun talebeleri arasındadır. Eğer bu zem sözü doğru olsaydı; onu
nakletmek hakkı en çok ona düşerdi.
Gelelim İmam-ı Malik'in hükmüne.. Ki bu zat, teba-i tabiindendir. Muaviye
ile aynı asırda yaşamıştır. Daha önce de anlatıldığı gibi, Muaviye ve Amr
bin As'a kötü söz edenlerin katline hükmetmiştir. Bu durum, daha önce de
anlatıldı. Eğer Muaviye sövülmeye hak kazanmış olsaydı; neden ona kötü söz
edenlerin katline fetva versindi? Bu mânâdan anlaşılıyor ki: Muaviye'ye kötü
söz edip atmayı büyük günahlar arasında saydı; katline hükmetti. Ve ona kötü
söz edip atmayı, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman'a
yapılan bu türlü hakaret gibi gördü.
Bütün bunlar anlatıyor ki: Kötü sözle Muaviye zem edilmeğe müstahak
değildir.
***
Ey Kardeş,
Muaviye bu işte yalnız tek başına değildi. Ashabın yarısı tahminen bu işte
onunla müşterekti. Eğer Hazret-i Ali ile muharebe edenler kâfir veya fasık
olmuşlarsa, dinin yarısı gitti, demektir. Çünkü, dinin yarısı onların
tebliği ile bize ulaşmıştır. Böyle bir şeye de, ancak dinin iptalini isteyen
zındık yol verir.
***
Ey Kardeş,
Bu fitnenin başlaması, Hazret-i Osman'ın öldürülmesi ile olur; onun katlini
yapanlardan kısas taleb edilir. Allah ondan razı olsun. Talha ve Zübeyr
dahi, kıssasın tehir edilmesi sebebi ile ilk olarak Medine'den çıkarlar.
Hazret-i Âişe dahi, bu işte onlara muvafakat eder. Bunun üzerinde, Cemel
Harbi olur. Ki burada, on üç bin sahabe öldürülür. Bu ölenler arasında Talha
ile Zübeyr dahi vardır. Her ikisi de cennetle müjdeli on kişi arasındadır.
Asıl bundan sonradır ki, Muaviye Şam'dan çıkar ve onlara katılır ve böylece
Sıffiyn harbi vuku bulur.
İmam-ı Gazali'nin de sarahaten anlattığına göre: Bu münazaa hilâfet işi için
değildi. Hazret-i Ali'nin hilâfeti başlarken, kısasın yerine getirilmesi
isteniyordu.
İbn-i Hâcer dahi, İmam-ı Gazali'nin bu kavlini, ehl-i sünnet itikadı
arasında saydı.
Ebu Şekûr Salimi (Süllemi) dahi Hanefi ulemasının en büyüklerinden biri idi;
şöyle anlattı:
— Muaviye'nin Hazret-i Ali ile münazaası, hilâfet işi için olmuştu.. Şundan
ki, Resulûllah (S.A.) efendimiz ona şöyle buyurmuştu:
— «İnsanların meliki olursan, onlara rıfk ile muamele eyle.» (Müslim)
Resulûllah (S.A.) efendimizin bu emrinden, Muaviye'de hilâfet arzusu doğdu.
Amma o bir içtihada dayalı hatada olup Hazret-i Ali haklı idi. Çünkü: O
vakit, Hazret-i Ali'nin hilâfet vakti idi.
Yukarıda anlatılan iki görüş arasında birlik kurmak şöyle olabilir:
Mümkündür ki, bu münazaanın başlaması; önce kısasın tehir edilmesi sebebi
ile ola; bundan sonra da, hilâfet arzusu doğmuştur. Bütün içtihadlar yeri
gelince olur. Hatalı için, sevaptan bir derece vardır: haklı olana iki,
hatta on derece vardır.
Ey Kardeş,
Bu makamda en salim yol, Resulûllah (S.A.) efendimizin ashabı arasında geçen
meseleler üzerinde sükût etmektir. Ona salât ve selâm olsun. Keza onun âline
de.. Resulûllah (S.A.) efendimizin şu hadis-i şerifleri bu manayadır:
«Ashabını arasında olanlar için dikkat ediniz.» (İbn-i Esir)
«Ashabım anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz.» (Taberanî)
«Allah Allah ashabım hakkında; onlara garaz tutmayınız.» (Tirmizî)
Bunun daha açık mânâsı şudur: Allah'a karşı hazer ediniz ve ondan korkunuz.
Bilhassa ashabım hakkında dikkat ediniz. Onları melâmet ve taan okunuza
hedef seçmeyiniz.
Ömer bin Abdilaziz'den gelen bir rivayeti, imam-ı Şafiî şöyle anlattı:
— O bir kandı; Allah ondan elimizi temizledi. Biz de ondan dilimizi temiz
tutalım.
Bu ibareden de anlaşılıyor ki: Onların hata icrasını dahi, dile getirmek
yerinde olmaz. Onları hayırdan başka türlü anmamak gerekir.
Yezid'e gelince; ki o: Saadetten uzaktır: fasıklar zümresindendir. Amma ona
da lanetten dili tutmak, asıl olup ehl-i sünnet katında kararlaştırılmıştır.
Şundan ki: Kâfir dahi olsa, muayyen bir şahsa lanet yerinde olmaz. Meğer ki,
küfür üzere öldüğü yakinen biline.. Meselâ: Cehennemlik Ebu Leheb ve karısı
gibi.. Ama, bu demek değildir ki, o: Lanete müstahak olmamıştır. Bu mânâda
şu âyet-i kerime sabittir:
— «O kimseler ki, Allah'a ve Resulüne eziyet
ederler, Allah onlara dünyada ve âhirette lanet etmiştir.»
(33/57)
***
Bilmiş olasın ki;
Bu zamanda halkın pek çoğu, imamet bahsi ile meşgul olduğu, hilâfet sözünü
ettikleri, ashab-ı kiram arasındaki münazaayı göz önünde tuttukları, bid'at
ehlinin mürtedlerini ve cahil rafızileri taklid ederek ashab-ı kiramı hiç
hayırla anmadıkları, onların şahıslarına münasip olmayan nisbetler ettikleri
için zaruri olarak bana malum olanlardan bir nebze yazdım. Ve; ahbaba
yolladım. Şunun için ki Resulûllah (S.A.) efendimiz şöyle buyurdu:
— «Fitne (yahut bid'at) zahir olduğu, ashabıma sövüldüğü zattan âlim ilmini
izhar eylesin.. Bir kimse bunu yapmazsa. Allah'ın meleklerin, bütün
insanların laneti onun üzerine olsun. Allah-ü Teâlâ, onun ne farz, ne de
nafile ibadetini kabul eder..» (İbn-i Hâcer-i Mekkî)
***
Allah'a hamd ü şükürler olsun ki: Zamanın sultanı kendisini Hanefi
mezhebinden saymakta ve ehl-i sünnet vel-cemaat bilmektedir. Yoksa, durum
cidden Müslümanlara çok zor olacaktı. Büyük nimetin şükrünü eda etmek
gerek.. Hem de en uygun şekilde..
İtikadı, ehl-i sünnet vel-cemaat görüşüne göre düzeltmelidir. Başkaca, Zeyd
ü Amr'in sözlerine kulak vermemelidir.
Eğer iş yalan hurafelere göre yapılırsa; insan kendini zayi etmiş olur.
Necat ümidinin hâsıl olması için, fırka-i naciyeye uymak gerek Bundan
sonrası boştur.
Selâm size ve hidayete tabi olup Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.. Ona
ve âline salât ve selâm..
Hakîkat Kitâbevi Tercümesi
|
|
|