MEVZUU:
a) İslâm'ın beş erkânı ile beraber, ehl-i sünnet vel-cemaat akidesinin beyanı.
b) Hak kelimeyi duyurmaya teşvik. Yani zamanın sultanına duyurmaya. NOT: İmam-ı Rabbanî Hz.
bu mektubu, Hanıcihan'a yazmıştır.
***
Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile.
Allah'a hamd olsun. Selâm olsun, onun seçmiş olduğu kullarına.
İnkıtaa uğrayan dervişlerin adına ikram ve iltifat olarak yollanan mübarek
mektup ulaştı. Bu iltifat için Allah'a hamd olsun.
Bu şüphe ve karışıklıklarla dolu zamanda, kendileri ile münasebet
kurulmadığından ellerinde bir şey olmayan bu dervişlere, saadet sahibi
zenginlerin tevazuu, onlara inanmaları, bu taifeye karşı güzel yaratılışlı
olmalarındandır.
Bunun böyle olması ne kadar büyük bir nimettir. Şöyle ki: Çeşitli alâkaların
bulunması, bu devletin husulüne mani olmamış ve dağınık teveccühler onları bu
veliler zümresine muhabbetten alıkoymamıştır. Bu durumda yerinde olur ki, tam
olarak, bu büyük nimetin şükrü edâ edile. Bu arada:
"İnsan sevdiği ile beraber olacaktır"
mânâsına gelen hadis-i nebeviden dahi ümitvar olunmalıdır.
***
Ey necib Said,
İnsan, öncelikle itikadını düzeltmesi gerek. Bu düzeltme de, fırka-i naciye olan
ehl-i sünnet ve'l-cemaatın görüşlerine uygun olarak yapılmalıdır. Allah onların
hepsinden razı olsun. Zira onlar, süvad-ı âzamdır; cemm-i gafirdir.
Evet, itikad anlatılan manada tashih edilmeli ki, uhrevi felâh, ebedi necât
tasavvur edile...
Kötü itikad ki, ehl-i sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir
durumundadır ve ebedi ölüme, sonsuz azaba götürür.
Amelde müdahane (riyâkârlık, münâfıklık) ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret
ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah, kendine şirk koşanı bağışlamaz; bundan başkasını
dilediği kimse için bağışlar." (4/48)
***
Şimdi, kısa ve öz bir lisanla, ehl-i sünnet itikadlarını sıralayacağız; bunların
muktezâsına göre, itikadı düzeltmek gerek. Tazarru edip Sübhan Hakka yönelerek,
bu devlet üzerine istikamet taleb edilmelidir.
Bilesin ki,
Yüce Allah, kadim zâtı ile mevcuttur. Sâir eşya ise, onun verdiği vücud ile
mevcuddur. Onun yaratması ile, ademden (yoktan) vücuda gelmiştir.
Sübhan Allah kadimdir, ezelidir. Eşyanın tümü ise, yoktan var edilmiştir. O zat
ki, kadim ve ezelidir; bâki ve ebedidir. Her ne şey ki, sonradan yaratılmıştır
ve geçmişinde adem (yokluk) vardır, o dahi fâni ve müstehlektir. Yani zevâle yüz
tutmuştur.
O Sübhan Zat, birdir, şeriki yoktur; ne vücud vücubunda, ne de ibadet
istihkakında. Vücud vücubu, (yani varlığının gerekli oluşu) başkasına lâyık
olmadığı gibi, onun gayrına ibadet edilme hakkı dahi yoktur.
O yüce Allah'ın kâmil sıfatları vardır; onlardan bazıları şunlardır: Hayat,
ilim, kudret, irâde, semi', basar, kelâm, tekvin... (Sırası ile: Diri olmak,
bilmek, güçlü olmak, dilemek, işitmek, görmek, konuşmak, yaratmak). Bunların
hepsi de kıdem ve ezeliyetle muttasıf olup yüce mukaddes Hazret-i Zât ile kâim
bulunmaktadır. Hadisenin taallukatı, sıfatların kıdemine halel getirmez. Hudusün mütealliki dahi, onların ezeliyetine engel olamaz. (Sonradan meydana gelenin alakaları, bu sıfatların evvelinin olmayışına, sıfatların sonradan meydana gelmenin, bu sıfatlarla alakalı olması onların ezeli olmasına engel değildir.) Felsefeciler, akıllarının noksanlığından, mutezile ise, körlüklerinden ve azgınlıklarından ötürü müteallikin hudüsünü, müteallakın hudüsüne (sonradan meydana gelmiş olanla alakalı olmayı, alakalı olanın sonradan meydana gelmişliğine) delil saydılar. Kâmil sıfatları nefyettiler.
Allahu Teâla'nın ilminin cüzi'yata geçmesi, tagayyürü (gayrileşmeyi, değişmeyi)
gerektirdiği içindir. Bu tagayyür dahi, hüdus emmarelerindendir.
Bilmezler ki, sıfatlar ezeli olur. Onların taallukatı dahi, hadis müteallikati
sebebi ile hadistir. Sıfatların noksanlığı dahi, onun zatından atılmıştır.
Allahu Teâla, cevher, cisim, araz sıfatlarından ve onların levâzımından
münezzehtir.
Yüce Allah'ın zatında zamanın, mekânın, cihetin yeri yoktur. Zira bütün bunlar,
onun yarattıklarıdır.
Allahu Teâla'dan haberi olmayan bir cemaât zannetti ki, Allahu Teâla, arşın
üstündedir. Böylelikle, onun için üst yanda bir mekân isbat ettiler. Arş ve
ondan başkası, onun ihtiva ettikleri, tümden hadis olup Allahu Teâla'nın
mahlûkatıdır. Hadis ve mahlûk olan bir şey için ne mecal vardır ki; kadim olan
yaratıcıya mekân ola, onun için karargâh ola. Amma, Arş, Allahu Teâla'nın en
şerefli mahlûkudur. Nuraniyet ve safâ, mümkinattan diğerlerine nazaran, onda
daha ziyadedir. Dolayısı ile hiç şüphe edilmeye ki, onun için, yüce mir'atiyet
(aynalık) hükmü vardır. Yani yüce Yaratıcı'nın azâmetini izhâr etmek için, yüce
Zat'ın kibriyâsı onda açık bir şekilde zuhura gelmiştir. Bu zuhur sebebi iledir
ki, onun için şöyle derler:
— Allah’ın Arş'ı...
Hâlbuki Arş ve diğerleri tümden, Allahu Teâla'ya nisbetle aynıdır. Hepsi de onun
mahlûkudur. Ne var ki, Arşta gösterme kabiliyeti vardır; diğerlerinde bu
gösterme kabiliyeti yoktur.
Görmez misin ki, bir ayna insanın suretini gösterir; amma o insan için:
— Aynadır, denemez.
Zira bu insanın aynaya olan nisbeti, onun aynadan başka eşyalara olan nisbeti
gibidir. Yani kendisinin karşısına gelen eşyalara.. Aradaki değişiklik, ancak
gösterme kabiliyetinin olup olmamasındandır. Şu cihetten ki, aynada sureti alma
kabiliyeti vardır; amma bu kabiliyet, ondan başka şeylerde yoktur.
Allahu Teâla bir cisim ve bir cisme bağlı değildir. Bir cevher ve bir araz dahi
değildir. Ne mahduddur, ne mütenahi. Ne uzundur, ne de enli. Ne kısadır, ne de
dar. Elbette, Allahu Teâla vasidir (geniştir). Amma onun bu vüs'atı (genişliği),
bizim fehimlerimizde idrak ettiğimiz vüs'at cinsinden değildir. O her şeyi ihâta
etmiştir. Amma, bizim idrakimizle anlaşılan bir ihâta değil. Allahu Teâla,
yakındır; amma bizim akıllarımızın aldığı biçimde bir yakınlık değildir. Allahu
Teâla, bizimledir; amma onun bizimle oluşu bilinen bir beraberlik değildir. Biz inanıyoruz ki Allahu Teâla, vasi, muhit, karibdir ve O bizimledir. Ne var ki, bu sıfatların keyfiyeti nasıldır, onu bilemiyoruz. Bunlardan yana her ne bilecek olsak biliriz ki, onun için mücessime mezhebinde bir basamağı vardır. Yani o bileceğimizin...
Allahu Teâla, hiçbir şeyle ittihat etmediği gibi; herhangi bir şey dahi onunla
ittihat etmiş (birleşmiş) değildir.
Allahu Teâla'ya hiçbir şey hulul etmediği gibi; Allahu Teâla dahi hiçbir şeye
hulul etmiş (içine girmiş) değildir.
Yüce mukaddes Hakkın zatında, tecezzi, tabauz (parçalanma, bölünme) iki muhal
iştir.
Tahlil ve terkib (ayrışma ve birleşim) dahi o yüce Zât hakkında iki memnu
şeydir.
Allahu Teâla'nın dengi, kadını, çocuğu yoktur.
Allahu Teâla, zatında ve sıfatında keyfiyetten, benzerlikten, misalden
münezzehtir. İlmimizin ulaştığı odur ki, Allahu Teâla, zatını sena edip
vasfettiği kâmil sıfatları ve isimleri ile mevcuddur. Onlarla mevsuftur. Ne var
ki, fehimlerimizle, idrakimizle idrak ettiğimiz, akıllarımızla tasavvur
ettiğimiz her şeyden yücedir, münezzehtir. Nitekim bu mânalar daha önce de
anlatıldı.
Bir ayet-i kerime meâli:
"Gözler, onu idrak edemez." (6/103)
Bir şiir:
Bilgin, masivayı hüccet tutanlar boş;
Mevcud odur, ondan gayrı râb yok boş...
***
Bilinmesi yerinde olur ki, Allahu Teâla'nın isimleri tevkifiyedir. Yani onların
ıtlakı, şeriat sahibinden duyulduğu üzeredir.
Hangi isim ki, onun Hazret-i Hakka ıtlakı şeriatta varid olmuştur; işte onun
Hazret-i Hakka ıtlakı caizdir. Şayet şeriatta varid olmamış ise, onun ıtlakı da
Hazret-i Hakka caiz değildir, isterse o isimde kemal manası münderic olsun. Bu
manadan ötürü, şeriatta varid olduğu için: - "Cevad" (cömert)... ıtlakı caizdir. Amma, şeriatta gelmediği için "Sahî" (cömert) ıtlakı caiz değildir. (Itlâk: Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.)
***
Kur'an, Allahu Teâla'nın kelâmıdır. Harf ve ses libasına girerek, Resulullah
Efendimize inzâl edilmiştir. Allahu Teâla, onunla kullarına emirlerini ve
yasaklarını bildirmiştir.
Bizler, nefsi kelâmımızı, ağız ve dil vasıtası ile harflerin ve seslerin
libasında izhâr ederiz. Böylelikle de, gizli maksatlarımızı zuhur meydanına
çıkarırız. Aynı mânaya benzer bir şekilde, Sübhan Hak dahi, nefsi kelâmını kâmil
kudreti ile dilin ve ağzın tavassutu olmadan, harf ve ses libasında kullarına
izhâr eder. Gizli emirlerini ve yasaklarını harf ve ses zımnında zuhur meydanına
getirmiştir.
Kelâmın her iki kısmı da haktır. Yani nefsi ve lâfzî olanları.. Her iki kısma
da, kelâm ıtlakı hakikat yolludur. Nitekim bizim iki kısım olan nefsi ve lâfzî
kelamımız dahi hakikat yollu kelâmdır. Birinci kısım hakikat, ikinci kısmın dahi
mecaz olduğu manası yoktur. Mecazın nefyi caizdir; o Allahu Teâla'nın kelâmı
olduğu halde, lâfzî kelâmı inkâr etmek küfürdür.
Sair kitaplar ve sahifeler dahi, geçmişteki peygamberlere inzal olunmuşlardır.
Resulullah (sav) Efendimiz ve onlara salât ve selâm. O kitapların ve sahifelerin
hemen hepsi, Sübhan Allah'ın kelâmıdır.
Kur'an-ı Kerim'e, o kitaplar ve sahifelere her ne ki derc edilmiştir; onların
hepsi Allahu Teâla'nın hükümleri olup vakitlere ve zamanlara göre, onları
kullarına teklif etmiştir.
***
Hak Teâla'yı mü'minlerin, cennette görmeleri cihetsiz, mukabelesiz ve ihatasız
olarak haktır. Biz, bu uhrevi rüyete inanırız. Amma onun keyfiyeti ile meşgul
olmayız.
Allahu Teâla'yı görmek, bir keyfiyete bağlı değildir. Keyfiyet ve misal erbabına
onun hakikatinden yana bir şey zahir olmaz. Ondan yana da, imandan başka
nasipleri olmaz.
Felsefecilerin, mutezilenin ve diğer bid'atçıların hüsranı ne kadar büyüktür ki,
körlükten, mahrumiyetten ötürü, uhrevi olan rüyeti inkâr ederler.
***
Allahu Teâla, nasıl kulların yaratanı ise, onların fiillerinin de yaratanıdır.
Onların fiilleri ister hayır olsun, ister şer. Bunların hepsi de, Allah'ın
takdiri iledir.
Lâkin Allahu Teâla, hayırdan razıdır; şerden râzı değildir. İsterse, her ikisi
de onun iradesi ve istemesi ile olsun. Lâyık olan odur ki, edep icabı, tek
başına şer, Allahu Teâla'ya bağlanmaya... Meselâ,
— Şerrin halikı, denmeye... Şöyle demek yerinde olur:
— Hayrın ve şerrin halikı...
Nitekim ulema, Allahu Teâla için şöyle söylenmesine kail olmuştur:
— Allahu Teâla, her şeyin halikıdır.
Amma, şöyle demenin yakışmayacağını anlatmışlardır:
— Kazuratın ve hınzırların yaratıcısı..
Zira yüce mukaddes Hakkın zatına karşı edebe riayet böyle dememeyi gerektirir.
Mutezile, kendilerindeki seneviyetten (bir manada Mecusilik) ötürü, sandılar ki,
kulların fiillerinin halikı, kulların kendileridir. Hayrı ve şerri dahi, onlara
bağladılar. Hâlbuki şeriat ve akıl onları tekzib etmektedir.
Evet, ehl-i sünnet uleması, kulun gücünün, yaptığı fiilde dahlini gördüler; onun
için, kulda kesbi isbat ettiler. Amma, mürteiş (titreme, seğirme) hareketi ile
muhtar (serbest, hür) olarak hareket eden arasında fark vardır. Zira irtiaş
hareketinde, kudretin ve kesbin dahli yoktur. Amma ihtiyari harekette her
ikisinin de dahli vardır. İşte bu kadar farktır ki, muahezeye (sorgulanmaya,
azarlanmaya) sebep oldu ve sevabın ve ikabın isbâtına yetti.
İnsanlardan pek çoğunun; kudretin, kesbin ve ihtiyarın kulda varlığı üzerine
tereddütleri vardır. Sanırlar ki, kul aciz, mustar bir durumdadır. Hâlbuki
onlar, ulemanın muradını anlayamamışlardır. Zira kudretin ve ihtiyarın kuldaki
varlığı, şu manaya gelmez:
Kul, her istediğini yapar; her istemediğini de yapmaz.
Zira böyle bir şeye kâil olmak, kulluktan uzaktır. Onun asıl mânası şu demeye
gelir:
— Kul, kendisine emir verilen bütün işlerin uhdesinden gelmeye güçlüdür.
Meselâ, beş vakit namazı edâ etmeye gücü yeter. Malının kırkta bir zekâtını
vermeye gücü yeter. On iki aydan bir ay orucunu tutabilir. Azık ve yol işlerine
gücü yeter ise, ömründe bir defa hacca gitmeye gücü yeter.
Üstte anlatılan kıyas, diğer şeri' hükümler üzerinde de yürütülebilir.
Allahu Teâla, tam manası ile şefkat ve merhametinden ötürü kulunun zaafına ve
iktidarının azlığına bakarak, onun için suhulete ve kolaylığa gitti.
Üstte anlatılan manada gelen ayet-i kerimeler şöyledir:
"Allah, sizin için kolaylığı murad eder; zorluğu murad
etmez." (2/185)
"Allah sizden hafifletmeyi diler; insan zaif
yaratılmıştır." (4/28)
Yani Allahu Teâla, güç ibâdet tekliflerini size hafifletmek murad eder. İnsanın
yaratılışı zayıftır; şehevi arzularına karşı sabredemez. Ağır tekliflere de gücü
yetmez.
***
Peygamberler, Sübhan Hakkın elçileridir. Halka gönderilmişlerdir ki, onları yüce
Zatına davet edip onları dalâletten çıkarıp hidâyet yoluna götüreler. Onların
davetini kabul eden herkesi, cennetle müjdelerler. Kendilerini inkâr edenleri
dahi, cehennem azabı ile tehdid ederler.
Onların yüce Hak tarafından tebliğ edip bildirdikleri doğrudur; haktır. Onda
yalan şâibesi yoktur.
Peygamberlerin sonuncusu, Allah'ın Resulü Muhammed'dir. Onun getirdiği din dahi,
geçmiş dinlerin hepsini neshedip hükümsüz bırakmaktadır. Onun getirdiği kitap
geçmiş kitapların en faziletlisidir.
Onun şeriatı nesholmaz; kıyamete kadar bakidir.
İsa (a.s.) yere inecek ve Resulullah (s.a.v.) Efendimizin şeriatı ile amel
edecektir; onun ümmeti arasına girecektir.
Resulullah (s.a.v.) Efendimizin ahirete dair verdiği haberlerin hepsi haktır.
Meselâ, kabir azâbı, lahd sıkıntısı, orada Münker Nekir'in sorgusu. Bu arada;
âlemin fenâ bulacağını, semâların yarılacağını, yıldızların döküleceğini, yerin
ve dağların zevâlini, onların parçalanmalarını, haşri, neşri, ruhun cesede
iâdesini, kıyâmet sarsıntısını, kıyamet günü sıkıntılarını, amellerin hesabını
yapılan amellere uzuvların şahadetini, sağdan soldan gelecek iyi kötü amel
defterlerini, artık eksik yanlarının bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin
tartılmasına mizan kurulmasını sayabiliriz. Hasenat gözü ağır gelir ise, necât
alâmetidir; hafif gelir ise, hüsrana alâmettir. O mizanın ağırlık ve hafiflik
değerlendirilmesi dünya mizânı değerlendirilmesinin aksinedir. Orada yüksekte
kalan göz, ağır olur; aşağı düşen göz ise, hafif kalır.
***
Başta enbiyanın, ikinci olaraktan da; salih kulların mü'minlerin âsilerine
Malik-i Yevmi'd-din olan yüce Sultan Zat'ın izni ile şefaâtları sabittir. Bu
mânada Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Şefaatim, ümmetimden büyük
günah işleyenleredir."
***
Sırat köprüsü, cehennem üstüne kurulacaktır. Mü'minler, onun üzerinden geçip
cennete gideceklerdir. Kâfirlerin dahi, ayakları kayar; oradan cehenneme
düşerler.
***
Cennet mü'minlerin nimetlendirilmesi için hazırlanmıştır. Cehennem dahi,
kâfirlere azab edilmesi için hazırlanmıştır. Her ikisi de, şu an
yaratılmışlardır. Sonsuzlara kadar da baki kalacaklardır; fâni olmazlar.
Mü'minler muhasebe edildikten sonra, cennete girince orada dâim kalırlar; oradan
çıkarılmazlar.
Küffar dahi, cehenneme girdikten sonra, orada dâim kalırlar. Sonsuzlara kadar
orada azab görürler. Onlar için azabın hafifletilmesi câiz değildir. Bu manada
bir ayet-i kerime şöyledir:
"Onun içinde ebedi kalacaklardır. Onlardan azabı
hafifletilmez. Kendilerinin yüzlerine de bakılmaz."(2/162)
Kalbinde zerre miktar imanı olan bir kimse, masiyette ifratı sebebi ile
cehenneme girerse, isyanı kadar orada azab görür. Sonunda çıkar. Kâfirlerinki
gibi onların yüzleri kararmaz. İmanına hürmeten, kendisine bukağı ve zincir
vurulmaz. Yani kâfirlere olduğu gibi..
***
Melekler, Sübhan Allah'ın mükerrem kullarıdır. Allahu Teâla'nın onlara emrettiği
şeye âsi gelmezler. Emrolunduklarını yaparlar. Kadınlık, erkeklik vasıflarından
beridirler. Tevalüd ve tenasül (doğma, doğurma ve üreme) onlar hakkında yoktur.
Allahu Teâla, onlardan bazılarını, elçilik vazifesi için seçmiş; vahiy tebliği
ile şereflendirmiştir. Enbiyanın kitaplarını ve sahifelerini getiren bunlardır.
Onlara salât ve selâm olsun.
Bunlar, hatadan ve halelden mahfuzdurlar, düşmanın hilesinden ve mekrinden
masumdurlar.
Onların, Allah tarafından tebliğ ettiklerinin hepsi de doğrudur; tamamdır. Onda
hata ve şüphe ihtimali, şâibesi yoktur.
Bu büyükler, yüce Hakkın azametinden korkarlar. Onlar için, yüce Allah'ın emrini
yerine getirmekten başka meşguliyet yoktur.
***
İman, kalb ile tasdik, dil ile de ikrardır. Yani tevatür ve zaruret olarak,
dinden yana bize tebliğ edilenlere.
Azalarla amel etmek, imânın kendisinden
hariçtir. Lâkin bu ameller imanda kemali artırır; ona güzellik getirir.
İmam-ı Azam Kûfi (Rh.) şöyle dedi:
— İman, ziyâdeyi ve noksanı kabul etmez.
Zira kalben tasdik, kalbin yakîninden ve onun iz'anından ibarettir. Onda
ziyâdelik ve noksanlık için bir değişiklik olma mecâli yoktur. O ki, tefavüt
(farklılık) kabul eder; o şey, zân ve vehim dâiresine dâhildir.
İmanın kemali ve noksanı taat ve hasenât itibarına göredir. Taat arttıkça,
imanın kemali de artar.
Avam mü'minlerin imanı, enbiyanın imanı gibi olamaz. Onlara salât ve selâm
olsun. Zira onların imanı, kemal zirvesine ulaşmıştır. Bu da, taata iktiran
(yakın olma) sebebi iledir.
Avamın imanı, kemalin kendisinden nice merhale uzaktır; onun zirvesine ulaşmak
şöyle dursun; isterse, her iki zümrenin imanı da tasdikte müşterek olsun. Ne var
ki, enbiyanın imanı, taata geçtiğinden, bir başka hakikat arız olmuştur. O kadar
ki, avamın imanı, o imanın sanki bir fer'i dahi değildir. Her iki iman arasında
bir benzerlik ve ortaklık dahi yoktur. Görmez misin ki, her ne kadar insaniyetin kendisinde, avam mü'minlerin enbiya ile iştiraki olmasına rağmen; bir başka kemalât, enbiyayı yüksek derecelere ulaştırmıştır. Onlar için, bir başka hakikat isbat eylemiştir. O kadar ki onlar, müşterek oldukları hakikatin dışındadırlar. Belki de asıl insan onlardır. Onlara göre avam ise, NESNAS hükmündedir. (NESNAS: Bir manaya
göre, denizde veya bir adada bulunan mahlûktur. Şekli insan şekline benzer.
Amma, onlardan her birinin bir eli, bir ayağı, yarım başı ve bir gözü vardır. Bu
kelime burada şu manaya kullanılmış olabilir: — Yarım adam...)
*** İmam-ı Azam şöyle dedi: — Ben, hakka (gerçekten) mü'minim.. İmam-ı Şafii ise, şöyle dedi: — İnşaallah ben
mü'minim.
Allahu Teâla her ikisine de rahmet eylesin. Her iki cümlenin de, bir tevil
ciheti vardır. Hal itibarı ile caizdir ki: — Ben, hakka (gerçekten) mü'minim.. Söylene.. Sonuç ve
gelecek itibarı ile de:
— İnşaallah ben mü'minim, demek sahih olur. Ne var ki, hangi şekilde olursa
olsun, istisna suretinden kaçınmak gerek.
Masiyetleri irtikâp etmek, büyük günah olsa dahi, mü'mini imandan çıkarmaz;
küfür dairesine sokmaz. Şöyle anlatıldı:
— İmam-ı Azam, ulemadan bir topluluk ile oturuyordu. Bir şahıs geldi ve şöyle
dedi:
— Haksız yere babasını öldürüp başını koparan, onun kafatasında şarab içtikten
sonra anası ile de zina eden fasık bir mü'min için ne dersiniz? Bu kimse, mü'min
midir, yoksa kâfir mi?
Ulemadan her biri tek tek konuştu. Amma doğru olmayan bir şekilde.. Hepsi de
yanıldılar. Bu arada İmâm-ı Âzam şöyle dedi:
— O kimse mü'mindir. Bu büyük günahları işlemek, onu imandan çıkarmaz.
İmam-ı Azam'ın bu sözü, ulemaya ağır geldi. Kendisine dil uzatıp sataştılar. Ne
var ki, İmam-ı Azam'ın sözü doğru olduğundan, sonunda hepsi de kabul edip o
sözün gerçek olduğunu itiraf ettiler.
Âsi olan mü'min, can boğaza gelmeden
evvel tevbeye muvaffak olur ise, tevbenin kabulü vaad edildiği için, onun için
büyük bir necât ümit ederiz. Eğer tevbe edip Allah'a dönmek şerefine nail
olmazsa; neticede, Allah dilerse affedip cennete koyar, dilerse mâsiyeti kadar
onu cehennem azabına veya başka bir azaba atar. Ne var ki, onun işi, sonunda
necata varıp geleceği de cennettir. Zira ahirette Allah'ın rahmetinden mahrum
kalmak, küfür ehline mahsustur. Amma, zerre miktar imanı olan, mağfirete ve
rahmete müstahak olur. Her ne kadar masiyet illeti sebebi ile kendisine başta
rahmet ulaşmasa da, Sübhan Allah'ın inayeti ile sonunda rahmet şumulüne girer.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalplerimizi
kaydırma... Katından bize rahmet hibe eyle. Sen hibesi en bol olansın."(3/8)
***
İmâmet ve hilâfet bahsi, ehl-i sünnet katında her ne kadar dinin asıl
meselelerinden değil; itikada dahi taalluk etmemekte ise de; lâkin Şia bu babda
azıtıp ifrata ve tefrite düştüklerinden dolayı ehl-i sünnet uleması bu bahsi
zaruri olarak, kelâm ilmine katıp işin hakikatini beyân ettiler.
Hatemü'r-rüsûl Resulullah (s.a.v.) Efendimizden sonra hak üzere imam, mutlak
halife Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, sonra Hazret-i Ömer'ül Faruk, sonra Osman
Zinnureyn, daha sonra Ali b. Ebi Talib'dir. Allah onların hepsinden de razı
olsun. Bunların daha faziletli oluşları dahi, bu hilâfet tertiplerine göredir.
Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları, sahabenin ve
tabiinin icmâ kararı ile sabittir. Nitekim böyle olduğu, imamların büyüklerinden
nakledilmiştir. Onlardan biri de, İmam-ı Şafii'dir.
Ehl-ü sünnetin reisi, Şeyh Ebü'l-Hasan Eş'ari şöyle dedi:
— Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in kalan ümmet üzerine daha faziletli
olduğu kâfidir. Bunu, ya cahil olan inkâr eder yahut mutaassıp.
Allah onlardan razı olsun.
Hazret-i Ali (r.a.) dahi şöyle dedi:
— Bir kimse, beni Ebu Bekir ve Ömer üzerine daha faziletli görür ise, o
müfteridir. İftiracıların dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.
Şeyh Abdulkadir Geylâni Allah sırrının kudsiyetini artırsın, dahi GUNYE adlı
kitabında, Resulullah (s.a.v.) Efendimizden naklederek şöyle dedi:
"Semaya çıkarıldığım zaman, Sübhan Allah'tan diledim ki: Benden sonra, Ali b.
Ebi Talib'i halife kıla... Bunun üzerine, melekler şöyle dedi:
— Allah’ın dilediği olur; senden sonra halife Ebu Bekir'dir."
Hazret-i Ali'nin (r.a.) dahi şöyle dediğini Hazret-i Şeyh anlattı:
— Resulullah (sav) Efendimiz, dünyadan ayrılmadan evvel, benden şu yolda söz
aldı:
"Benden sonra Ebu Bekir halife olur; sonra Ömer, sonra Osman, ondan sonrada sen
olacaksın."
Allah onların hepsinden razı olsun.
İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin'den daha faziletlidir. Allah ikisinden de razı
olsun.
Ehl-i sünnet uleması, Hazret-i Aişe'yi, Hazret-i Fatıma'dan ilim ve içtihadda
daha faziletli bulmaktadırlar. Şeyh Abdulkadir Geylani, -sırrı mukaddes olsun-
GUNYE adlı eserinde Hazret-i Aişe'yi Hazret-i Fatıma'dan önde görmektedir. Allah
onlardan razı olsun.
Fakir'in inancı da odur ki: Hazret-i Aişe, ilimde ve içtihadda daha ileri olup,
Hazret-i Fatıma dahi zühdde ve inkıtada (kesilmede, tükenmede) daha kıdemlidir.
Bunu mana icabı olarak, Hazret-i Fatıma için: — Betül, denmiştir. Bu lâfız, inkıtada mübalağayı ifade eder. (Betül: Dünyadan tamamen kesilip Allah'a yönelen.)
Hazret-i Aişe, ashabın fetva mercii idi. Bilmek işinden, onlar her ne gibi bir
müşkilleri olsa, onun halli Hazret-i Aişe'de idi. Allah onların hepsinden razı
olsun.
Cemel ve Sıffıyn muharebesi gibi, ashab-ı kiram arasında vukû bulan münazaa ve
muharebelere gelince, yerinde olur ki, bunlar, doğru yoldan iyiye yorula... Bu
hususta, ashab-ı kiram, nefsanî hevesten ve taassubdan (batıl saplantıdan) uzak
görüle... Zira o büyüklerin nefisleri, Resulullah'ın (s.a.v.) sohbeti ile hevâ
ve hevesten tezkiye edilmiştir; kinden ve hasetten dahi temizlenmiştir.
Eğer onlardan bir musalâha vaki olmuş ise, Hak içindir. Şayet onlardan bir
münazaa ve çekişme zuhur etmiş ise, bu dahi yine Sübhan Hak içindir.
Onlardan her fırka, kendi içtihadının muktezasına göre amel etmiştir. Hevâ ve
taassub şâibesi olmadan muhalif işleri kendi nefislerinden atmışlardır.
Onlardan her kim, içtihadında isabetli ise, onun için sevap olarak iki derece
vardır. Hatalı olan için dahi, sevap olarak bir derece vardır. Bu içtihad
işinde, yanılan dahi, yanılmayan gibi ayıplanmaktan uzak görülmektedir; hatta
onun için, sevap derecelerinden bir derece vardır.
Ulema, bu manada şöyle dedi:
— Bu muharebelerde, hak Hazret-i Ali tarafından idi. Muhalifler dahi, doğrudan
bir tarafta idiler (hataları ictihâd hatası idi).
Durum böyle olunca, taana uğramayacakları gibi; onları ayıplamanın yeri de
yoktur.
Onlara küfür ve fısk nisbeti bir yana. Nitekim bu manada, Hazret-i Ali (ra)
şöyle dedi:
— Kardeşlerimiz bize karşı geldiler; amma onlar ne kâfir idi ne de fasık. Çünkü
onlardan küfrü ve fıskı atacak tevil yolları vardı. Bu mânada, Resulullah
(s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bilhassa, ashabım arasında geçenlere karşı kendinize sahip olunuz."
Yerinde olur ki, Resulullah (s.a.v.) Efendimizin tüm ashâbına tâzim edile.
Onların hepsi de hayırla anıla... Onlardan hiçbirine kötü zan beslenmeye.
Onların münazaası (nizâsı, kavgası), başkalarının müsalahasından (sulhundan,
barışmasından) daha faziletli görüle... İşte necât ve felâh yolu budur.
Zira Resulullah’ın (s.a.v.) ashabına karşı beslenen sevgi, Resulullah (s.a.v.)
Efendimize olan sevgi sebebi iledir. Onlara beslenen buğz ise, Resulullah
(s.a.v.) Efendimize buğza çeker. Bu mânada, büyüklerden biri şöyle dedi:
— Resulullah (s.a.v.) Efendimizin ashâbına tazim etmeyen, Allah'ın Resulüne imân
etmemiştir.
***
Muhbir-i Sâdık Resulullah (s.a.v.) Efendimizin haber verdiği kıyamet
alâmetlerinin hepsi haktır. Onlarda yalan ihtimali yoktur. Onlar arasında şunlar
vardır:
Alışılmışın aksine, güneşin mağripten doğması,
Mehdinin zuhuru, Ruhullah İsa'nın nüzulü. Resulullah Efendimize ve ona salât ü selâm. Deccâlin çıkması,
Ye'cuc ve Me'cuc'un zuhuru,
Dabbe-i arzın çıkması,
Semâdan bir dumanın zuhuru ile insanları kaplayıp onlara elim bir azab ile azab
etmesi. O kadar zorlanacaklardır ki, artık insanlar şöyle diyecekler:
"Rabbimiz, bizden azabı aç; biz mü'minleriz."
(44/12)
Kıyâmet alâmetlerinin sonuncusu odur ki: Aden tarafından bir ateş çıkacaktır.
Cehaletten dolayı, Hindistan ehlinden bir şahıs, kendisi için:
— Mehdi, iddiasında bulundu diye, onu vaad edilen mehdi sandılar.
Onların zannına göre, mehdi vefât etti; geçti gitti. Onun kabrinin dahi Kurre'de
olduğunu iddia ederler. Hâlbuki bu babda gelen sahih hadis-i şerifler meşhurdur.
Hatta tevatür-ü manevi derecesinde olup bu taifenin sözlerini tekzib etmektedir
(yalanlamaktadır).
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, Mehdi'nin alâmetlerini beyan etmiştir. Bu
alâmetler, o şahısta olmadığı halde, onu Mehdi sanmaktadırlar. Bir hadis-i
şerifte şöyle gelmiştir:
— "Mehdi çıkacaktır. Başının üstünde de bir parça bulut olacaktır. Orada da bir
melek bulunacak ve şöyle nida edecektir:
— Bu şahıs, Mehdi'dir kendisine tâbi olunuz."
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
— "Tüm olarak, yeryüzünün meliki dört tanedir. Onların ikisi mü'minlerden, ikisi
de kâfirlerdendir.
Zülkarneyn ve Süleyman mü'minlerdendir.
Nemrud ve Buhtunnasır ise.. kâfirlerdendir.
Yere, beşinci olarak ehl-i beytimden biri sahip olacaktır.."
Yani: Mehdi..
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "Allahu Teâla, ehl-i beytimden birini çıkarmadıkça, dünya çökmeyecektir. Onun
ismi ismime uyar, babasının ismi dahi babamın ismine uyar. Daha önce zulüm ve
adaletsizlik dolduğu gibi, onun gelmesi ile dünya adalet ve hakların yerini
bulması ile dolar." Bir başka hadis-i şerifte ise, Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu: — "Ashab-ı Kehf,
İsa'nın yardımcıları olacaklardır."
İsa (a.s.) Mehdi zamanında yere inecektir. Mehdi, Deccal'ın katlinde İsa'ya
(a.s.) muvafakat eder.
Onun saltanatı zamanında, ramazan ayının on dördünde güneş tutulacaktır; o ayın
ikisinde ise, ay kararacak. Bunların oluşu, âdetin ve müneccimlerin hesabı
hilâfına olacaktır.
Şimdi, insaf edilmelidir. İnsaf nazarı ile bakılmalıdır. Bu alâmetler, o ölü
şahısta var mıdır, yok mudur?
Muhbir-i Sadık Resulullah (s.a.v.) Efendimiz tarafından bildirilen, daha çok
alâmetler vardır ki, anlatılanlardan başkadır.
Şeyh İbn-i Hacer,
Mehdi'nin alâmetleri üzerine bir risâle yazdı
ki, onlar iki yüz alâmeti bulur.
Vaad edilen durumu, açık bir şekilde iken, aşırı cehaletlerinden ötürü bir
cemaat dalâlete saplandı. Sübhan Allah onlara doğru yolu göstersin.
***
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
— "İsrailoğulları, yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan biri müstesna, hepsi de
cehennemdedir.
Ümmetim dahi, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların da hepsi cehennemdedir;
ancak biri müstesna..."
Dediler ki:
—Bu fırka-i naciye kimdir, ya Resulallah?
Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
— "Onlar, benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu hâl üzere olanlardır."
Burada anlatılan fırka-i naciye, ehl-i sünnet ve'l-cemaattır. Onlar, Resulullah
(s.a.v.) Efendimizin mutabaatını ve onun ashabının mutabaatını bırakmayanlardır.
Allah'ım, ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadı üzerine bize sebât ver. Bizi onların
zümresi ile öldür; bizi onlarla haşreyle...
Duâ makamında bir âyet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalplerimizi
kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü hibesi en çok olansın."
(2/8)
***
İtikadı, anlatılan manada düzelttikten sonra; mutlaka emirlere ve yasaklara
imtisâl etmek lâzımdır. Bunlar, şer'i olup amele taalluk eden (amelle alakalı)
işlerdir.
Beş vakit namazını, cemaatle, tâdil-i erkânına riayet ederek, edâ etmelidir.
Küfürle İslâm arasını ayırt eden, bu namazdır. Namazı, sünnet olduğu üzere edâ
etmek müyesser olur ise, dinde sağlam bağa yapışmak hâsıl olmuş olur.
Namâz, İslâm dininin beş esâsından ikincisidir.
Birincisi, Allah'a ve Resulüne iman olup ikincisi namâzdır. Üçüncüsü zekât
vermektir. Dördüncüsü, Ramazan ayı orucunu tutmaktır. Beşincisi, Allah'ın
beytini haccetmektir.
Birinci asıl, itikada taalluk eder. Kalan dört asıl ise, amele taalluk
etmektedir.
Tüm ibadetlerin en şümullüsü, toplu mâna ifade edeni, en faziletlisi namâzdır.
Kıyamet günü, ilk hesap, namâzdan olacaktır. Namâz işi tamam olduktan sonra;
kalanların hesabı Allah'ın yardımı ile kolay geçer.
İmkân nisbetinde, şer'an mahzurlu olan şeylerden sakınmak gerekir. Yüce
Mevlâ'nın razı olmadığı şeyleri, öldürücü zehir görmelidir.
Taksirat maddelerini, daima göz önünde bulundurmalıdır. Onları irtikab etmiş
olmaktan ötürü, daima utanır ve içten ezilir bir durumda olmalıdır; yani o
masiyetleri irtikab etmiş olmaktan ötürü. O yersiz işleri yapıp ettiği için,
pişman ve mütehassir
(özleyen, hasret çeken, isteğine erişemeyen bir durumda) olmalıdır. Kulluk yolu
budur. Bu yolda başarı ihsan eden Allahu Teâla’dır.
O kimse ki, hiç sakınmadan Mevlâ'sının yasak ettiği işi irtikab eder; bu yaptığı
işten iç ezikliği duyup utanmaz; o kimse, şerli ve itaatsiz bir kimsedir. Onun
bu ısrarı ve itaatsizliği başını İslâm bağından sıyırmaya ve kendisini düşmanlar
dairesine sokmaya kadar gider.
Duâ makamında bir âyet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize katından rahmet hibe eyle. İşimizde, bizim
için bir çıkar yol hazırla." (18/10)
***
O devlet ki, Sübhan Allah seni onunla mümtaz kılmıştır; insanların pek çoğu
ondan gafildir. Hatta onu, sen dahi aynı şekilde bilmiyorsun. Şöyle ki: Vaktin
Sultanı, yedinci ceddinden itibaren Müslüman ve ehl-i sünnet olup aynı zamanda
Hanefi Mezhebine mensuptur.
Her ne kadar talebe-i ulumdan bazıları senelerden beri iç habasetinden dolayı
tamah şumluğu dolayısı ile emirlere ve sultanlara şu zamanlarda yaklaşsalar da
–ki bu zaman, kıyametin yaklaştığı, nübüvvet zamanından dahi bir hayli uzaktır–
mutayebe ve müdahene (maskaralık ve dalkavukluk) yolu ile Din-i Metin'de onları
şekke düşürüp, onda şüpheler izhâr ettikten sonra akılsız ahmakları yoldan
saptırmış olsalar dahi; böyle şanı büyük bir sultan sizin sözünüzü iyi dinleyip
kabul ettiği için, büyük bir devlet saymak gerek. Hak kelimesi, yani İslâm
kelimesi ona tebliğ edilmelidir. Bu kelime, Allah çalışmalarını şükrana lâyık
eylesin, ehl-i sünnet akidesi uyarınca sarahaten veya işaretle sultanın kulağına
duyurulmalıdır. İmkân nisbetinde ehl-i hakkın kelâmı ona arz edilmelidir.
Hatta hak mezheb ehlinin kelâmını bu arada söyleyebilmek için, daima fırsat
kollayıp gözetmek gerek. Ta ki İslâm'ın hakikati açığa çıkıp ve küfrün butlanı
(batıllığı, boş ve abesliği) ve şenâati (kötülüğü) belli ola... Küfür öyle bir
şeydir ki, batıl olduğu bellidir. Asla bir akıl sahibi onu iyi görmez.
Üstte anlatılan mana dolayısı ile yeter ki, küfrün batıl olduğu hiç sakınmadan
açığa vurula; hiç durmadan onların batıl putları atıla; hiç tereddüd etmeden
yerin ve semâların yaratıcısı Hak İlâh isbât edile ...
Hiç duyulmuş mudur ki, onların batıl putları bir sinek yaratabilmiş ola...
İsterse, hepsi bir araya gelsin... Hatta bir sivrisinek onları ısırıp ezâ etse,
kendilerini ondan korumaya dahi güçleri yetmez; başkalarını korumak şöyle
dursun.
Kâfirler, bu işin şenaatini düşünerek, şöyle derler:
—
"Bunlar, Allah
katında bizim şefaatçılarımızdır." (10/18)
—
"Bunlara, bizi
Allah'a daha fazla yaklaştırmaları için tapıyoruz." (29/3)
Hâlbuki bu mecnunlar bilmezler ki, bu cemâdatın (cansız varlıkların) şefâat
etmeye mecâlleri yoktur. Ve Sübhan Hak, kendisine şerik olanların şefâatini,
tapanlar hakkında kabul etmez. Zira onlar, hakikatta Allahu Teâla'nın
düşmanlarıdır.
Bu manada misâl olarak, sultana karşı çıkan birini verebiliriz. Birtakım
ahmaklar gelip o sultana kıyam edenden imdad isterler ki, kendilerine sultan
katında şefâatçi ola... Yani sıkışık zamanda, ona tevessül ederek, sultana
yaklaşmak isterler. Onların en büyük ahmaklıkları vardır ki, o azgına hizmet
ederler ve onun şefâati ile sultanın affını talep ederler. Onunla sultana
yaklaşmaya çalışırlar. Acaba neden onu kırıp sultanın hizmetine girerek yakınlık
ve hak ehli olmaya bakmazlar. Böylece, emniyette olup korunurlardı.
Bu mecnunlar, elleri ile taşı yontarlar ve senelerce ona taparlar. Bu arada
ondan bir şey ümid ederek, vukûat beklerler.
Hulâsa, küfrün batıl olduğu açıktır.
O kimseler ki, Müslüman oldukları halde hak yoldan ve sırat-ı müstakimden
uzaklaşmışlardır; onlar nefsanî heva ve bid'at ehli kimselerdir.
Asıl doğru yol, Peygamberin (s.a.v.) ve Hulefa-i Raşidin'in (r.a.) yoludur.
***
Şeyh Abdulkadir Geylâni –sırrının kudsiyeti artsın–, GUNYE adlı eserinde şöyle
anlattı:
1. Hariciler taifesi...
2. Şialar...
3. Mutezile...
4. Mürcie...
5. Müşebbihe...
6. Cühemiye...
7. Dırariye...
8. Neccariye...
9. Kilâbiye...
Resulullah (s.a.v.) Efendimizin zamanında ve Hazret-i Ebu Bekir'in (r.a.),
Hazret-i Ömer'in (r.a.), Hazret-i Osman'ın (r.a.), Hazret-i Ali'nin (r.a.)
zamanında bu taifelerin ihtilâfı ve tefrikası yoktu. Ancak, sahabenin, tabiinin,
yedi fukahanın vefatından sonra bunlar meydana geldi. Allah onların hepsinden
razı olsun.
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:
"İçinizde, benden sonra yaşayan çok ihtilâf görecektir. O durumda, size gereken,
sünnetime ve benden sonra Hulefa-i Raşidin'in sünnetine tâbi olmaktır. Ona
tutununuz ve azı dişlerinizle yapışınız. Bilhassa, yeni icadlardan sakınınız.
Zira her yeni icad bid'attır ve her bid'at dahi dalâlettir. Benden sonra her ne
ihdâs edilir ise, o reddir."
Yani makbul değildir.
Resulullah (sav) Efendimizin ve Hulefa-i Raşidin'in zamanından sonra ortaya
çıkan mezhep itibardan düşüktür ve itimada şâyan değildir.
Sübhan Hakkın büyük nimetine şükretmek gerek. Şundan dolayı ki: Kemal-i
kereminden ve fazlından ötürü, bizleri fırka-i naciyeye dâhil kıldı. Ki onlar
ehl-i sünnet ve'l-cemaattır. Bizleri, bid'at ve heva ehli fırkalarından
eylemedi. Bizleri onların fasid itikadları ile iptilâya uğratmadı. Yine bizleri,
Allahu Teâla'nın en has sıfatında, kulu kendisine ortak edenlerden eylemedi.
O bozuk itikad sahipleri sanırlar ki, kulun fiillerinin yaratıcısı, kulun
kendisidir.
Ayrıca onlar, dünya ve ahiret saadetinin başı olan uhrevi rüyeti (Allah'ı
görmeyi) inkâr ederler.
Böylece, Vacib Teâla’dan kâmil sıfatları nefyederler.
Ayrıca, Allahu Teâla, Resulullah (sav) Efendimizin ashabına buğzeden ve din
büyüklerine kötü zan besleyenlerden de eylemedi.
Onlar sanırlar ki, o büyükler birbirine düşmanlık ederler. Gizli buğuzla içten
hasetle birbirlerini itham ederler. Hâlbuki Sübhan Hak onlar için şu manayı
anlatmıştır:
"Onlar aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler."
(48/29)
Adı geçen bu iki taife, Sübhan Hakkın kelâmını dahi tekzib edip onların
arasında, düşmanlık, buğuz, çekememezlik isbatına kalkarlar.
Allahu Teâla, onlara doğru yola gitme başarısı versin ve sırat-ı müstakimi
kendilerine göstersin.
Yine Allahu Teâla’ya şükürler olsun ki, bizi yüce Hak için, mekân ve cihet isbat
edenlerden eylemedi. Bunlar o yüce Zatı, cisim ve cismani sanırlar. O Vacib
Kadir zat için, hüdûs ve imkân emareleri isbatı cihetine giderler.
Sonra,
Biz yine esas kelâmımıza gelelim. Deriz ki:
Sizin de bildiğiniz gibi, sultan ruh gibidir; sair insanlar dahi ceset. Eğer ruh
yararlı ise, beden de yararlı olur. Şayet ruh bozuk olursa, beden de bozuk olur.
Bunun için, sultanın ıslahına çalışıp çabalamalıdır. Zira sultanın ıslahına
çalışmak, cümle âdemoğullarının ıslahına çalışmaktır.
Asıl ıslaha çalışmak, İslâm kelimesini izhârdadır. Amma, vaktin müsaadesi
nisbetinde ne şekilde olursa olsun.
İslâm kelimesini izhâr ettikten sonra da, onun kulağına ehl-i sünnet ve'l-cemaat
itikadını duyurmak vardır. Bunu, zaman zaman yapmalıdır. Muhalif mezheplerin
dahi reddine çalışmalıdır.
Eğer anlatılan bu devlet müyesser olur ise, enbiyadan büyük bir veraset
hâsıl olmuş olur.
Bu devlet, sizin için meccanen (bedâva) hâsıl olmuştur. Onun kadrini bilmek
gerek. Bu mânâ üzerinde daha
ne kadar durayım... İsterse mübalağa ile üzerinde durmak iyi olsun. Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.
|