MEVZUU:

a) Kur'an-ı Mecid'in sırları.

b) Aczin ve marifetin inceliklerini beyan..

c) Namazın hakikati.

d) Kelime-i tayyibe.

NOT: İmam-ı Rabbanî Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade, Hâce Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Bir âyet-i kerime meâli:

– "Allah'a hamd olsun ki; buna bizi hidayet eyledi. Allah bize hidayet eylemeseydi; kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. Rabbimizin resulleri gerçeği getirdi..." (7/43)

Sırf nur mertebesinden sonra, Fakir'in bulup da beyan ettiği Hakikat-ı Kâbe, cidden yüksek bir mertebe olup, Kur'an-ı Mecid-i Sübhani'nin hakikatidir.

Kâbe-i Muazzama, ancak âfâkın kıblesidir... Her şey için secde edilme makamı olma devletinin şerefine, Kur'an-ı Mecid hükmü ile ermiştir.

İmam, Kur'an'dır. Me'mum-u evvel (ilk imâma uyan) Kâbe-i Muazzama'dır.

Bu mertebe, Hazret-i Zat-ı Lâkeyfiye vüs'atında bir mebdedir (başlangıçtır). Yine o Hazret-i Zat-ı Lâkeyfi ve Lâmisli imtiyazına dahi bir mebdedir.

O mukaddes derecede bulunan bu yüce vasi imtiyaz mebdei derecesi, en ve uzunluk ölçüsüne göre değildir. Çünkü böyle bir şey, noksan ve imkân nişanlarındandır. Bu, öyle bir iştir ki, tatmayan bilemez. Keza, bu mukaddes mertebedeki imtiyaz, bir müzayelet ve mübayenet (Bir manaya göre: Ayrılma ve uzaklaşma, kayma) dahi değildir.  Zira, böyle bir şey, cismin ve cismani olmanın levazımı olan, bölünme ve parçalanmayı gerektirir. Allahu Teâlâ, böyle bir mânâdan yana yüceliğe sahiptir. Kaldı ki, bu yerde bir şeyi, bir şeyin gayrı farzetmek tasavvur edilemez. Zira, başkalık, ikilik haberini getirir. Farz-ı muhal kabilinden olduğu için, öyle bir farzın da yeri yoktur. Tatmayan bilemez.

Bir şiir:

Kuşumdan nasıl bir alâmet bildireyim;

– Anka veya hame gibidir; Diyeyim...

Ankanın ismi vardır nas arasında;

Kuşumun ismi yoktur ki söyleyeyim...

Bu yerde her şey farz (takdir) olunur. İsterse farz-ı muhal olsun. Ve o şeyde de nazar derinleştirilir; onda, mukayyed bir şeyle hususiyeti olan bir iş zuhura gelmez. Başka bir şeyde, farz (takdir) olunan bir şey de bulunmaz.

Durum, anlatıldığı gibi olmasına rağmen; farz olunan iki şey arasında imtiyaz, açıkça bulunmaktadır. O iki şeyden her birinin hükümleri dahi, diğerinin hükümlerinden ayrıdır.

O yüce Zat Sübhandır ki, bilinmesinden yana halka, aczden başka yol yaratmadı. Marifetten yana acz, büyük velilerin nasibidir.

Marifetin olmayışı, marifetten yana aczden başkadır. Meselâ, O yerde imtiyazın (ayırdetmenin) olmadığına hükümdür; zati kemalin her birini, diğerinin aynı bulmaktır. Nitekim, bu mânâda şöyle demişlerdir:

– İlim, aynı kudrettir; kudret dahi, aynı ilimdir.

O yerin imtiyazına karşı marifet sahibi olmamak, o yerin imtiyazına hüküm vermek, o yerin imtiyazının künhünü bulamamayı itiraf etmek; o yerin imtiyazına karşı marifetten yana aczdir.

Marifetin olmayışı cehalettir. Marifetten yana acz ise, ilimdir. Belki acz iki ilmi de tazammun etmektedir (içinde bulundurmaktadır):

a) Bir şeyi bilmeyi,

b) Bir şeyi gayet azametli ve büyük oluşundan ötürü, künhünü bulup bilememeyi.

Bu arada, üçüncü bir ilmi derc eylesek de yeri vardır. Bu da, insanın aczini ve kusurunu bilmesidir. Bu da, onun abdiyet ve ubûdiyet makamını teyid etmektedir.

Cehalet sayılan marifetin olmayışı, çok kere cehl-i mürekkeb (katmerli cehâlet) olur. Bu da, nefsinin cehaletini bilmemektir; hatta bunu, ilim sanmaktır.

Marifetten yana aczde, anlatılan marazdan tam necat vardır. Hatta, böyle bir marazın orada yeri de yoktur. Zira, aczini itiraf etmektedir.

Şayet marifetin bulunmayışı ile marifetten yana acz, müsavi olsaydı; bütün cahiller irfan sahipleri olurlardı. Cehaletleri dahi, kemallerine sebep olurdu. Hatta, bu mânâya göre; her kim daha çok cahil ise, o daha fazla arif olurdu. Zira, marifet, orada marufu (bilineni) bulmanın olmayışıdır.

Yukarıda, marifetten yana acz için yapılan mukaddime doğrudur. Her kim, marifetten yana daha çok aciz durumda ise, marifetlere dair işlere daha fazla irfan sahibidir.

Marifetten yana acz, zemme benzeyen medihtir.

Marifetin olmayışı ise, sırf zemdir; bunda medih kokusu yoktur.

Rabbim, marifetinden yana aczin kemali ile ilmimi artır; sübhansın.

Şayet, Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh Muhyiddin b. Arabî, bu Fakir'in bulduğu farkı mülâhaza etmiş olsaydı; marifetten yana aczi:

– Cehl...

Diye asla anlatmazdı.

Kesin olarak, onu ilmin olmayışı saymazdı.

– "Bizden alim olan da vardır; bizden cahil olan da." demezdi.

Şöyle derdi:

– "İdrak etmekten yana acizlik, idraktir."

Bundan sonra, birinci şıkkın (âlim olanların) ilimlerini beyan etmiştir. Bunlarla bir övünme payı çıkarıp onları kendi nefsinden bilmiştir. Bunun için de şöyle demiştir:

– Hatemü'l-enbiya, bu ilimleri Hatemü'l-velâyetten alır.

Burada, Hatemü'l-velayet-i Muhammediye'den de, kendisini kasd etmiştir. Bu mânâdan ötürü de, taana uğramıştır. Bu kelâmın tevili için, Füsus şarihleri gayret sarf etmişlerdir.

Fakir katında şöyle demek mümkündür:

– Bu kelâm, hakikatta, o acz manasından daha alttır. Hatta, onunla bir münasebeti de yoktur; çünkü, zılâle (gölgeye) bağlıdır. Aciz ise.. asıl yerindedir.

Sübhanellah... Bu sözün diyeni Hazret-i Sıddık'tır. Allah ondan razı olsun. Nitekim, bunu böyle anlatmışlardır. O, irfan sahiplerinin başı olup sıddıkların da reisidir. Hangi ilim, o aczi geçebilir!.. Hangi güçlüdür ki; o acizden daha önde bir basamağa varmıştır!..

Evet, Sıddık'ın üstadı hakkında, yani Resulullah (sav) Efendimiz hakkında dediğini dedikten sonra: Hazret-i Sıddık hakkında neden öyle demesin?

Şaşılacak iştir ki, Şeyh bu kıyl ü kal ile, bu şathiyat sözleri ile nazarda makbullerden zahir olur; evliya-ı mükerremin arasında müşahede edilir.

Bir mısra:

Ne zorluğu işte, olunca keremlilerle...

Evet, çok kere duâdan eziyet hasıl olur. Çok kere, şetm (kötü söz, sövme) ve ezâdan dahi, sürur ve sevinç husule gelir.

Onlar ki, Şeyh'i reddederler; tehlikededirler.

Onlar ki, Şeyh'i kabul ederler; bunlar dahi aynı şekilde tehlike içindedirler.

Yerinde olur ki, Şeyh kabul edile; amma bu muhalefet sözleri kabul edilmeye. Orta yol budur. Yani Şeyh'in (Muhyiddin b. Arabi'nin k.s.) kabul edilmesinde ve edilmemesinde. Bu Fakir'in seçtiği yol da budur.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***

Biz, yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:

– Hakikat-ı Kur'an..

Diye anlattığımız mukaddes mertebeye, nûr ıtlakının dahi yeri yoktur.

Bu mânâda, nûr dahi, sair zati kemalât gibi yolda kalır. Orada; vüs'at-ı lâkeyfiye ve imtiyaz-ı lâmisliden (keyfiyeti olmama genişliğinden ve misli olmama ayrıcalığından) başka bir şey asla bulunmaz. Allahu Teâlâ'nın:

– "Allah'tan size nûr geldi..." (5/15)

Buyurduğu, nurdan murad, Kur'an nûru olsa dahi, mümkündür ki bu, inzal ve tenzil (birden indirilmesi ve tedricen indirilmesi) itibarı ile ola... Nitekim bu mânâ:

– "Size geldi.." (5/15)

Kelimesi ile ima edilmektedir.

Üstte anlatılan mukaddes mertebenin üstünde bir mertebe vardır ki; cidden yüksektir. Bu dahi, namazın hakikati olup onun sîreti (iç yüzü); nihayet erbabından namaz kılanlarla kâimdir. Herhalde, Resulullah (sav) Efendimizin mi'rac kıssasından:

– "Dur ya Muhammed! Allah namaz kılıyor..."

Hikâyesi, namazın hakikatına ima etmektedir.

Evet..

O ibadet ki, tenezzüh ve tecerrüd (her noksandan beri ve her mevcuttan âri olma) mertebesine lâyıktır; herhalde onun, kıdem tavırlarından zuhur etmesi ve vücub mertebelerinden sadir olması lâzım gelir.

Yüce mukaddes Hakkın zatına lâyık olan ibadet dahi, vücub mertebelerinden sadir olmaktadır; başka değil.. Âbid, mabud odur.

Bu mukaddes mertebede, vüs'at-ı lâkeyfiyenin kemali (bir halde bulunmamanın, keyfiyetsizliğin genişliğinin zirvesi, tamlığı) ve imtiyaz-ı lâmisli (misli, benzeri olmamanın ayrıcalığı, ayırdediciliği) vardır. Kâbe'nin hakikati ve Kur'an'ın hakikati onun iki parçasıdır. Namaz dahi aslı üzere bulunmaktadır. Zira, mabudiyet, orada tahakkuk etmektedir.

Bütün ibadetleri câmi olan (kendisinde toplayan) namazın hakikati, bu mertebede; kendinden üstün olan mukaddes mertebe için bir ibadettir. Mabudiyet istihkakı (ibâdete layıklık hakkı)  dahi, orası için sabittir. Zira o, her şeyin aslı ve cümlenin sığınağıdır. Bu yere göre vüs'at kusur kalır; imtiyaz dahi, yolda bırakılır. İsterse lâkeyfi ve lâmisli olsun.

Enbiyadan pek kâmillerin, en büyük velilerin basamakları; bütün ibadetlerin nihayeti olan namazın hakikati makamının nihayetine kadardır. Evvel âhir onlara salâtlar ve selâmlar olsun.

Bu makamın üstünde, sırf mabudiyet makamı vardır; hiçbir şekilde o makama kimsenin ortaklığı yoktur ki, onun yukarısına kadem bassın.

Hangi makam ki, orada âbid ve mabud şaibesi vardır; orada nazar gibi kadem mecali vardır. Amma, muamele ki, sırf mabudiyete düştü; kadem kusur kalır, seyir tamam olur. Lâkin, Sübhan Allah'a hamd olsun; oraya nazar men olunmaz (bakmak, görmek yasaklanmaz, engellenmez). Hatta orada, bu mânâda istidad (kâbiliyet) kadar bir mecal vardır.

Bir mısra:

Bu da olmayınca, cihet olur belâ...

Şu mânâ dahi mümkündür ki:

– "Dur ya Muhammed.."

Emrinde, kademin kusuruna işaret buluna. Bu mânâda verilen emir şudur:

– Ya Muhammed, dur ve kademini bunun üstüne atma. Zira, salât (namaz) mertebesinin üstünde kadem mecali yoktur.

Namaz, vücup mertebesinden sadir olmaktadır. Yüce mukaddes Hazret-i Zat mertebesinin tenezzühü ve tecerrüdüdür (kusurlardan beriliği ve mevcutlardan âriliğidir).

– LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur)

Kelime-i tayyibesinin hakikati dahi bu makamda tahakkuk eder..

İbadete müstahak olmayan ilâhların nefyi bu yerde tasavvur edilir..

Kendisinden başka ibadete müstahak olmayan hakiki mabudun isbatı dahi, bu makamda hasıl olur..

Âbidle mabud arasındaki imtiyaz kemali (kâmil mânâda ayırdetme) dahi burada zâhir olur. Âbid, mabuddan orada ayırd edilir. Yani nasıl ayırd edilmesi uygunsa öyle..

Yine bilinir ki:

– LA İLAHE İLLALLAH..

Kelime-i tayyibesinin mânâsı, müntehilere göre şu demektir:

– Allah'tan başka mabud yoktur..

Şeriatta takarrür ettiği gibi, bu kelimenin mânâsı odur..

– Maksûd ve mevcûd yoktur..

Mânâları, ibtida ve orta hallere münasiptir.

– La maksûde.. (Maksûd yoktur)

Mânâsı, burada:

– La mevcûde.. (Mevcûd yoktur)

Mânâsından daha yukarıdır. Zira o; burada:

– Allah'tan başka mâbud yoktur. (Lâ mâbude illallah..)

Mânâsına, açılan bir penceredir.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:

Bu yerde nazardaki terakki ve oradaki keskin nazar müntehilerin vazifesi olan namaza bağlıdır. Herhalde sair ibâdetler; namazın tekmiline ve noksanının telâfisine yardımcıdır. İhtimal ki, bu mânâdan olarak; namaz hakkında şöyle demişlerdir.

– O, iman gibi zaten güzeldir. Amma sair ibâdetler zaten güzel değildir..