MEVZUU:

a) Kur'an-ı Kerim'in tümden şer'i hükümleri câmi olduğunun beyanı.

b) İmâm-ı Âzam Hazretlerinin menkıbeleri.

c) Bu işin aslının şeriat olduğunun beyanı.

d) Sofiye-yi aliyyenin medhi.

Ve bunlara münasip bazı hususlar.

NOT: İmâm-ı Rabbânî Hz. bu mektubu, Mahdumzâde Hâce Muhammed Said ile Mahdumzâde (oğlu) Hâce Muhammed Masum'a yazmıştır. Allahu Teâla, her ikisine de selâmet ihsan eylesin.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile...

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.

***

Bilesin ki,

Kur'an-ı Mecid, şer'i hükümlerin tümünü câmidir (toplamıştır). Hatta geçmişteki şeriatların dahi tümünü..

Bu babda netice söz şu ki: Bu şeriatın bazı hükümleri, nass (âyet ve hadis) ibaresi, nassın işareti, nassın delâleti, nassın iktizası bilinmektedir. Bu anlayışta, avam ve lügat ehlinden havas zümre aynı basamaktadır.

Bu hükümlerden bir başka kısım ise, içtihad ve istinbat yolu ile anlaşılan kabildendir. Bu anlayış dahi, müçtehid imamlara mahsustur.

Cumhurun kavli üzere, müçtehidler olarak; Resûlullah (sav) Efendimiz baştadır. Ashâb-ı kiram dahi, müçtehiddir. Resûlullah (sav) Efendimizin ümmetinden olan diğer müçtehidleri de sayabiliriz.

Ne var ki, Resûlullah (sav) Efendimizin zamanındaki içtihada kalan hükümlerde, bilhassa yanlış-doğru arasında bir tereddüt yoktu. Zira o zaman vahiy zamanı idi. Gelen vahiy i!e yanlış doğrudan kesin olarak ayrılırdı. Hak, batıl ile karışık durmazdı.

Zira Resûlullah (sav) Efendimizin takriri ve batılı tesbiti, artık aşılacak gibi bir şey değildir.

Amma, vahiy zamanının bitiminden sonra, müçtehidlerin istinbat yolu ile çıkardıkları hükümler öyle değildir. Zira bunlarda, hata sevap arası tereddütlüdür.

Üstte anlatılan mânâ icabı olarak; vahiy zamanında karar altına alınan içtihada dayalı hükümler yakîni icab ettirir ve amele, itikada faydalıdır. Vahiy zamanından sonraki, içtihada dayalı hükümler ise, zannı mucib olup yalnız amel için yararlıdır; itikad için değil.

Kur'an hükümlerinden bir üçüncü kısım daha var ki; beşer takati onu anlamaktan yana acizdir. Bu hükümlerde, onları inzal eyleyen zattan gelecek bir ilâm olmayınca; o hükümleri anlamak tasavvur edilemez. Bu ilâm dahi, Resûlullah'a mahsustur. Kendisinden başkasına hâsıl olmaz. Ona ve âline salât ve selâm.

Bu kısım hükümler dahi, her ne kadar Kur'an-ı Kerim'den alınmış olsa dahi, onların muzhiri (açıklayanı veya açığa çıkarıp izhar edeni) Resûlullah (sav) Efendimiz olduğundan, zaruri olarak sünnete nisbet edilmiştir. Tıpkı içtihada dayalı hükümler dahi kıyasa nisbet edildiği gibi. Zira kıyas dahi o hükümlerin açıklayanıdır.

Üstte anlatılan mânâdan olarak, gerek sünnet, gerekse kıyas, hükümleri izhar eyleyen iki esastır. İsterse bu iki açıklayan arasında çok fark olsun. O ikisi arasında çok fark vardır; zira:

BİRİNCİSİ (kıyas), görüşe istinad eder ki, onda hata yeri vardır.

İKİNCİSİ (sünnet) ise, yüce Hakkın ilâmı (bildirmesi) ile teyid edilmiş olduğundan, onda hata mecali yoktur.

Son kısmın (sünnetin) asıla kemal benzerliği olup hükümleri isbat eder gibidir. Her ne kadar hakikatte, hükümlerin isbatında Kitab-ı Aziz yeterli ise de, üstteki mânâ da ondan uzak değildir.

***

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, Peygamberden başkasına dahi, Peygamber karşısında ayrı görüş mecali buluna. Amma, içtihada dayalı hükümlerde.. Amma o başkası, içtihad mertebesine ulaşan biri ise.

Ancak, o hükümler ki, kesin ibare, kesin işaret, kesin delâlet ile sabit olmuştur; kezâ o hükümlerin ki izhar eyleyeni sünnet olmuştur; bunlar için, hiç kimseye muhalefet mecali yoktur. Hatta bu hükümlere tüm ümmetin tâbi olması gereklidir.

İçtihada dayalı hükümlerde, Resûlullah (sav) Efendimizin görüşüne tâbi olmak; ümmetin müçtehidlerine gerekli değildir. Elbet o yerde doğru olan; müçtehidin kendi görüşüne tâbi olmasıdır.

***

Burada bir incelik var; onun da bilinmesi yerinde olur.

O peygamberler ki, ulü'l-azim peygamberlerin şeriatlarına uymak kendilerine vacib olmuştur. Bu hükümler ondandır ki, tâbi olmak, onların kitaplarında veya sahifelerinde ibare, işaret, delâlet ile sabit olmuştur. Amma o ulü'l-azim peygamberlerin içtihadları, sünnetleri ile zahir olan hükümlere ittiba etmek gerekli değildir. Şu mânâdan ötürü ki, ümmetin müçtehidlerine de içtihada dayalı hükümlere ittiba etmek gerekli değildir. Nitekim bu mânâ daha önce de geçti.

Kendisine tâbi olunan peygamber için nasıl başkasının içtihada dayalı hükmüne tâbi olmak câiz olur ki? O hükümler ki, onlar sünnet olarak açığa çıkarılmışlardır. Bunlar, ulü'l-azim peygamberlere ilâm sureti ile nasıl olmuş ise, ulü'l-azim peygamberlerden başkalarına da yüce Hakkın ilâmı ile sabit olmuştur. Burada mutabaat nasıl olsun? Hatta bu hususta mütabaata mecal yoktur. Zira her vakte göre ve her taifeye münasip hükümler kendi başına gelmektedir. Bir vakit olur ki, o vakitte uygun düşen bir şeyin haram olmasıdır; bir başka vakit ise, o şeyin helâl olması münasip düşer.

Ulü'l-azim peygamberlerden birine, bir işin helâl olduğu bildirildiği gibi, ondan başka ulü'l-azim olmayan bir peygambere dahi onun haram olduğu bildirilir.

Bütün bu helâl ve haram olma durumu, inzal buyurulan sahifelerden alınmıştır. (Yani kitaplardan...) Nitekim müçtehidler, bir mehazdan (kaynaktan) iki tane birbirine muhalif hüküm çıkarmaktadırlar. Onların biri, aynı şeyin haram olduğunu anlar; diğeri ise helâl olduğunu.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

– Son anlatılan ihtilafın, içtihada mecali vardır; zira hata ve sevap olma ihtimali bulunan reye (görüşe) dayanmaktadır. Lâkin bu mânâ için, yüce Hakkın ilâmında içtihad mecali yoktur. Zira onun için, hata sevap arası terüddüd etmek caiz değildir. Hatta Hak katında hüküm birdir. Eğer helâl ise, haram olma yeri yoktur; haram ise, helâl olma yeri yoktur.

Üstteki soruya şu cevabı veririm:

– Caizdir ki, bir şey bir kavme nispetle helâl ola ve bir kavme nispetle de haram ola. Allahu Teâla'nın bir vakada, kavimlerin taaddüdüne göre müteaddid (çokluğuna göre birçok) hükümleri vardır. Dolayısı ile üstte anlatılan mânâda hiçbir mahzur yoktur.

Evet, üstte anlatılan mânâ, Hatemü'r-rüsûl Resûlullah (sav) Efendimizin ümmeti hakkında sahih değildir. Zira bütün insanlar, bu şeriatta tek hükümle hükm'olunmuşlardır. Bu şeriatta, tek bir vak'a üzerinde Sübhan Allah'ın iki değişik hükmü yoktur.

***

Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:

– Enbiyadan ulü'l-azim bir peygamber bir işin helâl olduğuna hükmettiği, ona tâbi olan bir peygamber dahi o işin haram olduğuna hükmettiği zaman gerekir ki; ikinci hüküm, birinci hükmü, neshede. Böyle bir şey de câiz değildir. Şunun içindir ki: Neshetmek, ulü'l-azim peygamberlere mahsustur; onun gayrı neshedici olamaz.

Bu soruya da şu cevabı veririm:

– Neshetmek, ancak şu şekilde lâzım gelir ki; kâffe-i enama (halkın tümüne) nisbetle ikinci hüküm daha umumi mânâda ola. Bu durumda, bir kavme mahsus olan birinci hükmü kaldırır. Hâlbuki ikinci hüküm burada umumi mânâda değildir. Meselâ, belli bir kavme nisbetle haram olduğuna hükmedilmiştir. Dolayısı ile ilk hükümle bunun arasında birbirine münafi bir durum yoktur. Görmez misin ki, müçtehidin biri bir vak'anın helâl olduğuna hükmeder. Bir başka müçtehid ise, aynı vak'anın haram olduğuna hükmeder. Aralarında nesih diye bir şey de asla yoktur, isterse aralarında açık fark olsun. Çünkü burada görüş vardır; öbür yanda ise, ilâm (bildirme) vardır. Görüşte, hükmün taaddüdüne (çokluğuna) yer vardır; amma ilâmda taaddüd yeri yoktur. Ne var ki, kavmin taadüdü bu işi câiz kılar. Nitekim bu mânâ daha önce de geçti.

Lügat ciheti ile, geçen ulü'l-azim peygamberlerin kitaplarından ve sahifelerinden anlaşılan şeriat hükümlerine gelince: Onlara tâbi olan peygamberler için asla bunlara muhalefet mecali yoktur. Zira bu hükümler bütün insanlara göre gelmiştir. Durumu tâbi olmak olan her peygamber, hangi kavme gönderilir ise gönderilsin; hangi kavmi davet ederse etsin o hükümlerin hilâfına bir tebliğ yapamaz.

O hüküm eğer helâl ise, herkes için helâldir. Şayet haram ise, herkese haramdır. Taa, ulü'l-azim peygamberlerden biri gelip de o hükmü kaldırıncaya kadar. İş bu vakittedir ki, nesih durumu tasavvur edilir. Ancak nesih, lügat hasebi ile inzal buyurulan sahifelerden alınan hükümlerin itibarına göredir. O hükümler ki ictihad ve ilâm ile sabit olmuştur; kıyasa ve sünnete bağlanmıştır; bunlarda nesih tasavvur edilemez. Zira bu hükümler bazısına göre yerinde olur; bazısına göre de yerinde olmaz. Bir peygamberin içtihadı, keza sünneti; bir başka peygamberin içtihadını ve sünnetini kaldırıcı olamaz. Zira biri bir kavme nisbetle olurken; diğeri bir başka kavme nisbetle olmaktadır. Şayet iki hükmün muhtelif olması bütün insanlara nisbetle ve aynı kavme nisbetle olur ise, elbette o zaman nesih meydana gelir.

Nitekim bizim şeriatımızda hüküm, bütün insanlara göre gelmiştir, ikinci hüküm, evvelki hükmü neshetmektedir. Bu mânâdan olarak, Resûlullah (sav) Efendimizin sonraki sünneti dahi evvelki sünnetini nesheder.

Hazret-i İsa'nın (as) nüzulünden sonra dahi, bu şeriatın neshi câiz olamaz. Çünkü o, Resûlullah (sav) Efendimizin şeriatına tâbi olacaktır; onun sünnetine ittibâ edecektir.

Olur ki zâhir uleması mehazın (kaynağın) derinliğinden ve işin tam mânâsı ile inceliğinden dolayı Hazret-i İsa’nın (as) içtihadını inkâra yeltenirler. Onun içtihadlarını Kur'an'a ve Hadise muhalif sayarlar. İctihad meselesinde; Hazret-i İsa, Hazret-i İmâm-ı Âzam Kûfi gibidir.

İmâm-ı Âzam, verâ (şüpheli işlerden dahi korunmak) ve takva sahibi olmak bereketi, sünnete tâbi olmak devleti ile içtihadda ve hüküm istinbat etmekte öyle yüksek bir dereceye nâil olmuştur ki, sonrakiler, onu anlamaktan dahi aciz kalmışlardır. Derin mânâlarının inceliğinden ötürü, onları Kur'an'a ve Hadise muhalefet saymışlardır. O'nu ve arkadaşlarını sadece bir re'y (görüş) sahibi zannetmişlerdir. Bütün bunlar onun ilminin, dirayetinin (kavrayışının) hakikatına ulaşamamaktan ve onun anlayışına ve ferasetine muttali olamamaktan ileri gelmektedir.

Amma, İmâm-ı Şâfiî Hazretlerini o türlü isnadları yapanlardan ayırmak gerek. Zira o, İmâm-ı Âzam Hazretlerinin fıkıh inceliğinden bir nebze görmüştür. Bunun için de şöyle demiştir:

– Bütün insanlar, fıkıhta Ebu Hanife'nin (İmâm-ı Âzam'ın) ayâlidir (çoluk-çocuğu veya kendisinden geçinenler).

Yazıklar olsun o kusurlulara ki, böyle bir cür'ete girip kendi kusurlarını başkalarına bağlarlar.

Bir şiir:

Ayıplarsa kusurlu biri bilmeden onları;

Kem sözlerden beridir hep onların sahaları...

 

Kırabilir mi hiç o zinciri hilekâr tilki;

Bağlanmıştır onlarla dünyanın tüm arslanları...

***

Hâce Muhammed Parisa Fusul-u Sitte'de şöyle demiştir:

"Nüzul ettikten sonra Hazret-i İsa (as) Ebu Hanife'nin mezhebi ile amel edecektir.

Mümkündür ki bu cümle, yukarıda da anlatıldığı gibi, Hazret-i İsa (as) ile İmâm-ı Âzam Hazretlerinin benzerliği dolayısı ile söylenmiş ola.. Yani Hazret-i İsa’nın (as) içtihadı, İmâm-ı Âzam Hazretleri'nin içtihadına muvafık olacaktır; amma İmâm-ı Âzam Hazretlerini taklid etmeyecektir. Zira onun şânı, ümmet ulemasını taklid etmekten yana yücedir.

Hiçbir tekellüf (zorlanma) ve taassub şâibesi olmadan deriz ki:

– Hanefi Mezhebi'nin nûraniyeti, keşfe dayalı nazarda büyük bir deniz gibi zahir olup görünmektedir. Sair mezhepler dahi, havuzlar ve kanallar gibi zahir olmaktadır..

Yine zahirde mülahaza edildiği zaman, görülecektir ki, ehl-i İslâm'dan sevâd-ı âzam (insanların ekseriyeti) Ebu Hanife'nin mezhebine tâbi olmuşlardır. Allah'ın rızası ve rahmeti onun üzerine olsun.

Bu mezhebin, tâbi olanlarının çokluğuna rağmen, usulde ve füruda diğer mezheplerden ayrı mümtaz bir durumu vardır. Bunun, istinbattaki (gizli mânâları içtihad ile meydana çıkarmada) yolu tek başınadır. Anlatılan bu mânâ, hakikattan haber vermektedir. Hayret edilecek bir mânâdır. Şöyle ki:

İmâm Ebu Hanife, sünnete uymakta hepsinden kıdemlidir. Hal böyle iken, mürsel hadisleri müsned hadisler gibi itikad edip mutabaata müstahak görür ve bunları kendi görüşüne takdim eder (kendi görüşünden öne alır). Sahabenin kavlini dahi, kendi görüşünden önde bilir. Zira onlar, Hayrü'l-beşer Resûlullah (sav) Efendimizin sohbetine nâil olmuşlardır.

(Yani: Sahabe-i kiramın ismi söylenmeyip, Tabîinden birinin doğruca, (Resûlullah aleyhisselam buyurdu ki) dediği hadis-i şerifleri, Resûlullaha isnat eden sahabînin ismi bildirilen hadis-i şerifler gibi inanıp uymaya lâyık görür ve bu hadisleri kendi görüşüne tercih eder. Sahabenin sözünü de kendi görüşünden önde bilir).

Amma, diğerleri böyle yapmazlar.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen, muhalifleri onu görüş sahibi sanır; dolayısı ile kendisine edep dışı lâfızlar kullanırlar. Hâlbuki onun ilimdeki kemâlini, verâının ve takvasının ziyâdeliğini itiraf etmektedirler.

Allahu Teâla, onlara tevfik ihsan eylesin. Tâ ki, dinin reisine, ehl-i İslâm'ın ve Müslümanlardan sevâd-ı azamın reisine eziyet etmeyeler. Zira bir âyet-i kerimede belirtildiği gibi, Allah'ın nûrunu söndürmek isterler.

O kimseler ki, bu büyüklere:

– Görüş sahibi (sahib-i re'y) derler; bunların itikadları odur ki; o büyükler, kendi görüşlerine göre hüküm verip Kur'an'a ve Hadise tâbi olmazlar.

Bunların bozuk kanaatlarına göre; sevâd-ı âzam dahi dalâlette kalan bid'atçılardır. Hatta ehl-i İslam zümresinin dahi haricindedirler. Onlar hakkında böyle bir itikad besleyen öyle cahil kimsedir ki, kendi cehaletinden dahi haberi yoktur. Yahut da, o zındıktır ki, dinin yarısını iptale çalışır.

Şu kimsenin cehaleti ne kadar büyüktür: Sayılı hadisler toplamıştır; şeriat hükümlerini dahi onlara inhisar ettirmiştir; bildiğinin dışında kalanı nefyedip, kendince sabit olmayanı da atmıştır.

Bir şiir:

O ki saklanıp kalmıştır taş içerisine;

Başka ne yer vardır, ne de sema kendisine.

Yazıklar olsun onlara. Soğuk taassuplarına ve bozuk nazarlarına..

Hâlbuki fıkhın bânisi Ebu Hanife'dir. Fıkhın dörtte üçü ona bırakılmıştır, kalan dörtte birde dahi diğerleri müşterektir.

O, fıkıhta hâne sahibidir; diğerleri de tümden onun ayâlidir.

Bu mezhebi tutmakla beraber, İmam-ı Şafii'ye zâtî muhabbetim vardır. O'nun büyüklüğüne inanırım. Bunun için de, bazı nafile ibadetlerde ona uyarım.

Amma ne yapabilirim ki? İlminin bolluğu, takvasının kemâli ile Ebu Hanife'nin yanında diğerlerini çocuklar gibi bulmaktayım.

Emir, yüce Sübhan Allah'ındır.

***

Biz yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:

– Yukarıda da geçtiğine göre; içtihada dayalı hükümlerin ihtilâfı, neshi gerektirmez. İsterse, bu ihtilâf, bir peygamberden sudur etmiş olsun.

Amma, Kur'an'da ve hadiste vâki olan ihtilâf böyle değildir. Daha önce de tahkiki yapıldığı gibi bu, neshi gerektirir.

Şimdi takarrür eden şu ki; şer'i hükümlerin isbatına muteber olan Kur'an ve Hadistir. (Yani kitap ve sünnet...) Müçtehidlerin kıyası ve ümmetin icmâı dahi, hükümlerin isbatında geçerlidirler.

Üstte anlatılan dört delilden başkası hiçbir şekilde, hükümlerin isbatına yararlı değildir. Ne ilham, haramı ve helâli isbat edebilir; ne de bâtın erbabının keşfi, farzı ve sünneti anlatabilir.

Velâyet-i hassa erbabı dahi, müçtehidlere uyma hususunda, avam mü'minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham bu babda onlara başkaları üzerine bir meziyet getirmeyeceği gibi, onları uymak bağından da kurtaramaz.

Bu mânâda, içtihada dayalı hükümlerde müçtehidlere uyma şanında Zünnun, Bistamî, Cüneyd, Şibli; avam mü'minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Halid ile aynı durumdadırlar.

Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; amma başka mânâdadır. Zira bu zatlar, keşif ve müşahede erbabıdır. Aynı zamanda, tecelli ve zuhurat erbabıdır. Hakiki mahbubun muhabbet istilâsı dolayısı ile yüce Sultan'ın gayrını bırakmışlardır. Gayrı görüp gayriyeti idrak etmekten de âzad olmuşlardır. Eğer onlar için hâsıl olan bir şey var ise, o da Sübhan Allah'tır. Eğer vasıl olmuşlarsa, yine o yüce Zat'a vasıl olmuşlardır.

Onlar âlemdedirler, amma âlemin kendisi ile olmazlar; nefisleri ile olurken de, yine nefisleri ile değillerdir. Eğer yaşarlarsa, O'nun için yaşarlar. Ölürlerse, yine O'nun için ölürler.

Onların müptedileri dahi, muhabbetin ağır basması dolayısıyla, âlem zerrelerinden her zerrenin aynasında matlubu müşahede eder. Her zerreyi dahi, bütün esmâ ve sıfat kemalâtını câmi (toplamış) bulur.

Onların müptedileri üstte anlatıldığı gibi olunca, müntehilerinden ne anlatayım? Onların alâmetlerini nasıl açıklayayım? Zira onların alâmetleri yoktur. Onların ilk adımları mâsivayı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki, o afakın ve enfüsün dışındadır.

İlham o büyükleredir; kelâm, onlar içindir.

O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan tavassutsuz olarak alırlar.

Bir müçtehid, kendi görüşüne ve içtihadına nasıl tâbi ise, bunlar dahi marifette ve vecidlerde kendi ilhamlarına ve ferasetlerine tâbi olmaktadırlar.

Hazret-i Hâce Muhammed Parisa şöyle yazdı:

– Hızır'ın (as) ruhaniyeti, ledünni ilimlerin gelmesinde vasıtadır. Zahir olan mânâ şu ki: Bu kelâm, iptida ve orta hallere nisbetledir. Müntehinin muamelesi, bir başkadır. Nitekim açık keşif, buna şahadet eder. Üstte anlatılan mânâyı, Şeyh Abdulkadir Geylâni'den -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- yapılan bir nakil teyid etmektedir. Şöyle ki:

– Bir gün O, minbere çıkmış; ilimleri ve maarifi beyan ediyordu. Bu esnada oradan Hızır (as) geçti. Şeyh ona seslenerek, şöyle dedi:

– Ey İsrailî, gel de Muhammedî kelâmı dinle.

Üstteki Şeyh Geylâni'ye ait ibareden de anlaşılmaktadır ki, Hızır (as) Muhammedî'lerden değildir; sabık (evvelki) milletlerdendir. Durum böyle olunca, o nasıl Muhammedî'lere tavassut edebilir?

Burada anlatılan mânâlardan da tahakkuk etti ki, ilimler ve maarif, bir başka şey olup şer'i hükümlerin ötesindedir. Ehlullah dahi, onlarla bir hususiyet kazanmıştır, isterse o maarif, bu hükümlerin neticeleri ve semereleri mahiyetinde olsun.

Ağaç dikmekten gaye, meyvelerin husul bulmasıdır. Ağaçlar ayakta kaldıkça, onların meyveleri de düşecektir. O ağaçların köküne ki, halel geldi; meyveler dahi yok oldu.

O ne büyük hamakattır (ahmaklıktır) ki, ağacı kökünden söküp de meyveler düşürülmeye çalışılır. Hâlbuki ağaçlar, ne kadar bakımlı olsalar, onlardan o kadar taze meyveler daha çok ve daha bolca meydana gelir. Her ne kadar gaye meyve ise de, ağacın bir parçasıdır.

Yerinde olur ki, şeriata tutunan kimse ile şeriatta müdaheneci (iki yüzlü, dalkavuk) olan, bu mânâda kıyas edile.

O kimse ki, şeriata tutunmuştur; mârifet sahibidir. Onun şeriata tutunması, her ne miktar artar ise, marifeti dahi o nisbette bol olur.

O kimse ki, müdahenecidir; marifetten yana bir nasibi yoktur. Faraza, kendi zu'müne (bâtıl zânnına) göre, bir şeyi olsa dahi, isterse hakikatta hiçbir şey olma hükmünü taşımasın, istidrâç kabilinden olmaktadır. Bu mânâda, cukiye ile brehmenlerle iştiraki (ortaklığı) vardır.

Şeriatın reddettiği, hangi hakikat olur ise olsun; o zındıklık ve ilhaddır.

Câiz olur ki: Yüce Allah'ın zatına, sıfatına, ef'âline taalluk eden bazı sırlar ve incelikler ehlullahın havas zümresine anlatıla.. Ki, bu sırlardan ve inceliklerden yana şeriat, sükût durmaktadır.

Yine bu mânâdan olarak; harekâtta ve sekenâtta Allahu Teâla’dan izin olup olmadığını dahi alalar.

Yine o Sübhan Hakkın râzı olduğu şeylerle razı olmadığı şeyleri bileler.

Bu zatlar, çoğu kez, bazı nafilelerin edâsını uygun bulmayıp onun terki yolunda izin almışlardır.

Bazı zamanlar dahi, uyumanın, ayık durmaktan daha iyi olduğunu anlarlar.

Şer'i hükümler, bazı vakitlerde belirlenmiştir, ilhama dayalı hükümler ise, bütün vakitlerde sabittir. Böyle olunca, bu zatların duruşları ve hareketleri izne bağlıdır.

Zaman olur ki; başkalarına göre nafile olan ibadetler, bunlara farz gibi olur. Meselâ bir fiili ele alalım; Şeriat hükmünce, bir şahsa nisbetle nafiledir; ilhamı hükmünce de, diğer bir şahsa göre farz olur.

Başkaları bazan nafile edâ ederler; bazan da mubah işleri yaparlar. Amma bu büyüklerin fiilleri, Mevlâ'nın emri ve izni ile olduğundan, bütün fiilleri farzlardan ve müstehablardan sayılır. Başkalarının yanında mubah olan, bunlarda farzdır.

İşte bu mânâdan, o büyüklerin yüksek şânı idrak edilmelidir.

Zâhir uleması, dünya işlerindeki gaybe dair haberleri peygamberlere mahsus kılarlar. Onlara salâtlar ve selâmlar olsun. Bu ihbarlara, onlardan başkalarını ortak etmezler. Hâlbuki böyle bir mânâ, verasete aykırıdır. Din-i Metin'e taalluku (sağlam dinle alakalı) olan birçok ilimleri ve sahih marifetleri nefyetmektedir.

Evet, şer'i hükümler, edille-i erbaaya (dört delile) bağlıdır. Onlarda ilhamın yeri yoktur. Lâkin şer'i hükümlerin ötesinde çokça dinî işler vardır. O mânâda dahi ilham, beşinci asıldır. Hatta şöyle demek de mümkündür:

– Üçüncü asıl ilham olup Kur'an'dan ve hadisten sonra bu asıl vardır; âlemin inkırazına (son bulmasına) kadar da, bu asıl kalacaktır.

Üstte anlatılan mânâdan anlaşıldığına göre; başkalarının onlara nisbeti nedir ki? Çoğu zaman, başkalarından bir ibadet sudur eder ki, rızâya uygun değildir. Bu zatlar dahi, bazı zamanlar ibadeti terk ederler; amma bu rızâya uygun düşer. O kadar ki bu büyüklerin terk etmesi, Hak Teâla katında başkalarının fiilinden daha faziletli olur. Âvam ise, bunun hilâfına hükmeder; başkalarını abid itikad ederken, bunları muattal mekkâr (âtıl, aldatıcı, hilekâr) görür.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

– Din, Kur'an ve Hadisle tamamen kâmil olduğuna göre; bu kemalden sonra, ilhama ne hacet? Kalan ne gibi bir noksan vardır ki, ilham ile tekâmül ede?

Bunun için şu cevabı veririm:

– İlham dinin gizli kalan kemalâtını izhâr eylemektedir. Dinde fazladan kemalâtı isbat etmemektedir. Nitekim ilham dahi hükümleri açığa çıkarmaktadır.

İlham, öyle sırları ve incelikleri meydana çıkarır ki; pek çok kimselerin fehmi onları idrakten yana kusurludur. İçtihad ile ilham arasında açık bir fark olsa dahi durum budur.

İçtihad, bir görüşe dayanmaktadır; ilham ise, o görüşü yaratan yüce Sultana.

Bu mânâdan zahir olmaktadır ki, ilhamda asaletten bir kısım vardır; bu asalet kısmı içtihadda yoktur.

Daha önce de anlatıldığı gibi, ilham sünnetin mehazı (kaynağı) olan peygamberin ilamına (bildirmesine) benzemektedir.

Her ne kadar ilham zanna dayalı, ilâm dahi kati olsa da durum budur.

Bir âyet-i kerime meâli:

– "Rabbımız, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla." (18/10)

Hüdâ'ya ittibâ edenlere selâm.