MEVZUU:
a) İmâmet bahsi..
b) Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakîkati ve onların muhalifleri. Ehl-i
sünnet'in ifrat ve tefritten uzak olduğu ki, bunun birini Rafızîler, diğerini de
Haricîler tercih etmiştir.
c) Resulullahın ehl-i beytinin medhi, Allahu Teâla O'na ve âline salât ve selâm
eylesin.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz.
bu mektubu, Hâce Muhammed Taki'ye yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile.
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Allah'ın Resulüne.. Sizlere dahi dualar
etmekteyim.
Şunu bildirmek isterim ki: Fukaraya (dervişlere) muhabbet duymak, onlarla
irtibat kurup kendileri ile ülfet etmek, bu taife-i aliyyenin sözlerini
dinlemeye rağbet, bu üstün tabakanın vaziyetlerine ve işlerine meyilli olmak
yüce Sultan Allah'ın en güzel nimetlerinden ve o yüce Zat'ın en büyük
inâyetlerindendir.
Muhbir-i Sadık Resulullah (s.a.v) Efendimiz, bu mânadan olarak, şöyle buyurdu:
– "İnsan sevdiği ile beraberdir."
Bu mâna icabı olarak, sevenleri onlarla olup yakınlık hareminde onların
yedeğinde bulunan mahremleridir.
***
Ey Muvaffık,
Oğlum Hâce Şerafeddin Hüseyin haber verdi ki, bütün bu güzel vasıflar onda
vardır; hem de çeşitli meşguliyetleri olmasına rağmen.. Bu güzel muamele dahi,
onca makbul olup özüne işlemiştir. Hem de, sınırsız meşguliyetlerinin
bulunmasına rağmen.. Bunun için, Sübhan Allah'a hamd ü şükürler olsun.
Çünkü, sizin salâhınız, büyük bir cemaatın salâhı olup, felahınız dahi büyük bir
topluluğun felahıdır.
Sözü geçen anlattı ki:
– Sizin kelâmınızı sever; sizin
ilimlerinizi dinlemeye rağbeti vardır. Eğer kendisine, bazı sözleri yazarsanız,
pek güzel ve pek yerinde olur.
Bunun için, bazı cümleleri, kabul olunur ümidi ile yazmak istedim.
Bilhassa, bugünlerde; imamet bahsi daha çok anlatıldığı ve bu babda her şahıs
zan ve tahminle kelâm gördüğü için, istedim ki, bu bahiste zaruri olarak hiçbir
satır yazayım. Bu arada, ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakikati ile,
muhaliflerin mezhebini açıklayayım.
***
Ey Talib-i Necat... Ehl-i sünnet vel-cemaat alâmetlerindendir ki, Hazret-i Ebu
Bekir (ra) ve
Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer'in (ra) daha faziletli olduğu inancı
ile, Hazret-i Osman (ra) ile Hazret-i Ali'nin sevgisi birleştirilir ise bu,
ehl-i sünnet vel-cemaatın hususiyetlerinden olur.
Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer'in (ra) daha faziletli oldukları
sahabenin ve tabiinin icmaı ile sabittir. Bu mâna imamların en büyüklerinden
nakledilmiştir. Bunların biri de İmam-ı Şafii (m) olmuştur.
Şeyh Ebül-Hasan Eş'ari şöyle anlattı:
Hazret-i Ali'nin (ra) hilâfeti sırasında ve kendi ülkesinde, taraftarlarından
büyük bir topluluk huzurunda şöyle dediği sabittir:
– Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Allah
onlardan razı olsun.
Zehebi'nin anlattığına göre, İmam-ı Buhari'nin dahi ondan rivayet ettiğine göre
Hazret-i Ali (ra) şöyle demiştir:
– Resulullah'tan (sav) sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekir, ondan sonra
da Ömer, daha sonra da bir başka kimsedir. Bunun üzerine, oğlu Muhammed
b.Hanefi'ye şöyle dedi:
– Sonra sensin...
Amma Hazret-i Ali (ra) ona şu cevabı verdi:
– Ben, ancak, Müslümanlardan bir kimseyim.
Hulasa... Hazret-i Ebi Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (ra) daha faziletli olma
durumu, ravilerin çokluğundan ötürü, zaruret sınırına vardı. Bunu inkâr etmek
dahi, ya cehaletten ileri gelir yahut taassuptan.
Şia'nın en ileri gelenlerinden olan Abdürrezzak, inkâr mecali bulamadığından
gayr-i ihtiyari Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli
olduklarını söyledi. Allah onlardan razı olsun. Bu mânada şöyle demiştir:
– Madem ki, Hazret-i Ali (ra), Hazret'i Ebu Bekir'i (ra) ve Hazret-i Ömer'i
Hazret-i Osman'ın (ra) ve Hazret-i Ali'nin (ra) hilâfetleri zamanında fitnelerin
zuhuru ve insanların işlerinde karışıklık peydah olduğu; bu yüzden dahi
insanların kalblerinde sınırsız sıkıntılar hasıl olup Müslümanlara arasına buğuz
ve düşmanlık girdiği için, zaruri olarak, Hazret-i Osman'ı ve Hazret-i Ali'yi
sevmek, bir şahsın Ehl-i sünnetten oluşuna şart sayıldı. Allah onlardan razı
olsun. Ta ki, bu yüzden bilmeyen bir kimse, Hayrü'l-beşer Resulullah'ın (sav)
ashabına kötü zan beslemeye. Resulullah'ın halifelerine ve kaimmakamlanna buğuz
ve adavet gizlemeye. Ona salât ve selâm olsun. Bu mânadan olarak, Hazret-i
Ali'yi (ra) sevmek, ehl-i sünnet olmanın şartı oldu. Her kimde ki bu mahabbet
yoktur; o kimse, ehl-i sünnet haricidir.
O kimse ki, Hazret-i Ali'nin (ra) sevgisinde ifrat tarafı tutar ve yerinde
olacak miktardan daha ziyadesine düşer ve bu mahabbette galeyana gelip
Hayrü'l-beşer Resulullah'ın (sav) ashabına da söver, böylelikle de ashabın,
tabiinin, selef-i salihinin yolunu dahi terk edip gider, bunun adına:
– Rafızi... denir.
Ehl-i sünnet, Hazret-i Ali'nin (ra) sevgisinde, rafızilerin ve haricilerin
tuttuğu ifrattan ve tefritten uzak olarak, orta hallidirler. Hiç şüphe edilmeye
ki, hak ortadadır, ifrat ve tefrit iki mezmum şeydir. Bu mânadan olarak, İmam-ı
Ahmed b.Hanbel, Hazret-i Ali'den (ra) naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle
buyurduğunu anlattı:
"Sende İsa'dan yana bir benzerlik var. Yahudiler ona düşmanlık edip anasına
bühtan attılar. Nasara dahi onu sevip kendisinde olmayan bir menzile
oturttular."
Yani Hazret-i İsa'ya:
– Allah'ın oğludur, dediler. , Bu mânadan olarak, o iki zümre için Hazret-i Ali
(ra) şöyle dedi:
-Her iki müfrit dahi helake vardı. O kadar ki, beni sevenler, bende olmayanı
bende sabit gördü Diğeri dahi bana düşman oldu; bu düşmanlıkla bana iftira etti.
Hazret-i Ali (ra) bu cümlesi ile, haricilerin durumunu Yahudilere benzetti;
rafızileri dahi, Nasaraya... Onlar bu durumları ile, hak olan ortanın bir yanına
düştüler.
Hazret-i Ali'yi (ra) sevenleri ehl-i sünnetten saymayıp da onu sevmeyi
rafızilere has bilen ne kadar cahildir, hayret! Hazret-i Ali'yi sevmek, rafızi
alâmeti değildir; asıl rafızi alâmeti odur ki: Üç halifeden teberri edile..
Ashab-ı kiramdan teberri etmek ise, mezmum olup öyle yapan dahi ayıplanır.
Bu mânada, İmam-ı Şafii'den şöyle bir şiir vardır.
Al-i Muhammed'i sevense rafızi
Şahid olsun ins ü cin benim rafızi.
Bu şiirle anlatılmak istenen şudur: Ali-i Muhammed'i sevmek, rafızilik değildir.
Yani: Bazılarının sandığı gibi... Her ne kadar, bu sevgi için:
– Rafızilik... demiş olsalar da, mezmum olan rafızilik değildir.
Zira, rafıziliğin kötülüğü ancak şu mânadan gelmektedir ki, diğerlerinden
teberri edilip anlatılır. Ama onları sevmek cihetinden değil. Yani Al-i
Muhammed'i sevmek...
Üstte anlatılan mânadan ötürü Resulullah'ın (sav) ehl-i beytini sevenler, ehl-i
sünnet vel-cemaattan olmaktadır. Ki bunlar: Hakikatta ehl-i beyt şiasıdır.
Şayet ehl-i beyte mahabbet davası güdenler, kendilerini dahi onların şiasından
sayanlar, eğer mahabbetlerini ehl-i beyte kısıtlamayıp diğerlerinden teberri
etmeden Resulullah'ın bütün ashabına tam mânası ile tazim ve tevkir edecek
olsalardı ve onların arasında geçenleri daha iyiye yormuş olsalardı bunlar dahi
ehl-i sünnete dahil olmak sureti ile harici olmaktan ve rafızilikten çıkarlardı.
Çünkü:
Ehl-i beyte mahabbetin olmayışı, hancılıktır.
Ashabdan teberri etmek, rafıziliktir.
Bütün ashaba saygılı olarak ehl-i beyti sevmek ise, sünnettir.
Hulasa Sünni olmanın binası, Resulullah (sav) Efendimizin ashabını sevmektir.
İnsaf sahibi akıllı kimse odur ki: Ehl-i beyti sevmesine binaen ashab-ı kirama
buğuz etmeye... Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine uyarak, onların tümünü
seve... Zira bu mânada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
– "Bir kimse onları severse, beni
sevdiği için sever, onlara buğzeden dahi bana buğzettiği için buğzeder."
***
Biz, tekrar esas sözümüze dönelim. Deriz ki:
– Ehl-i sünnet vel-cemaatta, ehl-i beyt mahabbetinin olmayışı, nasıl
zannedilebilir? Halbuki bunlar katında onlara mahabbet duymak, imanın bir
parçası durumundadır. Yine onlar katında, son nefesin selâmetle verilmesi
bunlara karşı beslenen sevginin kalbe yerleşmesine bağlıdır.
Bu Fakir'in muhterem pederi, pek çok zamanlarda, ehl-i beyt sevgisine rağbet
ettirirdi. Kendisi dahi, zahir ve batın ilmini bilirdi. Bu mânada derdi ki:
– Son nefesin selâmetle kapanmasında, ehl-i beyte olan muhabbetin büyük dahli
vardır. Yerinde olur ki, bu hususta tam mânası ile riâyet edile.
Bu Fakir, onun ölümle sonuçlanan hastalığında yanında hazır idim. Az da olsa, bu
aleme karşı bir şuuru vardır. O vakit bu kelâmını anlatıp o muhabbetin
açıklanmasını istedim; o halet içinde şöyle dedi:
– Ben, ehl-i sünnet ehl-i beyt muhabbetine dalmışım. Böylece, yüce Hakkın
şükrünü eda ediyorum. Ehl-i beytin muhabbeti, ehl-i sünnetin sermayesidir.
Ne var ki, muhalifler, bu mânadan yana gaflet içindedirler. Onları orta halli
sevmeyi bilmemektedirler. Kendileri için, ifrat tarafını tercih edip bunun
ötesine de tefriti (sevgisizliği) sanarak, haricilik hükmü verdiler. Bunu da
haricilerin mezhebi sandılar.
Bunlar bilmezler ki, ifrat ve tefrit arasında bir orta sınır vardır; bu da,
hakkın merkezi ve doğruluğun yeridir. Bu durum dahi, ehl-i sünnet vel-cemaata
nasib olmuştur. Allahu Taala, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
Asıl şaşılacak bir durum vardır ki; o da şudur: Ehl-i sünnet olanlar o
kimselerdir ki, haricileri katletmişler ve ehl-i beyt düşmanlarını da kökünden
temizlemişlerdi. Bu vakitte dahi, rafıziliğin ne ismi vardı; ne de resmi.
Olanlar olsa da, yok hükmünde idiler.
Bunlar kendi fasit inançlarına göre, ehl-i beyti sevenleri rafızi tasavvur
ettiler. Ehl-i sünneti dahi bu alâkadan dolayı, rafızi olarak hayal ettiler.
Bu ne şaşırtıcı bir muameledir ki, ifrat derecede muhabbet olmayışından dolayı,
ehl-ı sünneti bazan haricilerden sayarlar; bazan da onlarda muhabbetin kendisi
olduğu için rafızi sayarlar.
Yine bunları, cehaletlerinden ötürü görürsün ki: Muhammed'e sevgi izhar eden
ehl-i sünnetten büyük velileri kendi zanlarına göre rafızilerden sayarlar.
Diğer üç halifeye tazim edip saygılı olmaya teşvik eden ve ifrat derecede
muhabbetten dahi men eden pek çok büyük ehl-i sünnet alimlerini dahi harici
sanırlar.
Ah! Bin kere ah! Bilhassa bu münasebet almayan cür'etlerinden dolayı.
Mahabbetin ifratından ve tefritinden Allahu Taala bizi korusun...
Mahabbetin ifratından dolayıdır ki, mahabbetin tahakkuku için, üç halifeden
teberriyi şart koştular. Hatta diğerlerinden de... İnsaf gerek. O mahabbetin
mânası nedir ki, husulü için, Resuluilah'ın (sav) naiplerinden ve yerine
kaimmakam olanlardan teberri şart olur? Hatta o Hayrü'l-beşer'in (sav) ashabına
sövülüp taan dahi o mahabbetin şartı olur? Allah onların tümünden razı olsun.
Onlara göre, ehl-i sünnet olanların günahı o ki: Ehl-i beytin mahabbeti ile
ashabın tümüne saygı göstermeyi birleştirmişlerdir; ikisini bir arada
görmüşlerdir. O kadar ki: Onlardan hiçbirini, aralarında münazaaların olmasına
rağmen, kötülükle anlatmazlar. Onları beşeri saplantılardan ve nefsani
arzulardan tenzih ederler. Yani aralarında geçen işlerden dolayı. Bunu da,
Resulullah'ın sohbetine tazim için yapar; onun ashabına ikram babında yerinde
görürler. Durum böyle olmasına rağmen, haklıya haklı; batıla da batıl olduğunu
söylerler. Ama, bu batıl olma durumunu, heva ü hevesten tenzih edip görüşe ve
içtihada havale ederler.
Rafıziler ehl-i sünnet vel-cemaât olanlardan ancak şu şartlar altında razı
olurlar:
a) Kendileri gibi, sair ashab-ı kiramdan teberri edecekler.
b) Kendileri gibi, bu büyüklere kötü zanda bulunacaklar. Nitekim, haricilerin
rızası dahi şunlara bağlıdır:
a) Ehl-i beyte düşmanlık güdülecek.
b) Al-i Muhammed'e dahi buğuz edilecek.
Resulullah Efendimize salâtlar ve selâmlar. Ashabın, dahi hepsinden Allah razı
olsun.
Bir ayet-i kerime meali:
–
"Rabbimiz, bize
hidayet eyledikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Bize, katından rahmet hibe
eyle; zira sen hibesi en çok olansın."(3/8)
***
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet vel-cemaat büyükleri
katında, birbirleri ile münazaa vaktinde, Resulullah (sav) Efendimizin ashabı üç
fırkaya ayrılmıştır:
a) Delil ve içtihad ile, haklı oluşun Hazret-i Ali tarafından olduğunu bilmiş
olanlar.
b) Delil ve içtihad ile, hakkı olmanın diğer tarafta olduğunu görmüşlerdir.
c) Çekimser duranlardır. Bunlar, delil ile hiçbir tarafı tercih etmemişlerdir.
Üstte anlatılan mânadan ötürü,
içtihadları iktizasına göre, Hazret-i Ali (ra) tarafına birinci taife için
yardım gerekli oldu.
İkinci taifeye ise, içtihadlarının müeddi olduğu mânada, diğer tarafa yardım
etmeleri gerekli oldu.
Üçüncü taifeye ise, durmak gerekli oldu. Bunlar hakkında, birinden birini tercih
etmek hata oldu.
Durum anlatıldığı gibi olunca, her fırka, kendi içtihadına göre amel edip
kendilerine vacib olan ve uhdelerine düşen ile amel etti. Bu mânadan ötürü,
onlar hakkında ayıplamanın ne yeri olur? Onlara taan etmek nasıl yakışık alır?
Bu hususta İmam-ı Şafii'nin şöyle dediği anlatılmıştır:
– O bir kandı, Allahu Teala, ellerimizi ondan temiz bıraktı; biz de dilimizi
ondan yana temiz tutalım.
Aynı mâna, Ömer b.Abdülaziz'den de anlatıldı. Allah onlardan razı olsun.
Üstte anlatılan ibareden de anlaşılıyor ki, bir tarafın haklı olduğu, diğer
tarafın dahi hatalı olduğu üzere dudak oynatmak, onların her birini, hayrın
dışında bir mâna ile anlatmak dahi yerinde değildir.
Resulullah (sav) Efendimizin bir hadis-i şerifinde bu mânayı şöyle anlattı:
– "Ashabım anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz."
Bunun açık mânası şudur:
– Ashabım, aralarındaki münazaa dolayısı ile veya başka bir hususta anlatıldığı
zaman, kendinizi tutunuz; bir tarafı, diğer taraf üzerine tercih etmeyiniz.
Lâkin, ehl-i sünnet uleması topluluğu, kendilerine delillerle zahir olan mânadan
ötürü hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafından olduğuna; muhaliflerinin dahi, hata
yoluna girdiklerine zahib olmuşlardır. Ne var ki, burada anlatılan hata,
içtihada dayalı bir hata olduğundan, levm etmekten ve taanda bulunmaktan uzak
olmaktadır. Tahkirden tenzih edilip ayıplamaktan dahi beri kılınmıştır.
Hazret-i Ali'nin (ra) şöyle dediği nakledilmiştir:
– Kardeşlerimiz bize asıl geldiler; ama onlar ve küffardır, ne de fasıklar.
Zira, kendilerinden küfrü ve fışkı atacak tevilleri vardır.
***
Gerek ehl-i sünnet, gerekse rafıziler; her ikisi de, Hazret-i Ali'ye (ra) karşı
savaşanları hatalı bulup hakkın, onun tarafında olduğunu söylerler. Ne var ki,
ehl-i sünnet, tevilden naşi:
– Hata...
Lâfzı üzerine fazla bir şey ıtlak etmezler. Yani Hazret-i Ali'ye (ra) karşı
savaşanlar için onlara taan edip ayıplamaktan dillerini tutarlar. Bu babda,
Hayrü'l-Beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti hakkına riayet ederler;
ona salât ve selâm olsun. Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ashabım hakkında, benden sonra garaz tutmayınız."
Yani ashabımı ayıplayıp onlara kin, garaz bağlamaktan sakının; bu mânada
Allah'tan korkun. Zira, bu cümlede geçen, lâfza-i celâli, işin ehemmiyetine
göre, tekid için kullanılmıştır.
Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
– "Ashabım yıldızlar gibidir;
hangisine uysanız, hidayete erersiniz."
Ashab-ı kirama tazim ve onlara karşı saygılı olmak babında çokça hadis-i şerif
varid olmuştur. Bu mânadan ötürü, onların tümüne karşı izzet ikram göstermek
yerinde olur. Onlann yanılmalarını dahi, iyiye yormak lâzımdır. Bu meselede,
ehl-i sünnetin yolu budur.
Rafizilere gelince... bu babda galeyana gelmektedirler. Hatta o kadar ileri
gitmektedirler ki, Hazret-i Ali (ra) ile savaşanların küfrüne hükmetmektedirler.
Onlar hakkında çeşitli taan edip ayıplamanın çeşitli sözlerini kullanarak,
dillerini kirletmektedirler.
Eğer gaye, hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafında olduğunun zuhuru, ona karşı
savaşanların hatalarını da izhar ise, bu hususta ehl-i sünnetin tercih ettiği
yol yeterlidir; itidal üzeredir.
Din büyüklerine taanda bulunmak, dinden ve diyanetten uzaktır. Nitekim,
rafıziler bu yolu tutmuşlardır. Sanmışlardır ki, Resûlullah'ın ashabına kötü
söylemek, dinleri ve imanlarıdır. O ne kötü bir dindir ki; onun en büyük parçası
Resûlullah'ın (sav) naiplerine sövüp onun halifelerine kötü söz etmektir.
Bid'at ehli taifeden her biri, bir bid'at yolunu tutup onunla ehl-i sünnetten
ayrıldı. Ne var ki, harici ve rafızi fırkaları, onların tümü arasında haktan ve
doğrudan en uzak olanıdır. Cidden durum budur. Din büyüklerine sövüp lanet
okumak, onların imanlarının en büyük parçası olunca, onların haktan yana nasıl
nasibi olabilir?
Rafıziler, on iki fırkaya ayrılmıştır. Bütün bu fırkalar, Resulullah (sav)
Efendimizin ashabına küfür eder ve Hulefa-i Raşidin'e sövmeyi dahi kendilerine
göre ibadet(!) olarak itikad ederler. Ve bu cemaat, kendilerine:
– Rafızi, isminin verilmesinden sakınırlar ve inanırlar ki, rafıziler
kendilerinden başkasıdır. Şu mânadan ötürü ki: Hadis-i şeriflerde, rafıziler
hakkında, çok şiddetli tehditler vardır.
Keşke onlar; rafızilik sözünün mânasından sakınıp Resûlullah'ın (sav) ashabından
teberri etmekten dahi sakınmış olsalardı.
Hindistan beldelerinin Hanud'u, yani Mecusileri dahi, kendilerine:
– Hanud, ismini verip küfürden sakınırlar ve kendilerini küffardan saymazlar.
Sanırlar ki: Dar-ı harpte olanlar küffardır. Bu anlayışta da yanılırlar. Çünkü
her iki sınıf da, küfrün hakikati ile tahakkuk etmiştir.
Bunlar, Resûlullah'ın (sav) ehl-i beytini de kendileri gibi sanmışlardır. Onları
da hayal etmişlerdir ki, Hazret-i Ebu Bekir'e (ra) Hazret-i Ömer'e (ra)
düşmandırlar. Yine bu taife ehl-i beytin ileri gelenlerine iki yüzlülük hükmü
verip onları münafık sanırlar; aldatmacı olarak kabul ederler. Yine sanırlar ki
Hazret-i Ali (ra) Hutefa-i Raşidin ile otuz sene, münafık arkadaşlığı gibi,
tü'kat hükmü ile arkadaşlık etti. Hakları olmadan yersiz olarak, onlara tazim
edip saygı gösterdi. Bu ne biçim muameledir ve ne biçim cemilekârlıktır!...
Eğer Resûlullah'ın (sav) ehl-i beytine muhabbet, Resulullah'a mahabbet sebebi
ile olmakta ise, yerinde olur ki, Resûlullah'ın (sav) düşmanlarına dahi, aynı
şekilde düşman olalar. Onlara dahi, ehl-i beyt düşmanlarına sövmekten daha çok
sövüp lanet edeler. Halbuki, bu taifenin hiçbirinden, Ebu Cehil'e sövüp lanet
eden duyulmamıştır. Halbuki o, Resûlullah'ın en şiddetli düşmanlarından idi.
Resulullah'a (sav) dahi, her çeşit ezayı ve cefayı yapmıştır. Durum böyle
olmasına rağmen, onların hiçbiri, Ebu Cehil'in kötülüğünü anlatma babında dilini
oynatmamıştır.
Hazret-i Ebu Bekir'e gelince, erkekler arasında, Resulullah (sav) Efendimize en
sevgili olanıdır. Kendi bozuk kanatlarına göre, onu da, ehl-i beyte düşman bilip
ona sövüp taan etmekle dillerini uzatırlar. Kendisi ile münasebeti olmayan
işleri ona bağlarlar. Bu nasıl dindir ve nasıl diyanettir!..
Allah saklasın... Takdir eylemesin ki, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer ve
sair ashab-ı kiram Resûlullah'ın (sav) ehli beytine düşman olalar. Allah
onlardan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimizin âline buğzedip adavet
besleyeler.
Keşke bu insaf libasından soyunanlar, ashab-ı kiramın büyüklerinin ismini
söylemeden ehl-i beyt düşmanlarına sövselerdi ve din ulularına kötü zan izhar
etmeselerdi; o zaman, bu hususta ehl-i sünnet ile aralarında muhalefet kalmaz,
kalkardı. Zira, ehl-i sünnet dahi ehl-i beyt düşmanlarına adavet ederler. Onları
taan ederek ayıplarlar.
Ehl-i sünnetin iyilikleri arasındadır ki, küfrün her çeşidine girip o hali ile
müptelâ olan belli bir şahsın dahi küfrüne kail olup da; cehennemlik olduğunu
söylemezler. İşin sonunda tevbe edip İslâm dinine girme ihtimali olduğundan, ona
lanet edilmesine dahi cevaz vermezler.
Onların...
– Lanet, sözü edilmesine verdikleri cevaz, bir şahıs tayini edilmeden mutlak
olarak umum kâfirler üzerinedir. Bilhassa, kesin delille, son nefesini kötü
olarak verdiği bilinmeyen bir kimseye öyle bir lanet edilmesine asla cevaz
vermezler.
Rafizilere gelince... hiç sakınmadan, Hazret-i Ebu Bekir'e (ra) ve Hazret-i
Ömer'e (ra) lanet okumakta ve ashabın ileri gelenlerine dahi sövüp taan
etmektedirler. Hem de, hiç aldırış edip korku duymadan... Allahu Teala, onları
doğru yola hidayet eylesin.
Bu bahiste, ehl-i sünnet ile, onların muhalifleri arasında büyük bir ihtilâf
vardır. Bu dahi, iki makamda olmaktadır. Şöyle ki:
BİRİNCİ MAKAM
Ehl-i sünnet, dört halifenin de hilâfetinin hak olduğuna kaildirler. Bu dört
halifeden her biri için derler ki:
– Hakkı ile halifedir.
Şu mânadan ötürü ki; mugayyebattan haber yolu ile, bu babda hadis-i şerif varid
olmuştur ve şudur "Benden
sonra hilâfet otuz senedir."
Anlatılan bu müddet dahi Hazret-i Ali'nin (ra) hilâfeti ile sona erip tamam
olmuştur.
Bu hilâfet tertibi dahi hak üzeredir.
Ehl-i sünnet muhaliflerine gelince... üç halifenin haklı hilâfetini kabul
etmeyip inkâr ederler; onların hilâfetini dahi, zorbalığa ve tağallübe
bağlarlar. Hazret-i Ali'den (ra) başkasını hak üzere imam olduğuna itikad
etmezler.
Bu üç halifeye Hazret-i Ali'den (ra) gelen biati dahi, iki yüzlülüğe
hamlederler. Ashab-ı kiram arasındaki arkadaşlığı dahi, nifak olarak kabul
ederler. Aralarındaki mudarayı dahi hilekârlık, kandırmacılık tasavvur ederler.
Çünkü, bunların fasit inançlarına göre, Hazret-i Ali'nin (ra) muvafıkları, onun
muhalifleri ile, iki yüzlülük hükmünce münafık arkadaşlığı etmiştir. Dilleri
ile, izhar ettikleri kalblerindekinin aksidir.
Bu taifenin kanaatına göre; Hazret-i Ali'nin (ra) muhalif tarafı, kendisinin ve
kendisine muvafakat edenlerin düşmanıdır. Hazret-i Ali'nin (ra) ashabı dahi,
nifak yollu olarak öbürlerinin ahbabıdır. Dostluk suretinde düşmanlık izhar
etmişlerdir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; Resulullah (sav) Efendimizin bütün ashabı,
bunların bozuk inançlarına göre münafık idi; hilekâr ve aldatmacı idi. Dış
durumları ile, içlerinde sakladıklarının aksini izhar ederlerdi. Böylelikle bu
ümmetin şerlileri(!) bu firaka göre ashab-ı kiramdır. Yine bunlara göre,
sohbetlerin en şerlisi ve kötüsü de, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin
sohbetidir. Zira, onlara göre, böyle olan ahlâk-ı zemime ondan gelmiştir. Yine,
asırların dahi, en şereflisi, ashab-ı kiramın bulunduğu asırdır. Zira, onlara
göre o devir; nifak, adavet, buğuz ve hasedle doludur. Halbuki, Allahu Teala,
ashab-ı kiram için, Kur'an-ı Mecid'inde şöyle buyurdu:
– "...kendi aralarında
merhametlidirler."
Allahu Teala, onların kötü itikadlarından bizleri korusun.
Bu taifenin anlattığına göre, eğer bu ümmetin sabıkları anlatıldığı gibi, kötü
ahlâkla muttasıf idiyse, onlara sonradan katılanlarda nasıl hayır bulunur?
Bu taife, Kur'an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerinde gelen; Resulullah (sav)
Efendimizin sohbetinin fazlına, ashab-ı kiramın dahi faziletine, bu ümmetin dahi
hayırlı ümmet olduğuna dair mânaları hiç görmemişlerdir. Yahut onu görmüşler
velâkin, ona inanıp tasdik etmemişlerdir.
Halbuki, Kur'an ve hadis, ancak ashab-ı kiramın tebliği ile bize ulaşmıştır.
Ashab-ı kirama taan edilince durum nasıl olur? Onların sebebi ve onların yolu
ile, Kur'an dahi zaruri olarak taana uğramış olur. Böyle bir mânadan dolayı
Allah'a sığınırız.
Üstte anlatılan mânalar açısından bakılınca, her halde bu zümrenin kasdı dini
iptal edip Resulullah (sav) Efendimizin şeriatını inkâr etmektir. Dış. surette,
ehl-i beyte mahabbet izhar edip hakikatte onun şeriatını iptala çalışırlar.
Keşke bunlar, Hazret-i Ali'yi ve onun taraftarlarım hallerine bıraksalardı da,
onları mekir ve nifak ehlinin damgası olan iki yüzlü olmakla damgalamasalardı.
Yine onların anlattıklarına bakılarak; Hazret-i Ali'nin (ra) taraftarlarında ve
muhaliflerinde ne gibi bir hayır olabilir ki? Onlar birbirleri ile, tam otuz
sene münafık olarak arkadaşlık etmişlerdir. Hile ve aldatmaca ile birbirleri
için geçinmişlerdir. Şimdi bunlara nasıl itimad edilir!..
Yine bu zümre, ashaptan bu Hüreyre'ye (ra) taan ederler. Ama, bilmezler ki, ona
taan etmekle şer'i hükümlerin yansına taan etmek vardır. Bu mânadan olarak,
muhakkikin ulema şöyle demiştir:
– Dini hükümlere dair üç bin hadis-i şerif gelmiştir.
Yani sünnet olarak, seri hükümlerden üç bin hüküm tesbit edilmiştir.
Ve bu hükümlerin bin beş yüzü, Ebu Hüreyre'nin rivayeti ile tesbit edilmiştir.
Üstte anlatılana göre, Ebu Hüreyre'ye (ra) taan etmek, şer'i hükümlerin yansına
taan etmektir.
Bu hususta, İmam-ı Buhari şöyle anlattı:
– Ebu Hüreyre'nin ravileri ashab-ı kiramdan ve tabiin-i izamdan sekiz yüzü (veya
altı yüzü) geçer. Bunlardan bir tanesi de İbn-i Abbas olup İbn-İ Ömer dahi ondan
rivayet etmiştir. Enes b.Malik ve Cabir b. Abdillah dahi onun ravileri
arasındadır. Allah onlardan razı olsun.
Ebu Hüreyre'ye taan yolunda, Hazret-i Ali'den (ra) nakledilen hadis iftira yollu
bir hadistir. Nitekim bunu, ulema tahkik etmiştir.
Resulullah (sav) Efendimizin Ebu Hüreyre'ye (ra) fehimli olması yolundaki duası
dahi, ulema arasında bilinen bir şeydir. Ebu Hüreyre (ra) bizzat kendisi bunu
şöyle anlatmıştır:
-Resulullah (sav) Efendimizin bir meclisinde hazır idim. Şöyle buyurdu:
– "Sizden kim ridasını yayar ki, ona
makalemi feyiz olarak bırakayım da; onu kendisine sardıktan sonra, bir daha
onları unutmaz."
Bunun üzerine üzerimde bulunan örtüyü yaydım; Resulullah (sav) Efendimiz feyiz
makalesini ona bıraktıktan sonra, alıp göğsüme bastırdım. Bundan sonra da hiçbir
şey unutmadım.
Din büyüklerinden bir şahsı, sırf bir zanla Hazret-i Ali'nin (ra) düşmanı bilmek
ve ona sövmeye, taan ve lanet etmeye cevaz vermek insaftan uzaktır.
Bütün bu anlatılanlar, ifrat derecede olan muhabbetin afetlerindendir. O
dereceye vardılar ki, neredeyse boyunlarını iman bağından sıyıracaklar.
Bir an, faraza Hazret-i Ali (ra) için, ikiyüzlü olmak cevazına varılsın. O
halde, Hazret-i Ebi Bekir ve Hazret-i Ömer hakkında daha faziletli olduklarını
anlatan tevatüren kendisinden nakledilen rivayetlerine ne derler?
Tıpkı bunun gibi, hilâfeti zamanında ve memleket idaresi altında iken, üç
halifenin haklı olduklarına dair kendisinden sudur eden kelâma ne derler?
İkiyüzlülük, ancak şunun için kullanılır ki: Kendi hilâfet hakkını gizleyip üç
halifenin dahi hilâfetinin batıl olduğunu da izhar etmeye. Amma, üç halifenin
hilafette haklı olduklarını izhar edip Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in
daha faziletli olduklarını beyan etmek, kendi başına bir iş olup ikiyüzlülüğün
ötesindedir. Doğru sözlü olmaya ve iyiye yormaktan başka yanı yoktur. Bu mâna,
ikiyüzlülükle kaldırılacak gibi değildir.
Şu da bir gerçektir ki, üç halife ve diğerlerinin faziletleri hakkında çok
hadis-i şerif gelmiştir. Bunlar meşhur olup mânada tevatür haddine gelmiştir.
Hatta, bunlardan bir cemaat, cennetle müjdeli olmuştur. Bu hadis-i şerifler için
ne diyebilirler? Çünkü, ikiyüzlü olmak, peygamberlere caiz değildir. Zira,
enbiyaya tebliğ gereklidir. Onlara salât ve selâm olsun. Kaldı ki, bu hususta,
Kur'an ayetleri dahi nazil olmuştur; onlar ise, ikiyüzlülük tasavvur edilemez.
Allahu Teala, onlara insaf versin.
Sonra...
Akıllı olanlar katında malum bir durum vardır ki, şudur İkiyüzlü olmak
korkaklıktan gelir. Böyle bir sıfatın dahi Allah'ın Arslanı Hazret-i Ali'ye
bağlanması münasebetsiz bir şey olur. Beşeriyet hükmüne göre, böyle ikiyüzlü
olma durumuna, bir iki saat veya bir iki gün cevaz verilse yeri olur. Amma,
Allah'ın Arslanı için böyle bir sıfatı otuz sene kadar sabit görmek, bu müddet
içinde de ikiyüzlü olmakta ısrar ettiğine kail olmak, cidden kötü bir şeydir.
Halbuki ulema şöyle demiştir:
– Küçük günahlar üzerinde ısrarla devam edip durmak büyük günahtır.
Bu mâna açısından bakılınca, şikak ve nifak erbabının sıfatlarından bir sıfat
üzerine ısrar edip devamlı durmak için ne hüküm vardır? N'olurdu, keşke bu işin
ne kadar çirkin olduğunu anlayabilselerdi?
Bunlar, Hazret-i Ebu Bekir'in (ra) ve Hazret-i Ömer'in (ra) önde olmasına şunun
için razı olmayıp kaçtılar: Zira Hazret-i Ali (ra) küçük düşüp ihanete
uğramaktadır. Yani kendi fasit zanlarına göre.
Üstte anlatılan mâna dolayısı ile de, Hazret-i Ali (ra) için ikiyüzlü olmanın
isbatını tercih ettiler. Ne var ki, bu sıfatın şenaatini anlayamadılar. Eğer
onun şenaatına karşı anlayışları olsaydı; iki işin daha hafifini tercih
ederlerdi.
Bu mânada derim ki:
– Hazret-i Ebu Bekir'i (ra) ve Hazret-i Ömer'i (ra) önde görmekte Hazret-i Ali
(ra) için bir küçüklük yoktur. Zira onun hilâfet hakkı olduğu üzere bakidir.
Velayet derecesi, hidayet rütbesi, irşad menzilesi dahi olduğu üzere yine
bakidir. Amma, onun ikiyüzlü olma isbatında onun için bir noksan ve ihanet
vardır. Zira bu sıfat, nifak erbabının hususiyetleri arasındadır. Mekir ve hile
erbabının ayrılmaz vasıfları arasında sayılır.
***
İKİNCİ MAKAM
Bu kısım, ashab-ı kiram arasında geçen meselelere ayrılmıştır.
Şöyle ki:
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Ehl-i sünnet vel-cemaat,
hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabı arasında geçenleri ve
aralarındaki münazaaları iyiye yormuşlardır. Bu işleri de, nefsani arzudan ve
batıla saplantıdan uzak kabul edilmişlerdir. Zira, Resulullah (sav) Efendimizin
sohbetinde; onların nefisleri pak olmuştur. Gönül sahaları dahi, düşmanlıktan,
çekemez olmaktan, hasetten yana temizlenmiştir.
Bu babda netice söz şudur Madem ki, onlardan her birinin kendine has görüşü ve
içtihadı vardın her müçtehide dahi ictihadi uyarınca amel etmek vaciptir; artık
değişik görüşler sebebi ile zaruri olarak, bazı işlere dair aralarında bir
müşacere ve muhalefet lâzım gelmiştir.
Onlardan her birinin, kendi görüşüne uyması doğrudur. Bu mânadan ötürü onların
muhalefetleri, muvafakatları gibidir. Zira hak içindir; nefsani heva ve heves,
nefs-i emmareye ittiba için değildir.
Hazret-i Ali'nin muhaliflerini, rafıziler tekfir etmektedirler; bunlar hakkında
çeşitli şenaatin yapılmasına ve taan edilmesinin her türlüsüne cevaz
vermektedirler.
Biraz duralım.
İçtihada kalan işlerin bazılarında; Resulullah (sav) Efendimizin hükmüne dahi
ashabın muhaletleri kötü olmamıştır; bunun için de, ayıplanmamışlardır. O zaman
vahyin nüzulü devam etmesine rağmen, bu işten onları almak babında bir mâna
çıkmamıştır.
Şimdi gelelim işin özüne:
Nasıl olur da, içtihada dayalı bazı işlerde, Hazret-i Ali'ye muhalif olanlar
kâfir olur? Ona muhalif davrananlar dahi, ne sebeple, taana uğrayıp
ayıplanırlar? Böyle bir şey nasıl olur ki, muhaliflerin pek çoğu ehl-i İslâm'dan
idi; sahabe-i kiramın ileri gelenlerinden idi. Hatta onların bazıları, cennetle
müjdeli idi. Mana böyle olunca, onları tekfir etmek, öyle kolay bir iş değildir.
Bir ayet-i kerime meali:
–
"Ağızlarından çıkan öyle bir kelime ki, çok büyük."
(18/5)
Zira, kendilerine taan edilip kalan muhalifler o kadar çoktur ki, dinin ve
şeriatın yarısına yakın bir kısmı onlar tarafından tebliğ edilmiştir. Bunlara
taan edilince, dinin yansından itimad kalkar.
Sonra, bunlar nasıl taana hedef edilir ki: Bunlardan hiçbirinden, hiç kimse,
gelen rivayeti reddetmemiştir. Ne Hazret-i Ali, ne de diğerleri. Allah onlardan
razı olsun.
Sahih-i Buhari ki, Allahu Teala'nın kitabından sonra, kitapların en sahihidir;
bu durumu şia dahi tasdik etmiştir. Bu Fakir, şianın en ileri gelenlerinden
Ahmed Tibeti'nin şöyle dediğini dinlemiştir:
– Buhari kitabı, Allah'ın kitabından sonra, kitapların en sahihidir.
Bu eserde, Hazret-i Ali'ye muvafakat edenlerin rivayetleri olduğu gibi, ona
muhalefet edenlerin dahi rivayetleri vardır. Burada muvafakat ve muhalefete
binaen bir tercih yapılmamıştır. Bu eserde Hazret-i Ali'den (ra)
rivayet edildiği gibi, Muaviye'den (ra) dahi rivayet edilmiştir. Eğer onun
rivayetinde taan şaibesi olmuş olsaydı; asla rivayetini kitabına derc etmezdi.
Bundan başka, hadis tenkidçileri dahi, hadis-i şerif rivayetlerinde, muhalefeti,
taan menşei olarak almamışlardır. Böyle bir tefrik yapılmamıştır. Şu hususun da
bilinmesi yerinde olur ki bütün işlerde, Hazret-i Ali'nin (ra) haklı olması
gerekmez. Böyle bir kat'iyet yoktur. Keza, muhaliflerinin dahi tüm işlerde
hatalı olmaları gerekmez, isterse muharebe işinde, hak Hazret-i Ali (ra)
tarafından olsun. Zira, tabiinden birinci asrın uleması ve müçtehid imamlar,
ondan başkasının çoğu meselelerde yolunu da tercih etmişlerdir. Bilhassa
ihtilaflı hükümlerin çoğunda; Hazret-i Ali'nin yoluna göre hüküm vermemişlerdir.
Eğer hak, tamamen onun tarafına kaymış olsaydı; onun hilâfına hüküm vermezlerdi.
Kazi Şüreyh tabiindendi; içtihad sahibi idi. Hazret-i Ali'nin (ra) mezhebi ile
hükmetmedi. Nübüvvete mensubiyeti dolayısı ile, Hazret-i Ali'nin oğlu Hüseyin'in
şehadetini makbul saymadı. Allah onlardan razı olsun. Müçtehidler dahi,
Şüreyh'in kavline göre amel edip onun yolunu tuttular; oğulun, babası için
yapacağı şehadete cevaz vermediler.
Hazret-i Ali'nin (ra) görüşüne muhalif olan diğer meselelerde tercih edilen kavi
çoktur. Bu mâna, mütebbi ve musanniflere gizli değildir. Tafsil edilmesi uzun
olur.
Durum üstte anlatıldığı gibi olunca, Hazret-i Ali'ye (ra) muhalefette itiraza
yer yoktur. Onun muhalifleri dahi taana uğrayıp ayıplanan kimseler olamazlar.
HAZRET-İ AİŞE (Allah
ondan razı olsun).
Hazret-i Aişe'ye gelelim. Alemlerin Rabbı Allah Sevgilisinin sevgilisi idi. Taa,
bu alemden intikal edinceye kadar, onca makbul ve manzur olmuştur. Resulullah
(sav) Efendimiz, vefatı ile sonuçlanan hastalığında, onun hücresinde kalmıştır.
Mübarek ruhu da onun hücresinde iken kabzolundu. Bu anda, onun göğsünde idi.
Defni dahi, onun pak hücresine yapıldı. Bütün bu şereflerle beraber, kendisi
bilgin ve içtihad ehli idi. Allah ondan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimiz,
dinin bir parçasını ona havale etmişti. Müşkillerin halli işinde ashab-ı kiram,
ona müracaat ederdi. Muğlak meselelerin hallini onun vasıtası ile bulurlardı.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, böyle Sıddıka Müctehide birine, Hazret-i
Ali'ye (ra) muhalefeti sebebi ile taan edip ona lâyık olmayan şeyleri
yakıştırmaya çalışmak cidden münasebetsiz bir iştir. Resulullah (sav) Efendimize
imandan dahi uzaktır.
Eğer Hazret-i Ali (ra), Resulullah (sav) Efendimizin damadı ve onun amcası oğlu
ise, Hazret-i Aişe-i Sıddıka dahi onun pak zevcesi ve makbul sevgilisi idi.
Resulullah (sav) Efendimize ve bütün ehl-i beytine salât ve selâm.
Bundan evvel, senelerce, Fakir'in âdeti şöyle idi: Bir yemek piştiği zaman,
ondan bir hisseyi, Resulullah (sav) Efendimizin âl-i abası olan Hazret-i Ali,
Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'in ruhaniyetlerine mahsus
kılardım. Allah onların hepsinden razı olsun.
Sonradan, Resulullah (sav) Efendimizi rüyada gördüm; kendisine selâm verdim;
fakat o, bana teveccüh ötmedi. Bir başka yana teveccüh etti. Bu sırada Fakir'e
şöyle dedi:
– Ben, yemeği, Aişe'nin evinde yerim. Her kim yemek gönderecek ise, Aişe'nin
evine göndersin.
Bunun üzerine, Fakir'e yakin hasıl oldu ki; onun mübarek teveccühünün olmayışı,
Fakir'in Hazret-i Aişe'ye yemeğe ortak etmeyişimdir. Bundan sonra, Hazret-i Aişe
başta olmak üzere, bütün ezvac-ı tahiratı ehl-i beytten hemen hepsini o yemeğe
ortak eyledim. Tevessülümü dahi, ehl-i beytin tümüne yapar oldum. Halbuki
Resulullah (sav) Efendimize, Hazret-i Aişe cihetinden gelen eza ve cefa,
Hazret-i Ali (ra) cihetinden gelen eza ve cefadan daha çoktur. Bu mâna dahi,
insaf sahibi akıllılara gizli değildir.
Üstte anlatılan mâna, şu takdire göredir: Hazret-i Ali'ye (ra) sevgi gösterip
tazim etmek, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi, ona akrabalığı dolayısı
iledir.
Amma o kimse ki, Hazret-i Ali'nin muhabbetini müstakilen alır; bu muhabbet
işinde, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine bir medhal kalmaz; böylesi bahis
dışı olup kabil-i hitap dahi değildir. Zira, böylesinin garazı, dini iptal edip
şeriatı yıkmaktır. Resuiullah (sav) Efendimizin tavassutu olmadan bir yol tutmak
ister. Muhammed'den (sav) alıp Ali'ye rağbet ettirmek ister. Böyle bir şey sırf
küfür olup zındıklığın dahi aynıdır. Hazret-i Ali (ra) böyle bir şeyden beridir.
Onların yaptıklarından eza duymaktadır.
Çünkü, ashabı ve Resulullah (sav) Efendimizin damatlarını sevmek; Resulullah
(sav) Efendimizin sevgisi ile olmakta ve onlara tazim, tekrim etmek dahi,
Resulullah (sav) Efendimize tazim ve tekrim dolayısı ile olmaktadır. Bu mânada,
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
– "Bir kimse onları severse, benim sevgimle sever."
Aynı mânadan olarak, bir kimse de, onlara buğzederse, Resulullah (sav)
Efendimizin buğzu için buğzeder; bu mânada dahi Resulullah (sav) Efendimiz şöyle
buyurdu:
"Bir kimse, onlara buğzederse, benim buğzum için buğzeder."
Bu hadis-i şerifin daha açık mânası şu demeye gelir:
– Ashabıma taalluk eden muhabbet, aynen bana taalluk etmektedir. Onlara olan
buğuz dahi, aynen bana taalluk eden buğuzdur.
***
TALHA VE ZÜBEYR (Allah
onlardan razı olsun).
Ashab-ı kiramın büyüklerinden olup cennetle müjdeli on kişi arasında
bulunuyorlar. Bunlara taan edip ayıplamak hiç münasip bir iş değildir. Bunlara
lanet edip tard edenlerin bu yaptıkları kendilerine aittir.
Hazret-i Ömer (ra) vefatından sonra, hilâfet işini şuraya bıraktı. Bu şura
azalan altı kişi idi. O altı kişiden ikisi bunlardı. Bunun da, kalanların birini
diğerine karşı tercih etme delilini açıktan bulamadığı için yaptı.
Bu ikisi, kendi arzulan ile, hilâfet nasibini bıraktılar. Her ikisi de tek tek
şöyle dedi:
– Ben hilâfet hazzımı bıraktım.
Talha o zattır ki, Resulullah (sav) Efendimize karşı kötü edep tavrı
takındığından, babasını öldürdü; başını da getirdi. Bu fiilinden dolayı da,
Kur'an'da sena edildi.
Zübeyr öyle bir sahabedir ki, onun katili cehennemlik olacaktır. Bu mânada,
Resulullah (sav) Efendimiz söyle buyurdu:
– "Zübeyr'i katleden cehennemliktir."
Bu durumda, Zübeyr'e lanet etmek de, onu öldürmekten daha az değildir. Ona lanet
eden de, öldüren de aynıdır.
Elhazer... Sonra yine elhazer... Sonra yine elhazer... Sakınmak gerektir.
Bilhassa din büyüklerine taan etmekten ve İslâm büyüklerini zemden sakınmalıdır.
Onlar öyle zatlardır ki, İslâm kelimesinin ilâsı, Seyyidü'l-enam Resulullah
(sav) Efendimize yardım için bütün güçlerini harcamışlardır. Dinin teyidi için,
gece gündüz gizli, aşikâr mallarını harcamışlardır.
Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi için; aşiretlerini, kabilelerini,
çocuklarını, karılarını, vatanlarını, su kaynaklarını, ziraatlarını, ağaçlarını,
ırmaklarını bıraktılar. Resulullah (sav) Efendimizin kendisini, kendi
nefislerine tercih ettiler. Onun sevgisini, kendi sevgilerine tercih ettiler.
Keza, mallarından ve zürriyetlerinden daha üstün tuttular.
Bunlar, öyle zatlardır ki, sohbet şerefine nail olmuşlardır. Bu sohbette dahi,
nübüvvet bereketlerini bulmuşlardır. Vahyi müşahede ettiler; yani vahyin
gelişini. Meleğin huzuru ile de müşerref oldular.
Harika halleri ve mucizeleri gördüler. O kadar ki, onların gaybleri şehadet
oldu. İlimleri de ayn oldu.
Onlara öyle yakın hali ihsan edildi ki, onlardan sonra, hiç kimseye öylesi ihsan
edilmedi.
Hatta, başkalarının Uhud dağı kadar yaptıkları altın sadakası, bunların bir veya
yarım ölçek kadar yaptıkları arpa sadakasına denk olmaz.
Bunlar, öyle zatlardır ki; Allahu Teala, kendilerini Kur'an-ı Mecid'de sena edip
kendilerinden razı olmuştur. Bunlar dahi, Allahu Taala'dan razı olmuşlardır.
Allahu Teala şöyle buyurdu:
–
"...İşte onların
Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları ise, şöyledir: Filizini yarıp
çıkarmış, giderek onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, sapları üzerinde doğrulup
kalkmış bir ekine benzerler. Bu ekicilerin de hoşuna gider.
(Ashab hakkındaki bu teşbih)
onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir."
(48/29)
Allahu Teala, onlara öfkelenip gayz edenlere:
– "Küffar.." (48/29)
İsmini verdi. Bunun için, küfürden hâzer
edilip sakınıldığı gibi, onlara öfkelenip gayz etmekten dahi sakınmak gerek.
Bu yolda başarı ihsan eden Allah'tır.
***
Öyle bir cemaat düşünelim ki, Resulullah (sav) Efendimize anlatılan mânada
bağlılıkları sıhhat kazanmıştır. Onun katında makbul ve manzur olmuşlardır
Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Bunlar, bazı işlerde, birbirlerine
muhalif tutuma girer ve bu sebeple aralarında bazı atışmalar olur ise, kendi
görüşlerinin ve içtihadlarının gereğini yaparlarsa, kendilerine taan etmenin ve
yaptıklarına itirazın yeri olmaz.
O kadar ki, o yerde hak ve doğru, ihtilâfın aynıdır; başkasının görüşüne
uymamaktır.
Görmez misin ki imam-ı Ebu Yusuf'un, içtihad derecesine ulaştıktan sonra Ebu
Hanife'ye uyması hatadır. Doğrusu, kendi görüşüne uymasıdır. Hatta İmam-ı Şafii,
sahabenin kavlini kendi görüşünden önde tutmazdı. Ama, hangi sahabe olursa
olsun; ister Hazret-i Sıddık, isterse Hazret-i Ali olsun, Allah onlardan razı
olsun. Elbette doğruyu, kendi görüşü ile amel etmekte bulurdu, isterse bir
sahabenin kavline muhalif olsun.
Üstte anlatılan mânaya göre, sahabe olmayan ümmetten bir kimsenin, ashabın
görüşlerine muhalefet yeri olunca; birbirlerine muhalif görüşlere sahip
oldukları için nasıl taat edilir, ne şekilde taana uğratılabilirler?
Bu arada şunu da söylemek isterim ki:
– Ashab-ı kiram, içtihada dayalı meselelerde, Resulullah (sav) Efendimizin
reyine dahi muhalefet etmişlerdir. Ama, onların bu ihtilâfına bir zem gelmiş
değildir. Hem de, o zaman, vahiy geliyordu. Bu ihtilâfları için bir engel
çıkmadı. Nitekim, bu mâna daha önce de anlatıldı. Şayet onların ihtilâfı, Hak
katında razı olunan makbul olmayan bir şey olsaldı, elbette bunun için, engelli
bir emir gelirdi. Muhalifler için, şiddetli tehdid emirleri nazil olurdu.
Görmez misin ki; seslerini, Resulullah (sav) Efendimizin sesinden yüksek tutan
bir cemaat için, mani emir geldi. Bunun için, şiddetli tehdid ayeti nazil oldu.
Bu mânada, Allahu Teala şöyle buyurdu:
– "Ey iman edenler, seslerinizi, Resûlullah'ın sesinden yüksek çıkarmayın.
Birbirinize bağırdığınız gibi, sözle ona bağırmayın. Siz farkına varmadan
amelleriniz boşa gider."
(49/2)
Bedir gazası esirleri hakkında büyük bir ihtilâf vuku buldu. Bu babda Hazret-i
Ömer ve Saad b.Muaz esirlerin katline hükmettiler. Diğerleri dahi, fidye
karşılığı olarak, serbest bırakılmasını istediler. Bu mânada, Resulullah (sav)
Efendimize göre, makbul olan görüş, onları fidye karşılığı serbest bırakmak
oldu.
Bundan başka yerlerde dahi, çok ihtilâflar vardır.
Resulullah (sav) Efendimizin, vefatına çıkan hastalığında yaptığı taleb üzerine,
kendisine getirilen kâğıt meselesindeki ihtilâf dahi bu kabildendir. Bunu
istemekle, Resulullah (sav) Efendimiz ona bir şeyler yazmak istiyordu.
Bu taleb karşısında, bir cemaat, kâğıdın getirilmesini istedi; diğer cemaat ise,
buna mani oldu. Hazret-i Ömer (ra) kâğıdın getirilmesine razı olmayanlar
arasında idi. Şöyle dedi:
– Allah'ın kitabı bize yeter.
İşte bu sebepledir ki, Hazret-i Ömer'e (ra) sataşanlar sataştı ve onu ayıplayıp
dil uzattılar. Halbuki, böyle bir şey, hakikatte taan yeri değildir.
Hazret-i Ömer (ra) şunu biliyordu ki, vahiy zamanı kesildi. Semavi hükümler dahi
tamam oldu. Hükümlerin isbatı için dahi, görüş ve içtihaddan gayrı mecal yoktur.
Bu meyanda Resulullah (sav) Efendimiz ne yazacak olsa, o yazılacak şeyde,
başkalarının da karışması olacaktır. Zira, o yazılacak şeyler içtihada dayalı
olacak.
– "Ey basiret sahipleri ibret alınız." (59/2)
Ayet-i kerimesinde mâna hükmüne göre, en doğrusu, bu rahatsız halinde Resulullah
(sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktır; ondan başkasının görüşü ve içtihadı ile
yetinmektir.
Bunun için de şöyle dedi:
-Allah'ın kitabı bize yeter.
Yani kıyas ve içtihad mehazı olarak Kur'an-ı Mecid yeter. Ondan hüküm çıkarmak
isteyenlere de yeterlidir. Hazret-i Ömer'in (ra) burada:
– Kitab... olarak hususi mânada söylenmesinden murad mümkündür ki; Resulullah
(sav) Efendimizin yazmak sadedinde olduğu hükümlerin mehazı Kur'an'dır; sünnet
değildir. Bunu karinelerle biliyordu; onun için de:
– Bize sünnet yeter, demesine yer yoktur.
Bu hususta, Hazret-i Ömer'in (ra) mani olması, o sıkıntılı halinde, Resulullah
(sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktı. Bu da, bir şefkat ve acıma hissinden
doğuyordu.
Resulullah (sav) Efendimizin bu kâğıt isteme emri, istihsan için olup vücup için
değildir. Ta ki diğerleri, onu istinbat meşakkatından müsterih olalar.
Şayet, Resulullah (sav) Efendimiz, vücub için:
– Bana getirin, mânasında, ısrarla emredip üzerinde dursaydı; mücerred ihtilâf
sebebi ile ondan vazgeçmezdi. ***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
– Resulullah (sav) Efendimizin öyle buyurduğu vakit, Hazret-i Ömer (ra) şöyle
dedi:
-Hele onu iyi anlayınız. (Yani kendinde mi değil mi? Bu söz ne mânaya?) Bu
cümleden murad nedir? Bunun için şu cevabı verebilirim:
– Her halde, Hazret-i Ömer (ra) anladı ki, o vakitte bu kelâm, Resulullah (sav)
Efendimizden, hastalık sebebi ile bir kasd ve bir ihtiyar olmadan südur
etmiştir. Ki bu mâna:
– Yazayım, buyurmasından da tevehhüm ediyor. Zira Resulullah (sav) Efendimiz
ümmi idi. Asla bir şey yazmamıştı. Aynı zamanda şöyle de buyurmuştu:
– "Benden sonra dalâlete
düşmeyesiniz."
Din ki kemalini bulmuştur; nimet ki, tamam olmuştur; onunla Mevtanın rızası dahi
hasıl olmuştur; bundan sonra nasıl delâlet tasavvur edilir? Bu bir saat içinde
ne yazmaya kadir olur ki, onunla dalâlet ilk defa ola? Bu yirmi üç sene içinde
yazılanlar yetmedi mi? Bu durumda, o müddet içinde yazılanlarla dalâlet def
olmamış; bu şiddetli hastalığın varlığında bir saat içinde bir şey yazacak ve
bununla da dalâlet def olacak!..
işte üstte anlatılan mânalardan, Hazret-i Ömer anladı ki: O kelâm Resulullah
(sav) Efendimizin mübarek dilinden bir kasd olmadan cereyan etmiştir. Yani
beşeriyete binaen. Bunun için de şöyle demek istedi:
– Bunun mânasını kendisinden sorarak ikinci kere tahkik ediniz.
Bu ihtilâf esnasında, sözler yükselince, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle
buyurdu:
– "Kalkınız, ihtilâf etmeyiniz."
Zira, peygamber yanında niza iyi olmaz.
Bundan sonra, artık öyle bir şey söylemedi; ne divitten anlattı; ne de kâğıttan.
***
Şunun da bilinmesi gerekir ki, bazı içtihada bağlı meselelerde, ashab-ı kiramdan
gelen ihtilâf, hem de Resulullah (sav) Efendimize nisbetle, Allah korusun, eğer
onda heva, batıla saplantı şaibesi olsaydı; o zaman iş, mürted zümresine
katılmaya varırdı ve başı İslâm bağından çıkarmak olurdu.
Çünkü, Resulullah (sav) Efendimize karşı edep dışı hareket ve kötü muamele
küfürdür. Böyle bir şeyden Allahu Teala, bizi korusun. Herhalde bu ihtilâf:
– "Ey basiret sahipleri, ibret alınız." (59/2)
Manasındaki, yüce emre göre idi. Şundan ki, bir kimsede, içtihad rütbesi var
ise, başkasının içtihadına uyması ve içtihada dayalı meselelerde başkasının
görüşüne gitmesi hatadır; bundan nehyedilmiştir.
Evet, bu arada şunu da belirtelim ki, görüşün ve içtihadın veri olmayan münzel
hükümlere uymaktan başka çare yoktur; onlara boyun eğmek dahi vacibtir.
Burada son bir söz de şu ki: iki asırda yaşayanlar, zorlamadan uzak olup
ibareleri güzelleştirmeye de ihtiyaçları yoktu. Bütün ihtimamları batın mânanın
ıslahı idi. Onların zahiri nazardan atılmış olup asla öyle bir şeyin mülâhazası
yoktu.
O asırda, edeplere riayet etmek, hakikat ve mâna itibarına göre idi; yalnız
zahir ve suret itibarına göre değildi. Onların hali dahi, Resûlullah'ın (sav)
emrine imtisal idi. Muameleleri dahi, Resûlullah'ın (sav) razı olmadığı
şeylerden sakınmak idi.
Onlar, babalarını, analarını, kadınlarını Resulullah (sav) uğruna feda ettiler.
İhlâs ve itikadlarının tamlığındandır ki, Resulullah (sav) Efendimizin
tükürüğünü dahi, yere düşmeye bırakmazlardı. O kadar ki, onu alır; yüzlerine,
bedenlerine sürerlerdi. Tıpkı bir hayat suyu gibi.
Resulullah (sav) Efendimizin kanı alındıktan sonra; onu içem kasdları dahi,
kemal mânada ihlâstan gelir. Bu da, meşhur olup bilinen bir mânadır.
Şayet bu büyüklerden, yalan ve hile dolu olan bu asır ehline göre; Resulullah
(sav) Efendimize karşı edep dışı bir şeyin sudur ettiği vehmini verirse, onu da
iyiye yormak lâzım gelir. O vehmi veren ibarenin hasılı dahi giderilmelidir.
Hangi kısımdan olursa olsun, o lâfızlar mülâhaza edilmemelidir.
İşte selâmet yolu budur. Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır. *** Burada şöyle bir şey
sorulabilir:
– İçtihada dayalı işlerde, hata yeri olduğuna göre; o zaman, Resulullah (sav)
Efendimizden nakledilen tüm hükümlere itimad nasıl olur? -Bunun için, şu cevabı
veririm:
– İçtihada dayalı hükümler, gelecekte ve ikinci halde, semavi hükümler durumuna
girmiştir. Zira, enbiyanın takririni hata üzere tutmak caiz değildir.
Hüküm çıkaranların içtihadı, değişik görüşleri sübut bulduklatn sonra; Hak
katından bir hüküm inerdi; hakkı batıldan ayırdedip doğruyu dahi hatadan
ayırırdı. Resulullah (sav) Efendimizin zamanında, bütün hükümler; hatadan mahfuz
olarak, kati'i sübut kazandı. Zira, onlar, önden sonra kesin vahiy ile sabit
oldu.
Bu hükümleri çıkarmakla, asıl gaye şu idi ki: İçtihad edip hüküm çıkaranlara;
çeşitli inayetler gele ve keramet dereceleri de yüksele. Yandan da, doğruyu
bulan da değişik derecelerine göre sevaba nail olalar.
İçtihada dayalı meselelerde; müçtehidlerin derecelerinin yükselmesi, bu
hükümlerin de kat'iyet kazanması vardır.
Evet, nübüvvet zamanının bitiminden sonra içtihada dayalı hükümler, zanniyet
olup amel için faydalıdır; itikad için tesbit edilmiş değildir. Böyle değildir
ki, onları inkâr eden kâfir ola. Meğer ki, müçtehidlerin toplu olarak üzerinde
karar kıldıkları bir hüküm ola. Bu dahi, itikad için tesbit edilmiş buluna.
HATİME
Bu mektubu, Resulullah (sav) Efendimizin ehl-i beytinin faziletlerini anlatan
güzel bir HATİME ile bitirelim. Ona, âline ve ashabına salât ve selâm
olsun.
İbn-i Abdilberr, Resulullah (sav) Efendimizin söyle buyurduğunu anlattı:
– "Ali'yi seven beni sevmiş olur,
Ali'ye buğzeden bana buğzetmiş olur; Ali'ye eziyet eden bana eziyet etmiş olur;
bana eziyet eden dahi Allah'a eziyet etmiş olur."
Tirmizi, Hâkim ihracı ile sahih olarak Büreyre'den naklen Resulullah (sav)
Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
– "Allahu Teâla, dört kimseyi bana
sevmeyi emretti; onları kendisinin de sevdiğini bana haber verdi."
Bu arada şöyle denildi:
– Ya Rasulallah, onları bize isimlendir. Bunun üzerine Resulullah (sav)
Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ali, onlardandır."
Ravinin dediğine göre üçü dahi şunlardır: Ebu Zer, Mikdad ve Selman. Taberani ve
Hakim'in İbn-i Mes'ud'dan naklen çıkarıp anlattıklarına göre, Resulullah (sav)
Efendimiz şöyle buyurdu: "Ali'ye bakmak ibadettir."
Bu hadis-i şerif, hasen isnadı ile anlatılmıştır. Buhari ve Müslim, Bera'nın
şöyle dediğini anlattılar:
– Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan onun boynunda idi; söyle
buyuruyordu:
–
"Allahım, ben bunu seviyorum; sen de sev."
Buhari, Ebu Bekir'den naklen şöyle dediğini anlattı:
– Resulullah (sav) Efendimiz minberde idi. Hasan dahi onun yanında olup bir
halka bir de ona bakıp şöyle buyuruyordu:
– "Bu oğlum, seyyiddir. Her halde,
Allahu Teala onunla Müslümanlardan iki cemaatın arasına düzeltecektir."
Tirmizi, Üsame b. Zeyd'in (ra) şöyle dediğini anlattı:
– Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan ve Hüseyin dahi dizleri üstünde idi.
Şöyle buyurdu:
– "Bu ikisi, benim oğlum, kızımın
oğludur. Allah'ım, ben bunları seviyorum; bunları seveni de seviyorum."
Tirmizi, Enes b.Malik'in şöyle dediğini çıkarıp anlattı:
– Resulullah (sav) Efendimize şöyle soruldu:
– Ehl-i beytinden hangisi sana daha sevgilidir?
Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
– "Hasan ve Hüseyin."
Mesur b.Mahzeme, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlatmıştır:
– "Fatıma, benden bir parçadır; ona
eza eden bana eza etmiş olur."
Bir başka rivayette ise, şöyle buyurmuştur:
– "Ondan şüphelenen benden
şüphelenmiş olur; ona eziyet eden dahi bana eziyet etmiş olur."
Hakim'in, Ebu Hüreyre'den naklettiğine göre, Resulullah (sav) Efendimiz,
Hazret-i Ali'ye (ra) şöyle buyurmuştur:
– "Fatıma, bana göre senden daha
sevgilidir; sen dahi, bana göre, ondan daha azizsin."
Hazret-i Aişe'nin (ra) şöyle dediği rivayet edildi:
– İnsanlar, Resûlullah'ın (sav) rızasını taleb ederek, hediyelerini vermek için,
Aişe'nin gününü beklerlerdi. Sonra şöyle devam etti:
– Resûlullah'ın (sav) zevceleri iki bölüktü: a) Hazret-i Aişe, Hafsa, Safiye,
Sude...
b) Ümm-ü Seleme ve diğerleri.
Ümm-ü Seleme bölüğü söze gelip kendisine dediler ki
– Resulullah ile konuş; insanlara söylesin de, onlar da hediyelerini
Resulullah'ı (sav) buldukları yerde versinler.
Ümm-ü Seleme, Resulullah (sav) ile konuştu; bunun üzerine Resulullah (sav) ona
şöyle dedi:
– "Bana eziyet etme. Zira vahiy
Aişe'den başka bir kadının örtüsü altında iken bana gelmedi."
Bunun üzerine Ümm-ü Seleme der ki:
– Sübhan Allah'a tevbe ederim ya Resulallah, kim sana eziyet edebilir?
Bundan sonra o kadınlar, Hazret-i Fatıma'yı davet edip Resulullah'a (sav) elçi
gönderirler. Gelip Resulullah (sav) Efendimize durumu anlatınca, Resulullah
(sav) şöyle buyurur:
– "Benim sevdiğimi sen de sevmez
misin?"
Hazret-i Fatıma, bunun için:
– Evet, severim, deyince, şöyle buyurur: "O halde, bu Aişe'yi sev,"
Hazret-i Aişe (ra) diyor ki:
– Resulullah (sav) Efendimizin kadınları arasında, Hazret-i Hatice'yi (ra)
kıskandığım kadar hiç kimseyi kıskanmadım. Halbuki onu görmedim. Onun anılması
çoktu. Resulullah (sav) her ne zaman bir koyun kesse, onun bir parçasını alır;
Hazret-i Hatice'nin yakınlarına yollardı. Çoğu zaman şöyle derdim:
– Sanki Hazret-i Hatice'den başka kadın dünyada yok mudur?
Resulullah ise şöyle derdi:
– "O olacağı kadar olmuştur. Ve ondan
bana çocuk dünyaya gelmiştir."
İbn-i Abbas (ra), Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
– "Abbas bendendir, ben dahi
ondanım."
Deylemi, Ebu Said'den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu
anlattı:
– "Yakınlarım hakkında, bana eziyet
edenlere karşı gazabım şiddetlenmektedir."
Hakim, Ebu Hüreyre'den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu
anlatıldı:
– "Hayırlınız, benden sonra, ehlime
hayırlı olanınızdır."
İbn-i Asakir, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu Hazret-i Ali'den
naklen anlattı:
–
Her kim, ehl-i beytime
(kötü mânada) el atarsa, kıyamette ona yeterim." İbn-i Adiy ve Deylemi, Hazret-i Ali'den naklen, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı: – "Sıratta en sabit olanınız, ehl-i beytim ve ashabıma mahabbette şiddetli olanınızdır." Bir şiir:
İlâhi, Beni Fatıma hakkına; Son nefesi bağla kavl-i iman..
Duamı ister kabul et
ister red; Dostum Al Resule, girip saflarına..
*** Allahu Teala, Resulullah Efendimize; nebilerden, resullerden mukarreb melâike-i kiramdan tüm kardeşlerine ve sair kulların tümüne salât ve selâm eylesin.
|